Dört Gözle Beklenen Film ve Bir Kitap

Inarritu'nun yönetmenliğini yaptığı tüm filmlere bayılmış biri olarak ve Javier Bardem'i de uzun zamandır favori oyuncularım arasına aldığım için Biutiful'u da aylardır dört gözle bekliyordum. Hatta Astoria'daki sinemaya her gidişimizde aylar öncesinden asılan afişini gördükçe heyecanlanıyordum bile diyebilirim. Sonunda buluşma zamanı geldi çattı. Biutiful 28 Ocak'ta geldi, ama ne geliş! Filmin ilk günü için yer ayırtmış olan bendeniz filmle birlikte adeta dağıldım diyebilirim.



Barselona gibi güzel, cıvıl cıvıl, canlı, eğlenceli bir şehrin arka sokaklarında neler olduğunu merak ediyor musunuz? O muhteşem güzellikteki liman bölgesindeki dev balık heykelinin bulunduğu kumsala cansız bedenleri vuran kaçak Çinli işçiler de Barselona'yı güzel mi görüyorlardı dersiniz? Ya da sokaklarda sahte çanta satarak geçimini sağlamaya çalışan Senegalli bir adamın gözünden nasıl görünüyordur bu güzel şehir? Peki, ya bu tür "kirli işlerle" acınası durumdaki masöz (!) karısına bırakamadığı iki çocuğuna bakmaya çalışan hasta bir adam şehrin, hatta hayatın ne kadarını görüyordur dersiniz? İşte o adam Uxbal (Javier Bardem) ve hikaye de o adamın hayatını merkez alıyor. Ve bizi darmadağın ediyor. Diğer hayatlar ise yan hikayeler olarak filmin etkisini artırıyor diyebiliriz. O yaşam koşulları ve verilen mücadele insanın içini acıtıyor. O kadar gerçek ve o kadar üzücü ki her şeye rağmen o yaşama bile tutunma çabası.

Bu yaşam kesitini ve karakterin iç dünyasını bu kadar başarılı verebilecek en iyi yönetmenlerden birinin Inarritu olduğunu düşünüyorum. Javier Bardem'i de özellikle bu rol için düşünmüş olması inanılmaz isabetli bir karar olmuş bence. Bardem'i İçimdeki Deniz filminden bu yana hayranı olarak bu filmde de izlemekten çok zevk aldığımı söylemeliyim. "Inarritu bana bir rol değil, hayat tecrübesi önerdi," demiş Uxbal rolü için. O hayat tecrübesinin altından ancak Bardem gibi usta bir oyuncu kalkardı zaten. Filmde öne çıkan diğer isim de Uxbal'ın karısı Marambra rolündeki Maricel Álvarez. Karakterin o zavallı, dengesiz ruh haline sahip, isterik halini o kadar iyi yansıtmış ki. Biutiful, gerçekliğiyle içinizi bunaltacak ama kesinlikle izlemeye değer bir film. Bence kaçırmayın.

Kitap önerim ise Serablog'da gördükten sonra okumaya karar verdiğim J.M.Coetzee'nin 2003 Nobel Edebiyat Ödülü ve 1999 Booker Roman Ödülü almış Utanç kitabı. Bir İlknur Özdemir çevirisi olduğu için de ayrıca keyifle okuduğum bu kitabın da çok iç açıcı bir konusu olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama ilgiyle okuyacağınıza eminim. Romanda orta yaşlı bir profesörün öğrencisiyle ilişkiye girmesinden sonra akademik çevresinden dışlanması konu ediliyor. Bunu büyük bir utanç meselesi olarak görmeyen ana karakter David Lurie, bir süre kızı Lucy'nin seçtiği çiftlik yaşamında zaman geçirmek üzere şehirden ayrılıyor. Burada da utancın farklı bir türüyle karşılaşan David'in belki de ancak o zaman geriye dönüp kendi yaşadıklarını sorgulamaya başlamasına tanık oluyoruz. Bir yandan da Güney Afrika'daki yaşamın gerçeklerine..

İşlediği konular itibariyle rahatsız edici ama son derece etkileyici bir filme ve bir kitaba yer verdim bugün. N'apalım, hayat her zaman "tatlı hayat" halinde yaşanmıyor ne yazık ki. Bunlar da belki birçoğumuza uzak, ama son derece "acı gerçekler"di. Bu yaşamlara da dokunmakta yarar var diye düşünüyorum, ne dersiniz?

Bu Seferkini de Atlattık! :)


Bu ayın "hassas" dönemini de "en hassas" şekilde atlattıktan sonra hafta sonu neşesi olarak yukarıdaki resmi sizinle paylaşayım dedim. Sahi bir bünye daha ne kadar dayanır böyle inişlere-çıkışlara;

bir anda ruhen çöküp, iki dakika sonra gözünden yaşlar gelerek gülmeye, sonra aynı gülüşü kesintisiz bir şekilde hüngür hüngür ağlamaya bağlamaya;

bir tabak çerezin üstüne bir paket çikolata yiyip sonra ayran içmeye (!);

sonra nutella ve cips kısır döngüsüne girerek ruhsal bunalımına bir de sivilceler eklemeye;

