Bu Filmi Kaçırırsanız Üzülün: Başka Dilde Aşk!


Bu hafta lütfen ne yapıp edip zaman ayırın ve bu filme gidin. G-Mall'da Cinebonus sinemalarında tekrar gösterime giren Başka Dilde Aşk filmiyle ilgili daha sonra ayrıntılı yazacağım, ama şimdilik filmden gelir gelmez "mutlaka gidin" demek için gecenin bu saatinde bilgisayarımı açtım. Yarın da yoğun programlı bir gün beni bekliyor, o yüzden ayrıntılı bir yazı yazamayabilirim. Ama yarın tatil günü olduğu için bir kişiyi bile etkilesem kârdır diye düşünerek geldim buraya. Bu filmi kaçırmayın! Kaçırırsanız üzülürsünüz (ve bence üzülebilirsiniz de..). İmgeleme okurları olarak üzülmeyin diye size bu güzel filmin bu hafta boyunca G-Mall'da Cinebonus'ta gösterimde olacağını hatırlatmak istedim. Kesinlikle gidin ve o güzel ekiple gurur duyun!

İyi seyirler...

Tae-Bo Yerine Sufle! :)














Hep yumruklar, tekmeler savururken, kızarmış yüzlerimizle, saçlarımızın diplerinden bile ter çıkarken, gerilmiş kaslarımızla, aynanın önünde nefes nefese kalmış halde, ayağımızda spor ayakkabılarla ya da sarındığımız peştemallerimizle ya da saçımızı kuruturken karşılaşacak değiliz ya... Bu kez eski tae-bo ekibi olarak topuklu ayakkabılar, makyaj, dinlenmiş kaslar, şarap kadehleri ve doğum günü suflesi eşliğinde bir araya geldik. :) (Eski tae-bo ekibi diyorum, çünkü aramızdan bazıları hoca değişikliğinden sonra ders programı değişikliğine de gittiler. Ama bir zamanlar tae-bo sınıfının değişmez kadrosuydu bu ekip!)

Bu buluşmanın mimarı aslında Suna ve Meral oldular. O yüzden unutmadan onlara özel teşekkür göndereyim. Çünkü Meral doğum günü çocuğuydu, Suna ise uzun zamandır planladığımız buluşmayı o güne denk getirme fikrini ortaya atan kişi oldu. Tam bu noktada Burcu'ya da teşekkür göndermem gerekiyor, çünkü masanın ortasındaki kişi olarak peynir tabağındaki peynirleri özenle bölerek tabaklarımıza servis yaptı, bizleri elleriyle besledi... :)

Ortam olarak Nişantaşı'ndaki Midpoint'in arka kısmında bir masayı seçtik. Midpoint'i zaten çok severim. Yemeklerini, servis elemanlarını, ışıklandırmasını... Sevdiğim bir mekanda keyifli insanlarla sohbet ve kahkaha dolu bir gece geçirmek bana gerçekten iyi geldi. Aynı insanlarla farklı ortamlarda buluşmak da öyle... Bu keyif gecelerinin sayısını artırmak dileğiyle...

Not: Bu arada dün gece apartmanın girişindeki kuaför Nihat Bey'in kafasındaki imajım da alt üst oldu. Nasıl mı? Tam ben eve geldiğimde o da gece kuaförden bir şeyler almaya gelmiş, kapısını açıyordu. Daha önce de bahsetmiştim: adamcağız beni Migros'tan eve, evden Migros'a eşofmanları ve bonus saçlarıyla yaşayan mazbut bir aile kadını (ne demekse!) olarak bilirken, gecenin bir saatinde (hem de eşofmansız ve İso'suz!) tek başıma eve geldiğimi görünce ufak çaplı bir şok geçirdi. Neyse, hayatta Migros poşetlerinden daha eğlenceli ve heyecanlı bulduğum şeyler olduğunu öğrenmesi de bir bakıma iyi oldu. Birkaç gün içinde her şey normale dönecektir diye umuyorum...:)

Yeni İletişim Devi


Yeni Rakı'nın kendisi kadar reklamları da oldum olası (pardon, aslında Mey İçki sonrası) hoşuma gitmiştir. Örneğin, bu reklam. Yeni reklamlarını bu kez Nymphea'nın geçen hafta yolladığı bir e-posta sayesinde öğrendim. Hayata YENİ'den baktıran Yeni Rakı, bu kez Yeni İletişim Devi olmaya soyunuyor. Hem de öyle böyle değil! İlanlardaki web sayfalarına girdiğinizde sizi ekran başından kovarak gerçek iletişime yönlendiren ağır abi oldukça etkili! :) Haksız da değil hani. Bir düşününce siz de kendinize ait gerçek iletişimi erteleme/yok sayma örnekleri bulursunuz mutlaka. Peki, en kısa zamanda kendinize ait bu örneklerdeki baş karakterlerle bir çilingir sofrasında buluşmaya ne dersiniz? Hazır hafta sonu da yaklaşıyor. YENİ'nin baş köşede olacağı bol sohbetli bir sofra için tek yapmanız gereken telefonlarınıza sarılmak. Sonra da hafta sonunun tadını çıkarmak...

Sağlığınıza...





Cafe & Croissant

Geçen hafta Cuma günü tiyatro için buluşmamızdan önce Beyoğlu'nda bir tur atmak üzere biraz erken gittim. Gitmişken birkaç vitrin ve pasaj didiklemesi yapar, güzel bir sergi varsa gezerim diyordum. Daha İstiklal Caddesi'ne adımımı atar atmaz ismen çok çekici gelen bu sergiyi gezmeye karar verdim: Kahve ve Kruvasan. Mmmm, üniversite yıllarımın fiks kahvaltısı! :)

Cengiz Aktar’ın fikrinden esinlenilerek Zerrin Baydar, Çağlar Şavkay ve Mesut Tufan tarafından geliştirilip tasarlanan Cafe & Croissant adlı bu belgesel sergiyi 13 Ocak - 10 Şubat 2010 tarihleri arasında Fransız Kültür Merkezi'nde gezebilirsiniz.

Bu sergi, Fransa ve Türkiye arasındaki uzun bir geçmişe dayalı ilişkilerin taşıdığı öneme vurgu yapmak amacıyla, "kelimelerin yolculuğu", "insanların yolculuğu", "fikirlerin yolculuğu", "bilim, doğa, kültür", "gündelik yaşam, hem Türk hem Fransız", "olaylar ve tarihler" gibi kategoriler çerçevesinde iki kültürün yakınlaştığı ve etkileştiği noktaları ele alıyor. Fransa’da ise Türkiye Mevsimi kapsamında da yer almakta.















Bana göre serginin en ilginç bölümü gündelik yaşamdaki kahvenin hikayesiydi. Kahvenin Osmanlılar'dan Venedik'e, Viyana'ya ve Fransa'ya yayıldığını hepimiz biliyoruz. Peki, kruvasan konusunda Osmanlı hilalinden esinlenildiği rivayetini duymuş muydunuz? Osmanlı ordusunun 1683'te Viyana'yı kuşatmasından sonra, savaş sırasında yaptığı casusluklar karşılığında Georg Kolschitzky'ye Osmanlı'nın geride bıraktığı yüzlerce kahve çuvalı ve kahvehane açma izni verilmiş. O da Viyana'da adı Mavi Şişe (Zur Blauen Flasche) anlamına gelen bir kahvehane işletmeye ve kahveyi süzerek, sütle ve balla karıştırarak değişik şekillerde servis etmeye başlamış. Kahvenin yanında da Osmanlı bayrağına atfen hilal şeklinde pişirdiği çöreklerden veriyormuş. Kruvasanın Fransa'da yaygınlaşması ise Avusturya asıllı kraliçeleri Marie Antoinette sayesinde olmuş. Hatta o kadar yaygınlaşmış ki günümüzde dahi hâlâ Fransız kahvaltısı dendiğinde akla kahve ve kruvasan geliyor.