çeviri yaparken bir anda arkadaşlarından birinin Facebook'ta yüklediği ve bilmem kaçıncı kez dinlediği Mercan Dede'nin 800'ünü dinlemeye başlayıp yine hüngür hüngür ağlamaya;

sevdiklerinden nefret etmeye, sevmediklerini ise öldürmeye meyilli olmaya;

saçlarım şekillenmiyor diye sinir olup boşa çaba harcamadan öylece sokağa çıkıp kendini daha da berbat hissederek eve dönmeye;

iki gün önce spor yaparken aynada güzel gördüğü siluetini balkabağı kostümü giymiş bir şeytan gibi görmeye;

o sırada gözleri, ciltleri, saçları ışıl ışıl parlayan, bacak boyları toplam boyu kadar olan, bir gram fazladan yağı ya da selüliti olmayan Victoria'nın Meleklerinden birini görüp Tanrı'ya olan inancını sorgulamaya ("Aynı Tanrı hepimizi yarattıysa ve onlar melekse,  ulen acaba ben gerçekten balkabağı kostümlü bir şeytan mıyım?" diye düşünmeye);

sonra bu Melekler'in PMS yaşayıp yaşamadıklarını; o sırada şeytana dönüşüp dönüşmediklerini sorgulamaya;

sonra bu Melekler doğum yapıp yeniden Melek olarak podyuma dönerlerken biz şeytanların sezon içinde doğum yapacak kadar kilo alıp vermemizi sorgulamaya (tamam, abarttım Ebru Şallı doğumu diyelim hadi, yazla kış arası 5 kilo falan diyelim);

Melekler'i düşünmekten vazgeçip zaten mahmur bakan ve her an hüngürdemeye hazır gözlerine daha fazla eziyet etmeyip kendini uykuya vermeye?

Bu bünye daha kaç PMS kaldırır bilmiyorum ama sonrası da pek bir keyiflidir bu cinnet döneminin. İşte tam da şu an o keyfi bekliyorum dört gözle. Aynaya bakıp kendime "Vay be, ne hoş hatunum ayol!" deyip, bir sevgi böceğine dönüşmem neyse ki çok yakındır. :)

Hepinize sendromsuz hafta sonları dilerim..:)

Tweet Post

Aktif Twitter kullanıcısı değilim. Olmayı da düşünmüyorum (yine de büyük konuşmayayım belli olmaz), bana göre değil gibi. Ama blogumda Tweet Post kategorisi açmaya karar verdim. Ne de olsa burası benim mekanım, keyfim bilir o zaman. Arada bir şöyle kısacık, söyleyip rahatlamalık, bir cümlelik diyecek lafım olduğunda onlar da boşa gitmesinler, değil mi? Bugünün Tweet Post'u geliyor:

Fütursuz çıkarcılardan, düşüncesiz insanlardan, bir lafıyla huzurumu kaçıranlardan nefret ediyorum. Nokta!


Oh be! Bu kategori dolar taşar bence!

Bugün Başlayan Güzel Bir Sergi

Aşağıda basın tanıtımını göreceğiniz Şahin Paksoy'un Galeri Işık'taki sergisini yolumun Nişantaşı'na düştüğü ilk fırsatta görmeyi düşünüyorum. Sizin de ilginizi çekiyorsa 19 Şubat'a kadar zamanınız olduğunu unutmayın!

ÜNLÜ SANATÇI ŞAHİN PAKSOY,
GALERİ IŞIK TEŞVİKİYE’DE 

Geleneksel kültür öğelerinden beslenerek oluşturduğu özgün uslübuyla, çağdaş resim sanatının değerli isimleri arasında anılan Şahin Paksoy “Resim ve Heykel” sergisiyle 27 Ocak 2011 Perşembe günü Galeri Işık Teşvikiye’ye konuk oluyor. Orta Asya’dan Anadolu’ya, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar geleneksel kültür öğelerini kendine has üslubuyla yorumlayan sanatçının resimleri ve resimlerindeki figürlerden hareket ederek yarattığı küçük boyutlu figüratif heykelleri, 19 Şubat 2011 Cumartesi gününe kadar Galeri Işık Teşvikiye’de görülebilir.


Osmanlı minyatürleri, Bizans ikonaları ve Selçuklu halıları gibi kültürel öğelerden beslenen Şahin Paksoy, resimlerinden yola çıkarak oluşturduğu küçük boyutlu heykelleriyle geleneksel Anadolu halkının yaşam değerlerini ve yaşama biçimlerini işlerinde en ince biçimde yeniden üretiyor. Sanatçının figüratif temelli ve çoğu zaman mizahi bir bakış açısı ile yarattığı eserlerinde öykücü bir yaklaşım dikkat çekiyor.

Şahin Paksoy Hakkında

26 Şubat 1952 tarihinde Adana-Ceyhan’da dünyaya gelen Şahin Paksoy, ilk orta ve lise öğrenimini Adana’da tamamladı. 1973–1980 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü’nde eğitim gördü. İlk sergisini 1980 yılında İstanbul’da Galata Sanat Galerisi’nde açan sanatçı, bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışında pek çok kişisel ve karma sergi gerçekleştirdi.

Eski Dostlarla Moda Teras Çıkartması

Bu Cumartesi güne böyle bir manzarayla başladık. Meteoroloji bu seneki diğer pek çok tahmini gibi bu sefer de yanıldı ve o gün Moda'ya yağmur yağdıramadı. (Bu arada bu Çarşamba günü de kar gelmezse tükkânı kapatıp uzun bir tatile çıkmalarını öneriyorum kendilerine..:) ) Ve bu da bizim çok işimize geldi tabi. Ilıman bir havada kahvaltımızı içeride yapmış olsak da sonrasında terasın da tadını çıkarabildik böylece...


Belki tahmin edenleriniz olmuştur burası Moda Teras'tan görünen Moda İskelesi manzarası. Ben ve İso'cum müzmin Anadolu Yakası yabancıları olarak ilk kez bu Cumartesi tanıştık bu mekanla. Kocaman bir yer Moda Teras. Teras alanı da çok geniş; o yüzden yazın akşamüstü bir iki kadeh bir şeyler içmek için de  süper olabileceğini düşünüyorum. Dünya mutfağından yemekler sunan ve kafe-restoran olarak hizmet veren mekanda hafta sonları geç saatlere kadar süren açık büfe brunch uygulaması da var. Düğün ve davet organizasyonları için de çok uygun bir yer olan Moda Teras'ın yeri ve ayrıntılı bilgi için web sayfasına buyurun.

Bence açık büfe kahvaltısı gayet iyiydi. Çeşit boldu. Yiyecekler lezzetliydi. O kadar kalabalık olmasına rağmen servis elemanları ilgililerdi. Ama çayları ve kahveleri için olumlu yorum yapamayacağım ne yazık ki. "Tatil köyü işiydi"dersem tiryakiler az çok ne demek istediğimi anlayacaklardır. :)

Ama zaten bizim yediğimiz içtiğimizle ve hatta yukarıdaki manzarayla bile pek bir ilgimiz olduğunu söyleyemeyeceğim. Biz daha çok eski dostların toplandığı kocaman masamızla meşguldük. Kocaman bir TAC'95 masası. Hem de yalnızca TACliler değil yakınları da bir arada. Eşler, kardeşler, bebişler.. Yani eski dostlara ilave olan yeni dostlar.. Aralarında en popüler olanı da elbette kocamdı: İmgeleme sayesinde herkes tarafından İso Bey olarak biliniyordu kendisi..:)













Bu arada Ocak bebeklerinin çok olduğu TAC'95 ekibinin çoklu doğum günü kutlamaları da Efe Bebek için hazırlanan araba şeklindeki muhteşem pasta ve şapkalar, konfetiler ve gözlükler eşliğinde yapıldı. Günün organizatörlerinden Deniz, o muhteşem pastayı da ayarlayanlar olarak daha önce de birkaç kez siparişler verip çok memnun kaldığı Misket Pasta'yı tercih ederek gönüllerimizin ardından midelerimizi de fethetti diyebilirim. Ben böyle şekilli şemalli, süslü püslü, gösterişli pastaların nedense lezzetli olabileceklerini hiç düşünmüyordum ki o gün çok yanıldığımı anlamış oldum. Organizasyonlarınız için pasta gerekirse Misket'i kesinlikle tavsiye ediyorum. İletişim için buraya buyurun.

Dostlar diye adlandırdığım kişilerin çoğunu mezun olduktan sonra yüz yüze hiç görmemiş olsam da onların hepsinin gerçek dostlar olduğunu düşündüğüm için böyle demeyi uygun gördüm. (Zaten neyse ki Internet sayesinde iletişimi ve Facebook sayesinde de görüntülü iletişimi sürdürerek birbirimizi hep takip edebildik. Bu arada kendim fotoğraf çekmeye üşendiğim için burada gördüğünüz fotoğrafları da Selcen ve Deniz'in sayfalarından yürüttüm! O yüzden pek net değiller, kusura bakmayın.) Kimiyle uzun uzun kimiyle ayaküstü sohbet etmiş, kimiyle geyik yapmış, kimiyle bir sonraki buluşma ortamını ayarlamış, kimiyle selamlaşma dışında iki kelime edecek ortam bulamamış olsam da hepsinin gözlerindeki o sıcacık ifadeleri yeniden görmek bile benim için yeterliydi. Birlikte çok güzel saatler geçirdiğimiz bu Cumartesi brunch'ı için başta organizasyonu yapan Deniz & Chido (:) ) olmak üzere herkese bir kez daha teşekkür ediyorum. Ve hayatımızda böyle alternatifi olmayan, eşsiz buluşmaların sayısının artmasını diliyorum.

Fazıl Say İstanbul Senfonisi YOYOM TV'de!

YOYOM TV diye klasik müzik konserleri yayınlayan, yayın akışında müzik belgeselleri olan genç, yenilikçi bir müzik kanalının olduğunu biliyor muydunuz? Ve onların Fazıl Say İstanbul Senfonisi Türkiye Prömiyeri Konseri'nin çekimini gerçekleştirdiklerini? Bilmiyor olabilirsiniz; ben de bilmiyordum ama YOYOM TV Yayın Koordinatörü Simge Perçin'den gelen e-posta ile öğrendim. Ve böyle güzel işler yapmaya çalışan dinamik, heyecanlı ve yenilikçi bir ekibin varlığından haberdar olduğuma çok memnun oldum.








YOYOM TV ile tanışmak ve Fazıl Say'ın bu müthiş İstanbul Senfonisi'ni kaçıranlar veya yeniden izlemek isteyenler için güzel bir haberim var. 25 Ocak Salı 21:30’da sadece YOYOM TV üyelerine özel bir gösterim yapılacak. Bu muhteşem konseri izlemek için YOYOM TV’ye ücretsiz üye olmanız yeterli.