Serginin kelimelerin yolculuğu bölümü de dilimize geçen Fransızca kökenli kelimelerin çokluğunu görmek açısından ilgi çekiciydi. Gerçi biz bunu son gezimizde fazlasıyla düşünmüş ve uzun bir liste çıkarmıştık. Onun dışında bilim, doğa, kültür bölümünde yer alan Ara Güler'in İstanbul Akasyası adlı fotoğrafına bayıldığımı söyleyebilirim. İnsanların yolculuğu kısmında ise 1888 tarihli Şark Ekspresi afişi ve orada İstanbul yerine Constantinople adını görmek tuhaf duygular uyandırdı içimde. Bu müthiş şehrin yüzlerce yıl önceki bambaşka hayatını düşündüm. Ve müthiş uyum kabiliyetini... Ve hiç yitirmediği cazibesini... Ve gerçekten de dünyanın sayılı etkileyici şehirlerinden biri olduğunu... (Ve bunun tadını çıkarmak gerektiğini...O yüzden izninizle kaçıyorum ben! :))

Üç Film Birden

Cuma akşamı hafta sonu kar gelecek ve eve kapanacağız diye gereksiz bir panik yaparak koştura koştura sinemaya gittik. İyi ki de gitmişiz, orası ayrı, ama paniğimiz biraz anlamsız oldu doğrusu! Neyse, önce trans yağlar içermeyen mönüsüyle sağlıklı ve leziz yemekler sunan ve çok sevdiğimiz Num Num'da yemeğimizi yedik, sonra Astoria'daki kıpkırmızı Cinebonus dünyasına attık kendimizi. (Bu arada konuyla ilgisiz olacak ama gıda maddeleri, restoranlar ve kozmetik ürünlerindeki yeni trend bu olmalı diye düşünüyorum. Sağlık ve hijyen adına yapılanları vurgulamak. Tıpkı "Sarelle'nin içine koyduklarımız kadar koymadıklarımız da önemli" reklamında olduğu gibi!) Barselona Barselona'dan sonra ilk kez bir Woody Allen filmi daha izlemek için salondayız: Whatever Works! (Evet, isim çevirisini beğenmediğim için orijinal adını kullanıyorum!) Açıkçası Ayşe'nin blogu sayesinde bu filme gitmeye karar verdik ve gerçekten de bayıldık diyebilirim.















Arızalı "deha", fizikçi Boris Yelnikoff'un hayatından yola çıkarak ve karakterler arasındaki pek çok zıtlıktan (zeki-kafasız, yaşlı-genç, muhfazakar-açık görüşlü, vs.) yararlanarak ortaya çıkardığı bu filmde aynı zamanda çok da güldük. Diyaloglar süper! Zaman zaman Boris rolündeki Larry David'in aynı zamanda anlatıcılık da yapması beni rahatsız edebilir mi diye düşünmüştüm, ama bu bile tam dozunda kullanılmış ve filme güzel bir tat katmıştı. Hayatın her şeye rağmen güzel olduğu duygusuyla çıktım salondan. Elbette bunun en önemli şartı ise kendi potansiyelini ve istediklerini belirleyebilmek, kimi zaman cesurca kimi zaman ise şans(sızlık) eseri bunları gerçekleştirme fırsatını yakalamak, bunun doyumunu yaşadığınız bir hayatı sürmek ve olabildiğince açık bir zihinle bu hayatın tadını çıkarmak olsa gerek. İzlemelisiniz.

Cumartesi günü iki film birden seansımız vardı... Bu kez evimizin salonunda... İzlediğimiz ilk film Almodovar'a ilk Oscar'ını kazandıran 1999 yapımı filmiydi. Hüzünlü bir hikayesi olan filmin baş rolünde diğer Almodovar filmlerinde olduğu gibi yine kadınlar var. Ve kadın olmayı tercih edenler! Biri midenize bir yumruk oturmasına neden olan, diğeri içinizi umutla dolduran iki Esteban... Duyarlı bir kadın ve güçlü bir anne olan Manuela... Sürekli insanları memnun ettiği için Agrado ismini alan sevgi dolu bir travesti... Esteban(lar)ın babası... İyiliksever bir anne ve ölümcül bir hastalığı olan Rosa... Çok sevdiğin kişileri farklı şekillerde kaybetmek, hayattan kopma, sonra yeniden tutunmak, açık olabilmek, kabullenebilmek, ne kadar zor da olsa mücadeleye devam etmek... İzlemediyseniz, mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Gelelim izlediğimiz son filme: It's Complicated. Bu hafta sonu İlişki Durumu: Karmaşık adıyla sinemalarda olacak, ama biz gelmesini bekleyemedik. Meryl Streep'e yine hayran kalacağınızı söyleyebilirim. Bu kez ikinci kadın rolünde. Hem de eski kocasının yeni evliliğindeki ikinci kadın! :) Adı üstünde karmaşık bir durum var anlayacağınız. Çok keyifli bir film. Romantik komedi en bayıldığım tür olmasa da bu filmi çok sevdim. Galiba bunun en önemli faktörü de Meryl Streep'ti. Siz de kendisini seviyorsanız ve hoş zaman geçirmek istiyorsanız bu filmi kaçırmayın derim.














Bu arada Cumartesi akşamı Disko Kralı'nı izleyenler öğrenmişlerdir zaten, ama ben izlemeyenler için söyleyeyim: Bu Cuma günü Başka Dilde Aşk filmi Cinebonus G-Mall'un bir salonunda yeniden gösterime girecek. Mars Entertainment Group'un Okan'ın önceki hafta yaptığı çağrıya sessiz kalmayarak filmi yeniden gösterime sokması da haftanın hoşuma gidenleri arasındaki yerini aldı. Cumartesi G-Mall'da görüşürüz artık..:)

(Not: Resimler buradan alınmıştır.)

Kar ve Bahar














Önce tipi şeklinde yağan karın uğultusuyla uyanıyoruz. Yatağımızın yanında duran perdeye uzanıp, biraz aralıyor ve karı izleyerek yorganın altında biraz daha sefa yapmaya devam ediyoruz. Kahvaltıdan sonra Migros alışverişimizi hallediyoruz. Hemen hallediyoruz ki sonra evde yayılma zevkimiz bozulmasın. Sonra üzerimizde şallar, elimizde kahvelerimizle izliyoruz karı camdan İso'cumla sarılarak... Hava bembeyaz... Arka fonda Candan Erçetin'in Bahar şarkısı çalıyor. Biz de ona eşlik ederek hafif hafif sallanıyoruz cumbada. Şu ters çevirince kar yağan süs eşyalarının içinde gibiyiz evin üç tarafı camla çevrili bu çıkıntısında. İso'cum her zamanki gibi buğulanan camlara kalp çizip içine İso ve İmge yazıyor.. :) (Neyse, Salı günü temizlik olacağı için ses çıkarmıyorum! :) ) Şaraplarımız, kitaplarımız, filmlerimiz, nargilemiz ve gece yarısından sonra Okan'ımız bizi bekliyor. Evde uzun saatler ve belki de günler boyunca keyif yapmayı özlemişiz meğer. Fonda kar olunca aklımıza geliyor bu plan... İyi ki de geliyor... İyi ki de kar yağıyor...


...Çünkü sana değdiğinden beri ellerim
Bütün kış dallarında tomurcuklar var
...

Öldün, Duydun Mu?

Yine Kumbaracı50, yine Altıdan Sonra Tiyatro, yine Yiğit Sertdemir'in yazıp yönettiği güzel bir tek perdelik oyun: Öldün, Duydun Mu? Geçen Cuma'nın programıydı bu güzel tiyatro oyunu, ama yazmak için ancak zaman bulabiliyorum.

Yiğit Sertdemir'in yazdığı metni yine çok başarılı bulduğumu söylemeliyim. Geçen sefer O.B.E.B'i izlerken bir dahaki gidişimizde oyunların metinlerinin olduğu kitapları da alacağımızı söylemiştim. Ve aldık da. Biraz zaman geçtikten sonra üç oyunun da metinlerini yeniden okumak istiyorum.