Gerçek İstanbul’un hayallerindeki, geçmişteki İstanbul olduğunu söyleyen Say’ın eseri Nostalji, Tarikat, Sultan Ahmet Camii, Hoş Giyimli Genç Kızlar Adalar Vapuru’nda, Haydarpaşa Garı’ndan Anadolu’ya Gidenler Üzerine, Alem Gecesi ve Final olarak yedi bölümden oluşuyor.

Senelerdir izlediğimiz orkestra konserlerinin görsel kalitesinde, izleyenin konser salonundaymış gibi hissetmesini sağlayacak bir konser kaydının gerekli olduğunu düşünen YOYOM TV ekibi, ülkemizde pek ciddiye alınmayan konser prodüksiyonu ve yönetmenliği adına da “bir ilki” gerçekleşmiş. Yoyo Prodüksiyon, HD formatında, 22 açıdan çekilen konserin kaydı esnasında eser partisyonlarını takip ederek kameramanlarını yönlendirmiş. Bu şekilde kamera hareketlerinin eserin müzikal cümleleriyle senkronizasyonu sağlanmış ve konser müzikal bir hikaye anlatımı gözetilerek kurgulanmış.

"Yaşasın! Bu ülkede emek verilerek güzel işler de yapılıyor demek!" dedirttikleri için YOYOM TV ekibine şimdiden tebrik ve teşekkürlerimi iletiyorum. Yarın 21:30'u da heyecanla bekliyorum. Bence siz de kaçırmayın!

Bu Pazar da Habertürk'teydim!

Biraz geç oldu ama idare ediverin bu seferlik. Zaten Habertürk'e sizlerin bilmediği hiçbir yazımı göndermiyorum, o yüzden İmgeleme okurları olarak her zaman öndesiniz, merak etmeyin..:) İyi haftalar hepimize!

100 Koleksiyondan 100 Nuri İyem

Salı günü öğlen önce spora sonra da İş Sanat'taki Nuri İyem sergisine gittim. Sergiye gidişim öğleden sonra saat 15.00'i bulmuştu ve o saatte orada yalnız ben vardım! Üstelik bu kadar merkezi bir yerde bulunan ve ülkemizin yetiştirdiği en değerli yakın dönem sanatçılarımızdan birinin 100 tane eserinin sergilendiği heyecan verici bir sergi olmasına rağmen.Yaklaşık bir ay önce açılan serginin bitiş tarihi 19 Şubat. Sonrasında ise 2 Mart-16 Nisan arası İş Bankası İzmir Sanat Galerisi'nde sergilenecekmiş. Buradan İzmirlilere duyurulur. Ve bu vesileyle İstanbullulara da bir kez daha hatırlatılır! Bence günün her saatinde insan kaynıyor olması gerekir böyle bir serginin. Sırf o bölgedeki değişik kulelerdeki çalışanlar ve oralardaki AVM'lere yolu düşenler bile uğrasalar düşünün kalabalığı.


Neyse... 1915 doğumlu ve 2005'te doksan yaşında hayata veda eden Nuri İyem'in büyük gözlü, uzun burunlu ve pek de güleryüzlü olmayan (çünkü sanatçıya göre gülmek için pek fazla nedenleri olmayan) Anadolu kadınlarını bilirsiniz. Yaşamı boyunca iki binin üzerinde tablo yapmış olan sanatçının neredeyse ömrünü bu kadın portrelerine adadığı söylenebilir. Sanatçının bu kadın yüzlerine olan tutkusu, çok düşkün olduğu ve erken yaşta kaybettiği ablasının yüzünü arayışı olarak da yorumlanabilir.

Nuri İyem, sanat yaşamının başlangıcında Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Hikmet Onat ve Leopold Levy gibi önemli isimlerin öğrencisi olmuş. Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun olduktan sonra aynı okulda yüksek öğretimini sürdürürken toplumun sanatla buluşması açısından önemli bir adım olarak görülen Yeniler Grubu adı verilen oluşumun da bir parçası olmuş. Yeniler hareketini başlatan grup üyeleri 1941'den 1952'ye kadar toplam on dört sergi düzenledikten sonra çeşitli nedenlerle dağılmışlar. Bir dönem soyut çalışmalara da yönelen sanatçının (ki bu sergide de birkaç soyut eseri bulunuyor), 1965-2005 yılları kendini tam anlamıyla bulduğu ve özgün bir anlatım yakaladığı ustalık dönemi olarak kabul edilmektedir.


Bu dönemde yeniden gerçekçi anlayışla resmettiği ikon-portreler, Anadolu güzelleri ve aileleri, yöresel manzaralar (bu sergide ağırlıklı Şile peyzajları vardı), göçler, gecekondular gibi toplumsal ve sosyal içerikli konulara yönelmiştir tablolarında. Yukarıda en üstte solda "kadın, kocası ve kaynanası" görülmektedir. Üstte sağda ise anne-baba ve çocuktan oluşan bir aile bulunuyor. Alt sıranın ortasındaki kadın ve erkek figürü ise ellerindeki beyaz güvercinle duydukları "barış özlemini" gösteriyorlar.

Aşağıdaki kolajda ise üstte solda "sünger avcıları" tablosu yer alırken hemen yanında bir "göç" resmi bulunuyor. Üstte sağda ise "sıradan sevdalar" serisinden bir aşıklar tablosu görüyorsunuz. Onun altında "un döven bir Anadolu kadını" ve en altta ise yine bir "göç" resmi var. Sol alttaki büyük resim ise birçok figürün yer aldığı bir "iç mekan" resmi.



Birkaç binaya duvar resimleri de yapan Nuri İyem için bir dönem sanat eleştirmenliği yapmış olan merhum Bülent Ecevit "Şehrin duvarlarını Nuri İyem'e teslim etseler, o zaman pembenin, sarının ne olduğunu ve nasıl yerinde kullanıldığını görürdük," gibi bir şey söylemiştir. Bunu sergideki kısacık tanıtım videosundan duyduğum için cümle birebir aynı olmayabilir ama tam da bu noktada bir İmgeleme notu düşmekte yarar görüyorum: Ben politikacının sanata ve sanatçıya değer verenini severim! Bunda şaşılacak bir şey yoktur sanırım. Ne de olsa bizler milletlerin geçirdikleri evrimin büyük ölçüde sanat sayesinde gerçekleştiğine inanan ve "Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir" ve "Efendiler, hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, fakat sanatkar olamazsınız!" diyen Ulu Önderimizin çocuklarıyız.

19 Şubat'a kadar ne yapıp edin ve bu büyük ustanın eserlerini görmek için İş Bankası Kibele Sanat Galerisi'ne uğrayın diyorum. 2005 yılında kaybettiğimiz sanatçının huzur içinde uyumaya devam etmesini dileyerek ona geç kalmış bir teşekkür gönderiyorum. Kapanışı da Nuri İyem'in kendi otoportresiyle yapıyorum.


Şimdiden hepinize iyi gezmeler...

Denedim Beğenmedim

Ara sıra beğendiğim ürünlerle ilgili yazılar yazdığımı biliyorsunuz. Sırada deneyip beğenmediklerim var...

Öncelikle Tchibo'nun hemen her şeyini beğenen ve ürünlerinin kalitesine inanan biri olarak kahvelerinin de çok iyi olduğunu duydum ve yıllardır büyük bir aşkla bağlı olduğum Nescafe Gold'um bitince bu kez Tchibo'nun Gold'unu almaya karar verdim. Ama o da ne? Tchibo'nun bu kahvesi beni eski günlere götürdü. Hani eskiden  markasının ne olduğunu bilmediğimiz çayların, kahvelerin ve keklerin ikram edildiği otobüs yolculuklarında içtiğimiz ve minicik bir kağıt bardakta ve yarım bardak sunulmasına rağmen zoraki bitirilen çamurumsu kahveler vardır ya, işte bir anda onların tadı geldi ağzıma. Tamam, belki biraz abartıyorumdur ama gerçekten bu kadar kötü bir tat beklemiyordum. Tchibo'ya kahve notu olarak sıfır veriyorum! Geri kalan ürünlerini sevmeye devam!

İkinci hayal kırıklığım ise Body Shop saç bakım ürünlerinden biriyle ilgili. Rainforest serisinin haftada bir uygulanması önerilen besleyici bakım kreminin hiçbir olumlu etkisini göremediğim gibi her uygulama sonrasında saçlarımın keçeleştiğini fark ediyorum. Henüz üç uygulama yaptım. Bir deneme daha yapacağım ve aynı sonucu alırsam direkt fırlatıp atacak ve bir daha da Body Shop'ın saç ürünlerinden almayacağım. Ama vücut kremleri, dudak parlatıcıları ve ev kokularını kullanmaya devam!

Bir de ürün değil de beğenmediğim mağaza elemanlarından bahsedeyim yeri gelmişken. English Home ürünlerini çok seven ve Metrocity'deki kocaman mağazasının en albenili mağazalarından biri olduğunu düşünen bendeniz ne yazık ki ayaklarım geri gide gide oraya uğruyorum. Mağaza müdür olduğunu tahmin ettiğim suratsız Z. Hanım ile kafası iyi gibi sürekli aptal bir sırıtışla dolaşan ve aklı başka yerlerde gibi sizi dinlemeden yüzünüze bakan U. Bey yüzünden en son verdiğim siparişimi de alır almaz bir daha oraya uğramayacağım. Siparişimi alır almaz da mağazaya isimleriyle birlikte şikayetimi bildiren bir e-posta yollayacağım için burada kısaltma kullanmayı tercih ettim. Neyse ki Pazar günü çok beğendiğim bir ürünle ilgili siparişimi gayet ilgili ve güleryüzlü Sema Hanım aldı da sinirlerimi bozmadan mağazadan çıkabildim. Güzel ürünleri olan bir firmanın satış elemanlarının sabotajına uğramasını hiç içime sindiremiyorum. O yüzden de böyle kendini bilmez satış elemanlarını üst yönetime bildirmenin de müşteri olarak sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum.

Reklamın İyisi Kötüsü kategorisinde bu kez kötüler vardı. En kısa zamanda iyilerle karşınızda olmak dileğiyle..