Üç kişilik bu oyunda aşağıdaki resimlerde küvete gömülü duran Erkan Kortan ölmüş bir adamı canlandırıyor. Canlandırıyor derken yalnızca başı dışarıda olduğu için yüz mimiklerine iş düşüyor haliyle. Öldüğünü ise ilk resimde yanıbaşında duran Masalcı'dan öğreniyor. Gülhan Kadim, ölen adamla aynı yollardan geçmiş reklamcı bir masalcı olarak çok başarılı. O.B.E.B'de bayılarak izlediğimiz isimlerden biri olan Aslı Can Kortan, burada Ebe rolünde. Yani Tanrı!


















Masalcı, adama öldüğünü bildiriyor ve hayatının masalını sayfa sayfa okumaya başlıyor. Zaman kısıtlı. Ebe ile birlikte bazı kısımları atlamaya, bazılarının üzerinde ise gereği kadar durmaya karar veriyorlar. Belki adam bazı şeyleri yeterince anlayabilirse, Ebe'nin kendisine bir şans daha vermesine hak kazanır, kim bilir! Üniversiteyi kazanmak, işsiz kaldığı bunaltıcı dönemler, ilk arabasını alması, askerlik yaparak geçirdiği aylar, iş başarıları, ilk aşkı gibi pek çok şeyi "geç" diyor Ebe! Hayatın ve ilişkilerin normal akışı içindeki durumlar için övgü ya da yergi beklenmesini doğru bulmuyor besbelli. Bu yüzleşme sırasında vicdanın huzursuz olduğu, iç dünyanın rahatsız olduğu konulara odaklanmakta yarar var!

Ben daha fazla anlatmayayım. Belki oyunun sürprizi falan vardır, ağzımdan kaçırırım yanlışlıkla, neme lazım! :) En iyisi siz gidip görün Altıdan Sonra Tiyatro'nun bu güzel oyununu. Ama Ocak ayı programında görünmediği için Şubat ayı programını takip edeceksiniz. Program ve biletler için de Kumbaracı50'nin web sayfasına buyrun lütfen!

İyi seyirler...

Mim: Kendimle İlgili 7 İlginç Bilgi

Spor salonu dışında bloglar aleminde de karşılaştığım sevgili Burcu tarafından mimlenmişim. Bu seferki mim ise bizden kendimizle ilgili 7 ilginç bilgiyi paylaşmamızı istiyormuş. Başlayalım bakalım, aklımıza neler gelecek...











1) Daha önce de bahsetmiştim diye hatırlıyorum ama ilginçlik denince aklıma ilk gelen özellik de bu oldu galiba. Kabuklu olan her şeyin kabuğunu yemeye bayılırım ben!! Kaplama fıstıklar, börek, ekmek, ay çöreği, poaça, aklınıza ne gelirse... Büyük bir ustalıkla kabuğu içinden ayırır ve mideme indiririm. İçi ise öyle yetim gibi kalıverir tabakta... Bir de portakal ve mandalina kabuklarının içindeki beyaz yerleri kemirme gibi bir durumum vardır ki sırf bu yüzden kalın kabuklularından alırım bu meyvelerin... Bir kabuk problemim var yani anlayacağınız... :)

2) Konuşurken burnum oynuyormuş!! Bazen kendimi kaptırmış harıl harıl bir şeyler anlatırken İso'cumun gülmemek için kendini zor tutarak burnuma bakmasıyla farkına vardığım, onun dışında unuttuğum bir özelliğimdir bu oynak burnum. Neyse, beterin beteri vardır... Ya burnum Pinokyo gibi olsaydı ne yapardım? :)

3) Geç kalmamak için her yere erken gitmek! O kadar abartılıdır ki bu özelliğim, her yere yarım saat ilâ bir saat erken giderim. Bir tür geç kalma fobisi diyelim! Bir de düzenli gittiğim yerlere hep aynı saatlerde gitme durumum vardır ki İso'ya göre kesinlikle tedavi olmamı gerektiren bir durumdur. Örneğin beş yıldır gittiğim spor merkezinin kayıtlarına bakılsa, saat 19.30'da başlayan dersler için 18.58 ile 19.03 arasında merkeze giriş yaptığım görülebilir. Ne bir dakika eksik ne bir dakika fazla! Aynı şekilde bankada çalıştığım dönemlerde şubeme ya da üniversitedeyken derslere giriş saatlerimde de hep aynı saatlere rastlamak mümkündür. Hayatım boyunca bankaya tek geç gidişim İso'nun beni arabayla bırakmayı teklif ettiği zamana rastlar. Üniversite hayatım boyunca da tek uyuyakalışım zaman konusunda en takıntılı hocalarımızdan Muhan Hoca'nın (nur içinde yatsın) sınavıdır. Neyse ki bir dakika kala yetişmiş ve kendisinin gazabından kurtulmuştum! Hâlâ evde bilgisayarı açış saatlerimin kaydı olsa, aynı takıntıyla iş yaptığımı görebilirdiniz.

4) Dönercilerin yanından geçerken korkarım! Neden mi? O döner etinin durduğu kılıç gibi ve kızgın metal parçanın bağlı olduğu yerden kurtulacağını ve üzerindeki sıcak dönerle birlikte üstüme düşeceğini düşünerek çekinirim. (Bir psikologa gitsem neler çıkacak bilinçaltımdan merak ediyorum doğrusu!)

5) Bir sinek türü var. Ya da uçan bir böcek. Adını bilmiyorum, ama feci bir vızıltısı vardır. Normal bir karasinek ya da sivrisinekten daha yoğun. Balkon direğinde ya da bir çamaşırın üstünde görüp de kovmak için terliğinizin ucuyla falan ittiğinizde "tak" diye ses çıkararak yere düşer. Hani sanki kabuklu bir fındık yere düşmüş gibi. Sonra da düştüğü yerden kalkıp o sesi çıkararak uçar ve dibinize kadar pike yapıp öyle uzaklaşır. İşte o sineği gördüğüm andan itibaren başlayan bu süreç içinde kollarım ve bacaklarımın her santimetrekaresi tavuk derisine dönüşür! Hiç abartmıyorum. Sesini tamamen duymayana kadar da öyle diken diken kalakalırım! Tüylerin diken diken olmasından farklı bir diklenme halidir ve hiç hoşlanmam bu durumdan! Balkon kullanılan ayların kabusudur! Sezon boyunca üç beş defa görsem de yeter bana!

6) 32 yaşındayım ama yoğun yaşlanma belirtileri gösteriyorum. Öyle böyle değil! İso'cum yakında pencereden mahallenin çocuklarına bağıran, onların toplarını falan yakalayıp kesen, beyaz saçlı, huysuz ihtiyarlara dönüşeceğimden korkmaya başladı. Böyle bir kalbim mi çarpıyor, tansiyonum olabilir mi, spor yaparken dizlerimdeki kıkırdaklara zarar veriyor muyumdur gibi sağlıkla ilgili olur olmaz düşünceler ve evham olayı başladı. Ya da film izlerken koltukta uyuyakalmalar. Korku filmlerine dayanıklılığın azalması. Ülker'in son reklamında ağlamak. Roller coaster'lara falan binememek. Daha pek çok örnek var buna benzer ama aklıma gelenler şimdilik bu kadar. Kısacası hızla yaşlanıyorum!