Que Tal

Hafta sonunun durum raporunu vereyim sizlere.Cumartesi gecesi İso'cumu yaban ellere yollar yollamaz sanki sevgili kocam beni eve kapatıyormuş gibi alelacele attım kendimi dışarıya. Hem uzun zamandır gitmek istediğim bir yeri deneyecek hem de çok uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla buluşacaktım. Tünel'in İspanyol'u Que Tal'de buluştuk Ebru'yla. Zaten mekanın ortaklarından biri de Ebru'nun ikiz kardeşi olduğu için uzun zamandır çağırıyordu beni bu ufacık ve şirin tapas bara.  Daha önce yaptığımız Madrid-Barselona gezisi sırasında tanıştığım İspanyolların tapas  adı verilen minicik tabaklarda sunulan atıştırmalık, mezemsi yemeklerine bayıldığımdan söz etmiştim. Tam benim tarzım. Bir sürü çeşitten azar azar tatma fırsatı. Döner dönmez İstanbul'da bir tapas bar olup olmadığına bakmış ve kayda değer bir şey bulamamıştım. İstanbul'daki mekan çeşitliliğinden dolayı bu konudaki hayal kırıklığım pek de uzun sürmedi ama yine de Que Tal'in açıldığını duyduğumda çok sevinmiştim.


İşte Ekim ayında açılan ve ismi "N'aber?" anlamına gelen bu şirin tapas barı bu Cumartesi gecesi keşfetmiş oldum. Ebru'yla bara oturduk ve saat sekiz buçukta başlayan sohbetimiz gece yarımda sona erdi. Bu arada ızgara hellim peynirli mercimek, pancar soslu humus ve köftelerini (Madrid'deki o domates soslu muhteşem köfteden farklıydı ama çok güzeldi) denedim. Ayrıca sangria'larının çok başarılı olduğunu da söylemem gerek. Bence mekanın tek ve önemli bir eksiği çeşit çeşit İspanyol şarabı beklerken yalnızca İdol şaraplarının sunulması olabilir. Onun dışında içki ve tapas çeşitliliği, sıcak ambiyansı, o eski tip çini yer döşemesi ve doğal taş duvarları ve müzikleriyle denemenizi önereceğim bir mekan olduğunu söyleyebilirim. Cuma ve Cumartesi günleri mutlaka rezervasyon yaptırın. İletişim bilgileri için web sayfalarına buyurun.

Salud!

TV'den Yansıyan Tersine Evrim Örnekleri

Yıllardır İmparator denilen türkücüye bak aynı! Bir adım ileri gitmişliği yok. İki lafı bir araya getirememesinin, şivesinin, tuhaf tavırlarının ve sözüm ona esprilerinin prim yaptığını; gafları, kadınlara değer vermemesi ve diğer tüm abukluklarının kendisine bir şey kaybettirmediğini görüp cırtlak sesiyle "thiieyyy" diye bağırıp halay çekmeye, bir de çok duygulanıp ağlamaya (!) devam ediyor ekranlarda.

Sultan'ımız aynı. Tek fark, sabahların sultanıyken artık öğlenlerin sultanı olması. Ama seyircilerini falan dürterek "ne ettin gıııı?" diye konuşmaya, gırtlağı sökülecekmiş gibi kahkahalar atmaya, her evliliğinden sonra umreye gitmeye aynen devam.

Kameralar yerleştirerek başkalarının hayatlarına dahil olan programlarda işin suyu çıktı zaten. İlk zamanlar yayınlanan Biri Bizi Gözetliyor, Ben Evleniyorum falan masum ve kaliteli kaldı şimdikilerin yanında. Yemekteyiz, Esra Erol'la, Zuhal Topal'la, onla bunla evlenmek isteyen ama evlenecekleri kişi umurlarında olmayan ve ön şart olarak "evin var mı?", "emekli maaşın nasıl?" sorusunun olumlu yanıtlarını duymak isteyen tipler türedi bir anda. Yemekteyiz ise başka bir alem. Herkesin sofra adabı konusunda saraylı takılırken bir anda en edepsiz mahalle kavgasına girebilecek duruma gelebildiği ayrı bir çılgınlık oldu bu program da. O kadar ki Show TV artık tüm yayın programını Yemekteyiz'e ayırmış durumda. Bu uğurda Derya Baykal'ın sunduğu kadın programını da harcamaktan çekinmediler.

Sokaktaki vatandaşa "Wikileaks nedir" diye sorulduğunda "Amerikalı yüzbaşı" diyenden tut da "Ben ilgilenmem öyle şeylerle" diyene kadar binbir türlü abuk subuk yanıt alınabiliyorken herhangi bir dizinin herhangi bir oyuncusunun seceresi ezbere biliniyor. Ama oyuncularla ilgili bakış açısı da Erol Taş'ı sokakta görüp dövmeye kalkan o zamanın seyircilerinden pek farklı değil. Selçuk Yöntem'in cebine "Bihter seni aldatıyor" yazılı notlar sıkıştırmalar, Esra Dermancıoğlu'na bir yumruk atıp rahatlamak isteyenler, Sanem Çelik'in  Kara Melek mi yoksa çocukları için mücadele eden mağdur Aliye mi olacağına karar veremeyip kafası karışanlar (ki bunlar yaşadığı yasak aşkın da ortaya çıkmasından sonra bir daha kendini toparlayamamış kesimdir!).