7) Mr. Muscle olmam! (Bundan da daha önce bir yerlerde bahsetmiş olabilirim.) Aynanın karşısına geçmiş önce kollarımı iki yana açarak göğsümüm üstünde kemikler çıkıp çıkmadığını, sonra karnımı içime çektiğimde göğüs kafesimin kemiklerinin çıkıp çıkmadığını, en son da yan dönüp kamburumu çıkarıp sırtımdaki kemiklerin çıkıp çıkmadığını kontrol ediyorsam bilin ki aslında tartılmak gibi basit bir eylemi gerçekleştiriyorumdur. Ama kollarımı Temel Reis gibi sıkıp, üst bacaklarımı ve kollarımı sallayıp, iki yanlara eğilip yağ ve kas oranıma da bakarım. Daha detaylı bir kilo analizi diyelim..:) Sonuç ise hep aynı çıkar: Kilo almışım!!! İso'cum'da beni izlerken "Mr. Muscle gibi hareketler yapacağına banyodaki tartıya çıkıp kurtulsana!!" der ama böyle bir durumda tartıya çıkmanın daha korkutucu olduğunu hiçbir zaman bilemez. Aslında bu hareketlerin hepsi tartıya çıkılacak doğru zamanı bulmak için yapılmaktadır. Çünkü tartı aşamasına geçmek için bütün kemiklerin net bir şekilde görülmesi gerekmektedir!! :)

Bunlar benim bana göre ilginç kategorisine giren özelliklerimdi. Şimdi de ilginç özelliklerini öğrenmek istediğim yedi kişiyi belirtmem gerekiyor. İşte benim mimlediklerim:

Kolyekolik
Ata
Iraz
Mügemmel
Ruh Dağı
Sevgi
Nymphea


Ödülü alanların, yukarıdaki fotografı yayınlaması, kendi hakkında 7 ilginç şey yazması, 7 kişiyi linklerini vererek ödüllendirmesi ve kendini ödüllendireni belirtmesi gerekiyormuş.

Bir de unutmadan söyleyeyim bu mim olayının emrivaki kategorisine girmesine karşı olduğumu daha önce de yazmıştım. O yüzden gerçekten canınız istiyorsa, keyif alacaksanız ve zamanınız varsa yazacağınızı, yoksa yazmayacağınızı düşünerek sizleri mimledim. "Off, durduk yerde bu da nereden çıktı, zamanım yok, canım istemiyor, vs" gibi her türlü mazeretiniz kabulümdür. Biz de bu tür konularda darılma, gücenme yoktur; paşa gönül kriterleri geçerlidir! Dökülün bakalım! :)

Görülesi Güzellikler...

Uzun zamandır aklımda olan iki görsel güzellikten bahsetmek istiyorum bugün. Bol resimli az yazılı bir post ile karşınızdayım anlayacağınız.

Birincisi Paris gezimiz sırasında Louvre Müzesi'nin de üzerinde bulunduğu ana caddelerden biri olan Rue de Rivoli'nin 172 numarasında bulunan Art Club Gallery. Önünden birkaç kez geçtim ve her seferinde içerideki kadın figürlerine bakmak için cama yapıştım. Hani adeta eski Türk filmlerindeki yoksul ve aç karakterin dönen kızarmış tavukları izlemesi gibi o muhteşem heykelciklere baktım. Burası yalnızca kadın heykellerinin değil, çeşitli kategorilerde tabloların ve hayvan figürleri veya değişik şekilleri olan heykellerin ve süs eşyalarının da olduğu bir galeri. Detaylar için web sayfasına bakabilirsiniz. Şahsen ben oradan içinde Küba esintileri olan süper bir desktop resmi buldum. Ama dediğim gibi en beğendiklerim bu heykeller arasındaki Josepha serisinin kadınları oldu. Aşağıdaki iki resim Josepha kadınlarından seçmelerden oluşmaktadır:
















Yine uzun zamandır sizlere bahsetmeyi düşündüğüm diğer bir isim ise Günseli Kapucu. Internet'te hakkında pek fazla bilgi bulamadığım bu ressamın şirin resimlerine bayıldım. Gördüğüm kadarıyla tablolarının kartpostalları da LÖSEV yararına satılıyormuş. Benim kendisini keşfetmem ise Aralık başında dedemi ziyaret için Adana'ya gittiğim zamana denk gelir. Adana'da yaşayanlar Metro Sokağı'ndaki Dilara's butiği bilirler. Genellikle yurtdışından getirdikleri inanılmaz zevkli süs eşyaları ve hediyelikleri satan Dilara's'ın alt katında ise sergiler düzenlendiğini öğrenmiş ve uğradığımız gün şans eseri Günseli Kapucu'nun da birkaç tablosunun yer aldığı bir sergiye denk gelmiştik. Pencerelerinin ahşap kenarlarına, önündeki teneke kaplarda duran çiçeklerine, taş sokaklarına ama özellikle minderlerine ve tül perdelerine bayıldım doğrusu. Bundan sonra takibimdeki isimlerden biri olacak. Aşağıdaki resme bakınca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız:














Güzellikleri paylaşmanın, paylaşana da paylaşılan kişilere de iyi geldiğine inanırım. Ben bu güzelleri çok sevmiştim. Dolayısıyla sizinle de paylaşmak istedim. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir. Hep güzelliklerde buluşmak dileğiyle...

Lezzet Keşifleri: Ara Kafe ve Cinnabon

Cuma akşamı tiyatroya gitmek için Dido ve Ongun'la buluştuk. Deja vu! Geçen haftaki planın aynısını bu kez Cuma akşamı gerçekleştirdik, ama tek bir farkla: bu kez tiyatrodan önceki kısmını kısa, sonraki kısmını ise beklenmedik kadar uzun tuttuk. Tiyatro çıkışı Şarabi'nin alt katında bir masaya kurulduk ve inanılmaz keyifli bir gece geçirdik. Çok güzel bir sohbet oldu. Daha doğrusu galiba olay biraz benim Dido'yla (ve Ongun'la) röportajıma dönüştü ya neyse. Konuyu dağıtmayayım. Ben size bu hafta sonunun iki önemli lezzet keşfinden kısaca bahsetmek için geldim buraya.

Dido ve Ongun Kumbaracı50'deki oyuna gitmeden önce hızlıca bir yemek için Ara Kafe'yi tercih etmişlerdi. İso ve ben yemek yemeyecektik, ama Beyoğlu'na gidince biz de onlara katılmak üzere sözleştik. Ara Kafe, Ara Güler'in atölyesinin altında açtığı, lezzetli yemekleri, güleryüzlü garsonları, hızlı servisi olan şirin bir kafe. Galatasaray Lisesi'nin yanında Yapı Kredi Yayınları'nın arkasındaki ara sokakta yer alan bu şirin kafeyi yaz kış tercih edebilirsiniz.

Canım tatlı istediği için ya sıcak çikolata ya da soğuk kahveli kremalı karışımlardan birini almayı düşündüm, ama sonra vazgeçtim. Tiyatroya giderken Starbucks'tan karamel frapuccino almaya karar verdim, çünkü genellikle kahve zincirleri haricindeki yerlerde söylediğim bu tür içecekler pek bir şeye benzemiyorlar. Ama İso'cum her zamanki gibi menüye baktı ve gözüne en değişik gelen şeyi söylemeye karar verdi: Meksika usulü sıcak çikolata! Masamıza bakan kız da "süper bir seçim yaptınız, çok güzeldir, biraz acılıdır, erimiş bitter çikolata gibidir, vs..." diye vurgulamasına rağmen ben hiç kulak asmadım ve kendimi İso'cumla dalga geçmeye hazırladım. (Çünkü genelde İso, menüdeki en değişik şeyi söyler ve genellikle garsonlar bile o yiyeceğin o menüde olduğunu unutmuşlardır, son on yıldır kimse böyle bir sipariş vermemiştir, şefe sipariş gittiğinde ise mutfakta muhtemelen şöyle bir sohbet döner: "Tembel herifler, size şu abuk subuk yemeği çıkarın menüden demiştim. Bir satır silmediniz diye başıma gelene bak! ne yapacağım ben şimdi!" Siparişi ileten garsonlar "Abi, sen aslansın kaplansın, halledersin" diyip sıvışırlar. Şefimiz de doğaçlama bir şeyler ortaya koyarak menüde yazan şeye uygun bir şekilde kendisini ifade etmeye çalışır. Sonuçta bizi bekleyen şey ise bir hüsrandır!)

Ama İso'cumun Meksika usulü sıcak çikolatası gelir gelmez bir yudum alıp da bu muhteşem şeyin tadına baktığımda gözlerim parladı! Hemen ben de bir tane söylemeye karar verdim. Yüzümdeki ifadeyi gören Dido ise tadına bile bakmadan, "garsonu kaçırırız da bir daha sipariş veremeyiz, o zaman ne olur halimiz, mazallah" gibi bir tavırla neredeyse ayağa fırlayarak el kol işaretleriyle siparişimizi verdi. :) Ben böyle bir sıcak çikolata hayatımda içmedim. Gerçekten süper bir lezzetti. Kış günlerinin vazgeçilmez Beyoğlu klasiği olmaya aday bir içecek olduğunu söyleyebilirim. İçtikçe ısındık, hareketlendik, yüzlerimiz renklendi ve durduk yerde pek bir mutlu olduk!! Siz de kesinlikle denemelisiniz. Yüzünüze yayılan o gevşek sırıtış ile birlikte de beni hatırlayın, olur mu? :)














İkinci lezzet önerim ise Metrocity'de yeni açılan Cinnabon'un tarçınlı ruloları olacak. 1985'te Seattle'da kurulan Cinnabon, artık pek çok eyalette ve 30'un üzerinde ülkede bulunan dünya çapında bir marka durumuna gelmiş. Gözünüzün önünde taptaze pişirilen bu nefis rulolarda dünyanın en kaliteli tarçını olarak bilinen Endonezya 'dan getirtilen Makara tarçını kullanılıyormuş. Bir süredir Metrocity'de gözüme çarpan, ama kocacım sayesinde denediğim bu muhteşem lezzeti de sizlerle paylaşmak istedim. Kahvenin yanında süper giden bir tatlı olduğunu söyleyeyim. Favorim ise Caramel Pecanbon oldu. Karamel soslu ve bol cevizli! Hımmm, süper!! (Umarım yanılırım ama Cinnabon'un Türkiye macerası pek de uzun ömürlü olmayabilir gibi geldi bana, çünkü vitrininin albenisi pek yüksek değil, tanıtımı iyi yapılmıyor, biz oradayken bile bunun ne olduğunu soranlara "tarçınlı donut gibi bir şey işte" falan denildiğini duyduk. O yüzden yiyebildiğiniz kadar yiyin bence! :) )

Neyse, bu lezzet deneyimlerinden sonra ne yapıyoruz? Elbette bir dahaki hafta sonuna kadar rejime giriyoruz! Bir de yenilikçi kocamıza kocaman teşekkürlerimizi göndermeyi unutmuyoruz! Teşekkürler, İso'cuuuumm!!! :)

Soul Kitchen

Çarşamba akşamı sonunda Fatih Akın'ın Soul Kitchen filmini izledik. Eksik kalmayayım ben de yorumlarımı yazayım diye geçtim bilgisayarımın başına. Etrafımdaki herkesten çok olumlu yorumlar aldığım bu filmi ben de keyifle izledim diyebilirim. Ancak galiba bu kadar çok olumlu yorum duymanın bir dezavantajı olarak beklentilerimi fazla yüksek tutmuşum, çünkü kendisini "beğendim ama bayılmadım" kategorisindeki filmler arasına yerleştirdim. Eğlencelik bir film. Yormuyor, zorlamıyor, akıp gidiyor. Aklımda kalan birçok noktadan biri filmin müzikleri. (Bundan sonra yazacaklarımı ise henüz izlememiş olanlar okumak istemeyebilirler. O yüzden dikkat!)



















Diğer önemli bir nokta ise Birol Ünel. Onu izlemek her zamanki gibi çok keyifliydi. Canlandırdığı o tavizsiz, hafif çatlak ve yenilikçi şef tiplemesi de filmdeki favorimdi!

Kazantsakis kardeşler oyunculuk olarak çok başarılıydılar. Rollerine cuk oturan tipleri vardı. Ancak Zinos'taki peygamber sabrı, iyiliği ve naifliği, yaşadığı her türlü fiziksel ve duygusal olumsuzluğa rağmen yıkılmayıp, bu kadar ayakta kalmasını biraz abartılı buldum. Film boyunca devam eden bel ağrısı oturduğum yerde bana fenalıklar geçirtti. En sonunda Yunanlının bel ağrısına Türk oğlu Türk Kemik Kıran Kemal'in deva olması da manidardı. :)

Uğur Yücel, küçük bir rol olan Kemik Kıran Kemal rolünde her zamanki gibi süperdi. Kırık çıkıkçı kemik kıranın hastalarını kabul ettiği ortam, çaycı teyze, çay bardakları ve tepsisi, halılar, sedirler ve falzasıyla içe dönük yaşam tarzının yansıtılma şeklini de başarılı bulduğumu söyleyeyim.

Illias'ın sevgilisinin kendisinin bir hapishane mahkumu olduğunu kardeşinden duyduğunu öğrendiğinde boynundaki haç kolyeyi çıkarıp, kardeşinin Soul Kitchen'ı kendisine devredeceğini öğrendiğinde yeniden boynuna takması filmdeki hoşuma giden detaylardan biriydi.

En sonunda Neumann'ın da hapse girmesi, babaannenin cenazesi, açık artırmada teklif verenlerden birinin boğazına kaçan düğme sonucu öksürük krizine tutulması ve o arada Zinos'un teklifi 15 EURO (!) daha artırarak Soul Kitchen'ına kavuşması gibi bölümleri de fazlasıyla abartılı bulduğumu ve gözüme battıklarını da belirteyim.

Neyse, sonuçta keyifle izlenebilecek bir Fatih Akın hikayesi. Ellerine sağlık diyor ve huzurlarınızda kendisini tebrik ediyorum. Ama sinemada kaçıracak olursanız evde DVD'sini de aynı keyifle izleyebileceğiniz filmlerden biri Soul Kitchen. Benim ruhuma iyi gelen ise yine Astoria'daki Cinebonus oldu! (Gerçi Segafredo sıcak çikolatam yine kalmamıştı ama olsun.) Zaten o kıpkırmızı ortamına oldum olası bayılırım oradaki sinemanın. Cinebonus rahatlığı ve kalitesi de tartışılmaz. Bir de o kırmızı tuvaletler yok mu?! İnsan o kıpkırmızı duvarlar, aynalar ve ışıklar arasında pek bir artiz hissediyor kendini. Aynaları da kesin zayıf gösteriyor. Benden söylemesi.:)

Kumbaracı50'de Süper Bir Oyun: O.B.E.B

Cumartesi günü Dido ve Ongun'la buluşarak önce uzun zamandır gitmediğimiz Pano'da bir şeyler yiyip içtik, sonra da süper bir oyuna gittik. Sizlere Altıdan Sonra Tiyatro'dan daha önce de bahsetmiştim. Hatta 444 adlı oyunlarını da şiddetle tavsiye ettiğimi söylemiştim (şu an blogumun sağ üst köşesinde "öneri" bölümünde yer alan afişine, daha sonra ise buraya tıklayarak oyun hakkında detaylı bilgi alabilirsiniz). Çoğunluğu İTÜ'den mezun mimar ve mühendislerin bir araya gelerek 1999 yılında kurduğu bir grup olan Altıdan Sonra Tiyatro'nun artık sahne aramak gibi bir derdi de kalmamış sayılır, çünkü artık Kumbaracı50'de oynuyorlar.

Yani artık Leb-i Derya'ya gitmek dışında tiyatroya gitmek için de Kumbaracı Yokuşu'na gelmeniz gerekecek. 50 numarada yer alan bu derli toplu mekanın web sayfasında yer alan programını mutlaka inceleyin. Biz şimdiden Ocak ayında iki oyun için daha biletlerimizi aldık. Ve şunu da kesinlikle söyleyebilirim: bundan sonra Altıdan Sonra Tiyatro ve Yiğit Sertdemir adını duyduğum her oyuna gözüm kapalı bilet alırım.