Gündüzleri bu programlar varken, akşam ailecek televizyonun başına geçildiği saatlerde onlarca dizinin yayınlandığı ve gece yarımdan sonra tartışma programlarının yapıldığı bir medyadan, bir şeyler öğrenmek için yalnızca televizyonu kullanan insanlar nasıl yararlanabilir ki? Kitap okumanın, sanatın, uygulamalı bilimin, her alanda erdemli olmanın öneminin anlatılmadığı bir ülkenin çocukları nasıl evrim geçirirler? Kız öğrencilerle erkek öğrenciler arasında 45 santim olmasına karar veren zat-ı muhterem öğretmenin öğrencisi olan minik beyinler, büyüdüklerinde Taksim'deki yılbaşı tacizcilerine ya da İtalyan gelin Pippa'ya tecavüz eden kamyon şoförüne dönüştüklerinde onları kim suçlayabilir? Kızlarının orada kalmasına ve onlara böyle sapkın bir zihniyetle bakılmasına göz yuman anne-babaların birer odalık yetiştirdiklerini söylemek mümkün müdür? Tüm bunlar yaşanırken "Mardin'de açılan Internet kafenin müdavimi olan erkekler, chat yaparak Faslı kuma getiriyorlar" haberini duyduğumuzda şaşırmamız gerekiyor sanırım. Çünkü bunu yapanlar o çocukların yetişkin versiyonları. Ya da pırlantadan KDV alınmazken e-kitaptan yüzde 18 alınmasının planlanmasına şaşırmamalıyız. Çünkü onlar da bu cahilleştirme sistemini bizzat kuran ve uygulayanlar.

O zaman elbette bu ülkede heykele ucube diyen alkışlanır. Ya da içki yasaklansın mı, başımızı mı k*çımızı mı örtelim, ama bu da yetmez nasıl örtelim, Kanuni dudaktan öpüşür müydü gibi muhteşem gündem maddelerimiz olur. Ne idüğü belirsiz bir gazeteci ile ne idüğü belirsiz bir sakallı hoca kanka olup, televizyonlarda sohbetler ederler. Üç gün sonra unutulan şöhretlerimiz, beş gün sonra unutulan şarkılarımız, birkaç hafta içinde unutulan programlarımız olur, ama birçok ülkeden özel davet alarak konserler veren Fazıl Say gibi gerçek sanatçılarımıza fikirlerini dile getirmesinin karşılığında "beğenmiyorsa gitsin" yanıtı verilecek kadar değer verilir.

Nedir bu gelişmeme, hatta gerileme isteği? Nedir bu tersine evrim? Nedir bu hızla yozlaşıp, çürümeye gidiş durumu? Her anlamda kocaman bir potansiyeli olan bu ülkeye çok yazık değil mi? Çok üzücü değil mi bu gidişatın yalnızca bu kadarını bile görmek? Yoksa ben mi abartıyorum? Belki de bu kadar dibe vurmanın olumlu bir yanı da vardır.. Belki de yükselişe geçme zamanımız artık gelmiştir... mi dersiniz?

"Eyvah Eyvah 2" ve "Cam"

Cuma'ya niyet Cumartesi'ye kısmet. Eyvah Eyvah 2'yi gösterime girdiği ilk gün izlemek istiyorduk ama yakınlarımızdaki tüm Cinebonus salonlarının dolu olduğunu öğrenince biz de Cumartesi gününe bilet aldık. Her zamanki gibi sinema öncesi Num Num'a oturduk, ama bu kez farklı olarak yanımızda annem de vardı. Yemeğimizi yedikten sonra Caffe Nero'da Hot Chocolate Milano'larımızı içtik (ve bunun da favori sıcak çikolatalarımdan biri olduğunu söyleyebilirim). Muhteşemdi! Gerçi sonradan Internet araştırmalarım sayesinde kendisinin yaklaşık 400 kalorilik bir bomba olduğunu öğrenerek büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ama olsun. O an kanımda dolaşan serotonin hissi yeter! (Ama ne yazık ki bir dahaki sefere suçluluk duymadan içemeyeceğim için bu da bu muhteşem lezzet sayesinde ilk ve son kez serotonin salgıladığım anlamına geliyor!)

















Neyse, gelelim filme. Eyvah Eyvah'ların ilk filmini çok beğenmiş ve çok gülmüştük. Ne kadar çok olduğunu hatırlamak isteyenler buraya. İkincisinde o kadar da çok güldüğümü söyleyemeyeceğim. Ama aynı muhteşem oyunculuklar, aynı doğallık, Geyikli'nin o saf ve temiz doğası ve insanlarının yansıtıldığı zorlamasız ortam bu filmde de vardı. Bunların keyifli bir film için gayet yeterli unsurlar olduğunu düşünüyorum. Demet Akbağ, oyunculuğunu çok beğendiğim ve kendini her türlü farklı rolde de kanıtlamış (ve kanıtlayabilecek) olduğunu düşündüğüm oyunculardan biri olarak bu filmde de favorimdi. Ata Demirer'in tarzını, duruşunu, fikirlerini beğenirim ama genel olarak fazla karikatürize tiplemelerden çok hoşlandığımı söyleyemem. Ata da tipi ve canlandırdığı Hüseyin Badem karakteri ile çok başarılı olmasına rağmen bu anlamda sınıra yakındı diye düşünüyorum. Salih Kalyon'u bu filmde çok gülerek izledim. Bence dişsiz ve huysuz dede olarak en başarılı tiplerden biriydi. Sonuç olarak ilk hikayenin tamamlanması için bu güzel ekibin ikinci filmine de gidip güzel vakit geçirmenizi öneriyor ve Eyvah Eyvah'lardan aklımızda kalan Fasulye ve Karaçalı türküleri eşliğinde gerdan kırarak Pazar gününün etkinliğine geçiyorum.



