Yiğit Sertdemir, 444, Öldün Duydun mu ve O.B.E.B gibi oyunların yazarı. 444 dışında kalan oyunların aynı zamanda yönetmeni de. Öldün, Duydun Mu oyunu dışındaki oyunlarda oyuncu da. Anlayacağınız on parmağında on marifet biri. Ucundan kenarından okuma ve yazma ile ilgili olan herkesin gıpta ile bakacağından emin olduğum bir metin O.B.E.B'in metni. Ya da 444'teki fikrin yaratıcılığı. Ve son derece ciddi ve önemli konuları ele alırken ve eleştirirken bile koruduğu o eğlenceli anlatım tarzı. Yiğit Sertdemir, favori oyun yazarlarım arasındaki yerini almış bulunuyor. Bu hafta başka bir oyunlarına gittiğimde girişte satılan oyun metinlerinin yer aldığı kitaplardan da almayı düşünüyorum. Oyunları izlemenin dışında metinlerini sonradan bir kez daha okumanın da çok keyifli olacağını düşünüyorum.








O.B.E.B adı üstünde Ortak Bölenlerin En Büyüğü. Yani ortada bir Bölen var. Aslında ortak amaç doğrultusunda hareket eden birçok Bölen var ama ana Bölen'e O.B.E.B diyoruz. O.B.E.B'in elbette bir Bölme Planı bulunuyor. Bunun için de değişik yöntemler kullanıyor. Bir psikolog ve yardımcısı aracılığıyla değişik kişilik gruplarından insanlar üzerinde hedefe yönelik bir Dönüştürme programı yürütülüyor. Bölen'in planları doğrultusunda dönen dönene derken bir süre sonra işler çığırından çıkıyor ve artık dönülemez bir kaosa giriyor. Dönüştürülecek farklı insanların hepsinin kadın olmaları da cabası. Bu kadarını söylemem yeterli olmuştur diye düşünüyorum. 2005 yılında verilen 5.Lions Tiyatro Ödülleri'nde bu oyun ile Yılın En Başarılı Oyun Yazarı Yiğit Sertdemir olurken En Başarılı Kadın Oyuncusu ise Aslı Can Kortan olmuş. Bana sorarsanız oyuncuların hepsi de birbirinden başarılıydı. Ayrıca uzun zamandır bu kadar güldüğümü de hatırlamıyorum.

Biletler için Biletix'e de gerek yok. Arayın Kumbaracı50'yi, Nilgün Hanım'la konuşarak ayırtın yerinizi ve oyun günü biletinizi alarak izleyin bu keyifli oyunu. Böyle bir grupla tanıştıktan sonra yüzünüzde kocaman bir gülümseme ile salondan ayrılırken içinizin geleceğe dair umut ve coşkuyla dolacağını garanti ederim.

Kumbaracı50 Telefonlar:
(212) 243 50 51 / (532) 255 55 80


(Not: Resmi de Kumbaracı50'nin web sayfasından aldım.)

İyi seyirler.

Beyaz Perdede Gezinti

"Ortaya karışık" konseptli yazılarımdan biriyle daha karşınızdayım. Gelir gelmez izlediğimiz Pedro Almodovar'ın gözdesi (ve benim de gözdelerimden) Penelope Cruz'u başrolde oynattığı Kırık Kucaklaşmalar filmini seveceğimi biliyordum ve gerçekten de sevdim. Bu yorum önyargılı bir yorum olabilir mi? Evet, olabilir. Zira çok enteresan konuları olmasa da (hatta biraz arabesk konular olduğu bile söylenebilir), karamsarlık ve hüzün dozu yüksek olabilse de ve büyük bütçeli, hareketli, havalı Hollywood filmlerine hiç benzemese de ben Almodovar'ın o kendine has tarzına bayılıyorum. Ayrıca Penelope Cruz'un oyunculuğunu çok doğal ve başarılı buluyorum ve Dönüş filminde olduğu gibi burada da Almodovar ile birbirlerine çok yakıştıklarını düşünüyorum. Ayrıca bu filmde Lena ile yazar Hanry Caine'in sevişme sahnesini de çok başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Bu kadar doğal, o tutkuyu ve aşkı yansıtan ve hiçbir şekilde basitliğe kaçmayan bir sahnenin çekiminin çok büyük bir başarı olduğunu düşünüyorum. (Ve Penelope ne kadar şanslı olduğunun farkında mı acaba? Eğer Türk bir oyuncu olsaydı filminden önce o sahnenin görüntüleri boy boy gazetelerde ve ekranlarda gösterilecek, diğer kadın oyunculara mikrofon uzatılacak ve onlar da "Ayyy, ben asla yapmam öyle şeyler," diyecekler, sonra sevgilisi Javier Bardem'in bu sahneyle ilgili ne dediği sorulacak, kırk tane "ayrılıyorlar mı?" haberi yapılacak ve en sonunda canından bezdirilen kadıncağız küskünler ordusuna katılacaktı!!) Bence kesinlikle izlenmeye değer bir film. Tavsiye ediyorum.














Hoşuma gidenler arasında ikinci isim filmden çok bir oyuncu ismi olacak. Geçen hafta Kanal D'de verilen Güz Sancısı adlı filmi izledim. Sinemaya geldiği dönemde izleyememiştim, o yüzden büyük bir hevesle ekranın başına geçtim, ama pek de umduğumu bulamadım. Sanki böyle bir konu çok daha etkili işlenebilirmiş gibi geldi bana. Son on beş dakikası dışında çok da etkilenmeden izlediğim bu filmde de bir kez daha gördüm ki Beren Saat ekrana çok yakışan bir oyuncu. Cesur bir kadın olması da en takdir ettiğim yönlerinden biri. Üstlendiği her rolün altından kalkabilen ve bence çok müthiş bir enerji yayan bir kadın. Keşke onun gibi genç oyuncuların sayısı daha da artsa.

Başka Dilde Aşk filmini inanılmaz merak etmeme, kadrosunu çok beğenmeme ve gitmek istememe rağmen gidememiş olduğumu üzülerek bildiriyorum. Çünkü ya çoook uzaklardaki sinemalarda oynuyordu ya da abuk saatlerde... Zaten bir sürü sinema olan İstanbul'da bile çok kısa vizyonda kaldı. DVD'sini bekleyeceğiz artık mecburen. İzlemememe rağmen elimde olmayarak cep doldurma kaygısıyla harcanan filmlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Haftaya film yorumlarına güvendiğim Ata'nın ve Kolyekolik'in çok beğendikleri Soul Kitchen ve en sona kalanlardan biri olarak Avatar'ı görmeyi planlıyorum. Bakalım başarabilecek miyim?

Batılının Doğu Sevdası

Tersini görmeye alışığız ama değişiklik olsun diyip de Batılının Doğu Sevdasını görmek isterseniz adresiniz Teşvikiye'de bulunan Galeri Işık olsun. Feyziye Mektepleri Vakfı’na ait olan Galeri Işık, Teşvikiye Camii'ni geçer geçmez karakolun hemen karşısında gözünüze çarpacak.

16 Ocak'a kadar gezebileceğiniz bu keyifli sergide İstanbul'dan ilham alan oryantalist sanatçıların başyapıtlarını görebilirsiniz. 46 ünlü oryantalist ressama ait toplam 68 eserin sergilendiği galeride eserlerden 54’ünün ilk defa sergilendiğini hatırlatayım. Eğer siz de benim gibi oryantalist resimden hoşlanıyorsanız aralarında Fausto Zonaro, Leonardo de Mango, Hayette, Ziem, Ussi gibi birçok ünlü ressamın eserlerinin de bulunduğu bu sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

Aşağıdaki 18. ve 19. yüzyılı yansıtan örneklerde İstanbul'un değişik semtlerinden görüntüler ve saraylı müzisyenleri görüyorsunuz:















Ama oradan bakmakla olmaz! Hadi bakalım, doğru Nişantaşı'na. Sergiden sonra henüz benim de denemediğim Quick China'yı deneyebilir, daha sonra da City's'in sinemasına gidebilirsiniz. Yarın için süper bir günlük plan yaptım işte size, bence hemen hazırlanmaya başlayın!!

İyi eğlenceler...

Dr. İmge Öneriyor: Sensodyne Total Care ve Oralmedic!

Sizlere ilk kez sağlık konusunda bir tavsiyede bulunacağım ve eminim aft acısı çekenler bu yazıdan sonra bana dua edecekler.

Son yedi sekiz aydır en az iki haftada bir ağzımda aft(lar) çıkıyordu. Sürekli tekrar eden aftların pek çok nedenden kaynaklanabileceğini duymuşsunuzdur. Sık tükettiğiniz bir gıda maddesinden, strese, kullandığınız diş macunundan tutun da Behçet hastalığına kadar pek çok nedeni olabilir bu sevimsiz şeylerin. Bende de süreklilik artınca artık bir çözüm arayışına girmek farz oldu. Birçok tetkik sonrasında B vitamini, selenyum, folik asit seviyelerimde bir sorun olmadığı ama demir depolarımın neredeyse sıfırlanmış olduğu ortaya çıktı. Şimdi aylarca demir hapı kullanmam gerekiyor ve ilk bir ayı bitirdim sayılır. Sorunun asıl kaynağını bulmuş olduğumu ümit ediyorum.

Ayrıca yaptığım araştırmalar ve doktor konuşmaları sonrasında diş macunlarında bulunan "sodium lauryl sulfate" adlı maddenin de ağız içi dokusunun koruyucu tabakası üzerinde kurutucu etki yaparak, bu dokuyu turunçgiller veya alkol gibi asidik gıdalara karşı daha hassas bir hale getirebildiğini ve dolayısıyla da aft oluşumunu artırıcı etkisi olduğunu öğrendim. Hatta o kadar ki yapılan araştırmalar sonucunda bu maddeyi içeren diş macunlarının kullanımı kesildiğinde insanların da yaklaşık yüzde 80'inin bir daha aft problemi yaşamadıkları ortaya çıkmış. İmgeleme olarak Migros'un ve Real'in diş macunu bölümlerinde bulunan diş macunu markaları üzerinde yaptığım araştırmanın sonucunda içinde sodium lauryl sulfate olmayan tek diş macununun Sensodyne Total Care olduğunu gördüm. Ben kullanmaya başlıyorum, ama henüz bir şeyler söylemek için elbette çok erken. Yine de aft problemi yaşayanların aklında olması gereken bir nokta olarak buraya not düşmek istedim.

Bu arada demir hapı kullandığım süre içinde de aft çıkmaya devam edebilir demişti bu hapları kullanmamı öneren doktor arkadaşım Burçak. Gerçekten de öyle oldu. Yılbaşına doğru ağzımın çeşitli yerlerinde çıkan üç tane aftla birlikte neredeyse acıdan konuşamaz hale gelmişken denemediğim tek ilacı da denemeye karar verdim: Oralmedic! Bunun en birinci nedeni de yılbaşında içmeyi planladığım Kavaklıdere Selection Boğazkere-Öküzgözü'nün tadını alabilmekti!! :) İçimden "kesin bu da işe yaramıyordur" diye düşünüyordum. Çünkü daha önce kullandığım Pyralvex, Kenacort, dut şurubu, ağzını mor renge boyayan aptal bir ilaç ve Tanflex ve benzeri bir sürü ilaç işe yaramamıştı. Ama Oralmedic adlı bu mucize ilaç gerçekten de kutusunda yazdığı gibi aft acısını anında yok etti. Sürer sürmez ilk anda duyduğunuz acıdan dolayı bayılmazsanız gerçekten de bir daha aft acısı duymuyorsunuz! Aftın kendisi yine bir hafta on gün içinde iyileşiyor, oradan size el salladığını görüyorsunuz, ama o korkunç acısı yok oluyor! Bu acıyı çekenler de bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu bilirler.

Ben şahsen demir depolarımın dolmasıyla birlikte bir iki ay içinde bu ıstırap verici sorundan temelli kurtulacağımı düşünüyorum. O arada da aft çıkmaya devam ederse artık umurumda değil! Silahımı kuşandım, savaşa hazırım! :)

Not: Sağlık konusunda son bir bilgi daha vereyim elim değmişken: demir hapları kilo aldırmaz ve su toplamasına falan neden olmazmış! Son bir aydır kendimi pek bir şiş gördüğümden dolayı suçu hemen demir haplarına atabilmek umuduyla hevesle Burçak'ı aradım ve ağzımın payını aldım: "Demir hapı kilo aldırmaz, İmge! Su da toplatmaz! Ama iştah açar, istersen son bir aydır yiyip içtiklerini bir gözden geçir!!!"

(Bu olmadı işte! Yiyip içtiklerimi gözden geçirmekmiş! Peaah!! "Demir hapı kullanıyorum şekerim, ondan biraz kilo aldım bu aralar," demek varken işin yoksa yediğine içtiğine dikkat et! Hayat hep bu kadar zor olmak zorunda mı? :))

Pornografi

G-Mall'dayız.. Ama bu kez sinema için değil, farklı bir nedenle geldik buraya .. DOT'un DOT Bilsarda'dan sonraki ikinci mobil projesi DOT Marsta kapsamında bizlere sunduğu Pornografi oyununu izleyeceğiz. Yine küçük bir grup halinde karanlık bir odaya toplanacağız ve inanılmaz etkili bir gösteri izleyeceğiz.


















Oyunun yazarı Simon Stephens 1971'de İngiltere'de doğmuş ve 2005'ten bu yana Londra Royal Court Tiyatrosu'nun edebi biriminde çalışıyormuş. İçinde yaşadığımız rastgele şiddet dünyasını acımasız ve gerçekçi bir biçimde aktaran bu başarılı oyun yazarının son dönem oyunlarının tümünde politik bir boyut da bulunduğunu hatırlatayım. 2008 yılında yazdığı Pornografi adlı oyun için de aynı şey geçerli.

Murat Daltaban'ın yönettiği oyunun sertlik dozunun Mısır Apartmanı'na nazaran bir derece daha düşük olduğunu söyleyebilirim, ama merak etmeyin, etkililik dozunda bir düşüş yok. Yedi farklı bölüm içinde yedi tane sıradan hayat kesiti görüyoruz. Hepsinin ortak özelliği Londra'da olmaları ve aynı altı günlük süreç içinde yaşadıkları ve hissettikleri. Bu altı günlük süreç ise 2005 yılının Temmuz ayında gerçekleşen dört olayı kapsıyor. Bu önemli olaylar ise Live 8 Konserleri, G8 Zirvesi Toplantıları, Londra'nın 2012 Olimpiyat Şehri seçilmesi ve sonucunda onlarca kişinin ölüdüğü, üç metro istasyonu ve bir otobüse yapılan terör saldırısı. Bu denli önemli olayların insanların hayatları ve daha da önemlisi iç dünyaları üzerindeki etkilerinden yola çıkarak anlatılan açığa çıkmış duygular, duygusal patlamalar, bunalımlar, yalnızlık, kayıtsızlık ve yabancılaşma hallerini izliyoruz.

Hatice Aslan, İpek Bilgin, Emre Yetim, Berrak Kuş, Cemil Büyükdöğerli, Umut Kurt, Gizem Erdem ve Hakan Meriçliler'in rol aldıkları oyundaki favorilerime gelince... Son bölümde çıkan ve yalnız ve yaşlı bir kadını canlandıran İpek Bilgin'e bayıldım. İlk bölümde çıkan ve evli, bir çocuğu olan, hafif bunalımlı bir şehir kadınını canlandıran Hatice Aslan çok başarılıydı. Önceden Ali Poyrazoğlu'nun Tak Tak Takıntısı'nda izlediğimiz Berrak Kuş ve DOT'un başka oyunlarında da yer alan Cemil Büyükdöğerli'nin birlikte iki kardeşi oynadıkları bölüm çok etkileyiciydi. Bir de Umut Kurt'un hikayesine ve anlatış tarzına da bayıldım.

Biri beni durdursun lütfen!! Gördüğünüz gibi bana kalırsa ben DOT'un tüm oyuncularına ve oyunlarına bayılıyorum... Aklıma gelmişken Mars Entertainment Group'a da bayılıyorum. Acaba buradan yola çıkarak DOTMarsta'nın benim için mükemmel bileşim olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle! Evet, adı üstünde mobil proje, ama DOT önümüzdeki sezonlarda da Mars'tan seslense bizlere bence süper olur. Ne dersiniz?

Biletler için buraya buyrun. Oyuna gitmeden önce de şu videoya bir göz atmak isteyebilirsiniz belki...

İyi seyirler!

Vavien'in Düşündürdükleri

"Kimse yüzde yüz kötü olamaz," denir ya... Gerçekten doğru mudur? Aklı sadece kötülüğe çalışan yüzde yüz kötü niyetli insanlar var mıdır?

Kötülük, onun farkında olan ve onu bilip de yokmuş gibi davranan insanlar sayesinde büyüyüp, serpilecek verimli ortamını bulmuş mu olur?

Sevdiğin ve yakın olduğun bir kişinin kötülüğünü nasıl anlayabilirsin? O kadar yakınına karşı bile kafanda soru işaretleri olursa asıl sen kötü niyetli bir yaklaşım göstermiş olmaz mısın?

Sevgi ve güvenin gözünü kör etmesi iyi bir his midir? Peki, kör olan gözlerinin göremedikleri şeyler yaşamsal şeylerse ne olur? Yaşamın pahasına sevgi ve güven körlüğü yaşamak saflık olabilir mi?














Safların (veya saflık derecesinde iyi niyetli olanların diyelim) başlarına gelenlerden, bu düzenden, yaşadıkları ortamdan, vs şikayet etme hakları var mıdır? Ya da hayatlarındaki kötüyü ve olumsuzu görmemeye, duymamaya, anlamamaya meyilli oldukları için zaten şikayet falan etmezler mi?

Üç maymunu oynamanın yararlı bir yanı var mıdır?

Bu filmin 'mutlu son gibi' bitmesinden şöyle bir sonuç çıkarılabilir mi? Bu dünyada da genel olarak iki grup vardır: becerenler ve becerilenler. Becerilenler saf ve sessiz oldukları sürece ruhları bile duymadan becerilmeye devam ederler. Hatta becerenler ustaca bir manevra ile hiçbir şey yapmadan bile çok şey yapmış gibi görünebilirler. Becerilenler ise bırakın becerildiklerini fark etmeyi, uzuuun bir ön sevişme sonrasında muhteşem bir orgazma ulaştıklarını bile düşünebilirler.

Sonuç: Kötülük kazanır, ama her şey çok iyi görünür!

Binnur Kaya ve Engin Günaydın başta olmak üzere oyuncuların hepsi de ağız açık izlenir. (İlker Aksum'un o beş dakikalık sahnesi dahil olmak üzere...) Filmin sonunu böyle bitiren Taylan Biraderler'e önce kızılır, sonra üzerimizde daha fazla etki bıraktığı fark edilip, filmi izledikten bir hayli sonra "vay be, aslında böyle daha etkili olmuş, gördün mü çıktığımızdan beri hâlâ filmi konuşuyoruz" denir. Bu güzel ve etkileyici film izlenir izlenmez eve gelinip, bloga yazılır ve sizlere de tavsiye edilir.

İyi seyirler...

Yahşi Batı ve Ninni (ve Kazanan Yalnızdır)

Yılın ilk gününde merakla beklediğimiz Yahşi Batı için en arka sıranın ortasından yerlerimizi ayırttık ve 2010'a sağlıklı başlayalım ki öyle devam edelim diye düşünerek ve bir gün önceki yılbaşı soframızın etkilerini üzerimizden atmak için önce spora gittik. Akşam yemeği sonrasında bu kez de bahar gibi havanın tadını çıkarmak için yürüyerek G-Mall'a giderek koltuklarımıza kurulduk. Yahşi Batı başladı. İlk yarının sonuna geldiğimizde yalnızca bir iki tane espriye ve Cem Yılmaz'ın bazı yüz ifadelerine gülebilmiştik. Hatta ilk yarının sıkıcı bile olduğunu söyleyebilirim. İkinci yarı biraz daha hareketliydi ama ben bu filmden diğer Cem Yılmaz filmlerinden aldığım tadı hiç alamadım doğrusu. Hem de bilirsiniz, ben feci bir Cem Yılmaz hayranıyım. Şimdiye kadar her yaptığı işi çok beğenerek izledim ve bundan sonra da yine ilk izleyenlerden biri olmaya devam edeceğim. Ama sanki Cem Yılmaz bu filmde kendi potansiyelinin çok altında, çok ortalama bir film çıkarmış gibi geldi bana. Espriler vasattı. İsimler (Kızılkayalar, Bambi, İstenmeyen Tüy, vs) ve birtakım göndermeler (Jack Daniel, Johnnie Walker, Brokeback Mountains, Obama, vs) güzeldi. Karagöz oynatma ve Demet Evgar'la kanto sahnesi çok okul müsameresi havasındaydı. Yağlı güreş, bana ismi lazım değil serinin üçüncü filmini çeken birilerini hatırlattı!! Sonuçta şahsen Cem Yılmaz'dan kesinlikle daha keyifli bir film beklerdim. En bayıldığım sahne ve oyunculuk ise Brokebackli gay kovboy rolündeki Uğur Polat'ın olduğu sahnelerdi (filmin bitimindeki kamera arkası görüntüleri de dahil). Zaten bayıldığım bir oyuncuyu bir de bu rolde görmek beni çok eğlendirdi ve Uğur Polat beni bir kez daha oyunculuğuna hayran bıraktı. (Resim buradan alınmıştır.)

Sırada şarkı paylaşımı var. Şarkı değil de ninni mi desem acaba? Hatta rap ninni mi desem? Hatta politik mesajı olan bir rap ninni de diyebiliriz. En bayıldığım ve duruşuna hayran olduğum Türk sanatçılardan biri olan Candan Erçetin insanları uyutmak değil uyandırmak için bir ninni yapmış. Sözlerini Aylin Atalay ile birlikte yazdığı bu cesur ninni için kendisine buradan kocaman bir alkış ve teşekkür göndermek istiyorum. Candan Erçetin Ninni'nin olduğu yeni albümünün teşekkür yazısında da şöyle demiş: "Tam 5 yıl, 5 ay, 27 gündür susuyorum. Yaşıyorum, görüyorum, hissediyorum, düşünüyorum, yazıyorum ama susuyorum... Sanırım artık bir şeyler söylemenin zamanıdır..” (Bu paragrafta verdiğim Youtube linkini açamayanlar şarkının sözlerine buradan da bakabilirler. Tahmin edebileceğiniz üzere resmi de buradan aldım.)

Not: Bu arada şu an okuduğum (ve her an yarıda bırakabileceğim) kitap ise Paulo Coelho'nun Kazanan Yalnızdır adlı romanı, ama yarıya gelmiş olmama rağmen hâlâ daha beni içine alamamış bir roman olduğunu söylemeliyim. Paulo Coelho hayranı değilimdir ve her çıkan romanını da okuduğumu söyleyemem. Ama hepsinin konusunu az çok bilirim ve etrafımda da severek okuyan kişiler olduğu için onların da olumlu yorumlarını dinlemişimdir. Belki de Simyacı ve Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım dışında hiçbir kitabını okumayarak uzun bir aradan sonra dönüş yaptığım için pek adapte olamadım kitaba... Bir de çoksatanlarla ilgili bir derdim yok, ama yine o tribünlere oynayan tarzı görür gibi oldum ben bu kitapta, hoşlanamıyorum o yüzden bir türlü. Fikrim değişirse kitapla ilgili olumlu bir şeyler yazarım, ama değişmezse bilin ki sonuna kadar bu hislerle ve baygınlık geçirerek okumuş ya da yarıda bırakmışımdır. :)