Bu kez bir resim atölyesindeyiz. Atölyenin sahibesi güzel bir kadın eğitmen (Rüya), biri erkek (Yener) diğeri kadın (Neslihan) iki kursiyer ve bir de modellik yapan genç ve güzel bir kadın (İpek) var sahnede. Rüya, kocası Mehmet'ten boşanmak üzere. Hatta perde açıldıktan kısa bir süre sonra kocasının boşanma davalarına gitmek için onu almaya geldiğini görüyoruz. İkinci yarıda da perde aynı sahneyle açılıyor. Ama yaşam, yalnızca birkaç saniye farkla ilk yarıdaki gibi akmıyor bu kez. Tıpkı Sliding Doors filminde metroyu yakalamanın ve kaçırmanın yarattığı fark gibi bu oyunda da esen rüzgardan dolayı Cam'ın açılması ve açılmaması sonucunda ortaya çıkan farklı sonuçlara tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla farklı farklı çözülmeler, çıkar ilişkileri ve sahtelikler dökülüyor ortaya her iki perdede de. Farklı karakterlerin ahlaki ve vicdani sorgulamaları ön plana çıkıyor. Levent Kazak'ın yazdığı bu sezonun taptaze oyunlarından biri olan Cam'ın günümüz ilişkileriyle ilgili sarsıcı gerçekleri ortaya koyarken gösterdiği cesaret ve oyuncuları hoşuma gitse de en beğendiğim oyunlar listesinde yer almayacağını üzülerek söylemeliyim. Oyunculuklar açısından en başarılı bulduğum isimler Dolunay Soysert ve Bülent Alkış oldu. İpek rolündeki Deniz Çakır'ı izlemek de çok keyifliydi. Dekor için de Barış Dinçel'i tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum.

Oyuna neden bayılmadığıma gelince sanırım ikinci yarının fazlaca tekrardan ibaret olduğunu düşündüm. İkinci olarak esen rüzgara göre değişen yaşamlar fikrini beğenmeme rağmen birebir aynı durumları bir erkek ve bir kadın açısından izlemek yerine farklı durumlarda erkeğin ve kadının duygu ve düşüncelerine tanık olmak daha keyifli olabilirdi diye düşünüyorum. (Oyunu izlememiş olanlar dikkat, çünkü ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için dayanamayıp biraz spoiler vereceğim: ilk yarıda cam açılıp adamın ölmesinin ve kadının hayatta kalarak birtakım hesaplaşmalar yapmasının, kararlar vermesi ve duygusal buhranlar yaşamasının ardından ikinci yarıda cam açılmadığında adam da kadın da hayatta kalarak, belki boşanarak belki boşanmadan hayatlarına devam etseler ve üçüncü şahısları da kapsayan aynı hesaplaşmaları her ikisi de yapsalardı. O zaman aynı şeyi tekrar izliyormuşuz hissine daha az kapılırdık sanırım.) Bir de oyunlarda ve filmlerde küfür kullanımına hiç karşı değilim. Hatta küfür kullanımının gerekli olduğu ve yakıştığı durumlar vardır. Ama bu oyunda Yener karakterinin ağzından gereksiz yere bir-iki kez çıkan okkalı küfürlerin beni rahatsız ettiğini söylemeliyim. Bir resim atölyesinde durup dururken böyle küfürler duyacağımızı hiç sanmıyorum!

O yüzden 8 Ocak Cumartesi yaptıkları gala gecesinin hemen ardından 9 Ocak Pazar günü büyük bir beklentiyle gittiğim Cam oyununu çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Neyseki hiçbir sanat yapıtından hayatımı değiştirmesini, mucizeler gerçekleştirmesini ve olay yaratmasını falan beklemiyorum. Bana birkaç saatliğine de olsa farklı bir pencere açması yeterli. Bunu biraz da benim estetik sınırlarımla örtüşecek şekilde yaparsa değme gitsin keyfime. Yapmazsa da emek verenlerin ellerine sağlık derim. Zaten o yüzden de sanat etkinliklerinin hiçbirinin acımasızca eleştirilmesini doğru bulmuyorum. Beğenir ya da beğenmeyiz, ama başka birinin bakış açısını görmüş oluruz. Eh, o kişiye de "sen dünyayı niye böyle görüyorsun" diye kızma hakkımız olamaz değil mi?! (Siz bakmayın bu hakka sahip olduğunu düşünen pek çok densizin ortalıkta cirit atıyor olmasına! Elbette zihinler aydınlandıkça onlar da geldikleri gibi gideceklerdir!)

Dün Yine Habertürk'teydim! Haberiniz Olsun.:)

Gazeteyi İso'cuma ısmarladığım için ve sevgili kocamın eve geliş saati gece onu bulduğu için bu haberi paylaşmayı  da bugüne bıraktım. Ne diyelim, üçlemiş oldum. Bu keyifli  duyguyu daha çok yaşamak için de eylemlerime aynen devam etme kararı aldım.:) Eee, ne de olsa karşınızda koskoca İmge Tan Yazar duruyor! Yazacağız o halde! :)

Lezzet Önerileri: Piola, Sıdıka ve Uskumru

Sırada sizlere bir süredir bahsetmek istediğim üç restoran var. İlk olarak tam ağzımıza layık, çıtır bir İtalyan ile başlayayım yazıma. Piola'nın çıtırlığı bir yaşını yeni doldurmuş olmasından kaynaklanıyor. Türkiye'de yeni bir mekan olabilir ama aslında 1896 doğumlu! Ve 25 şubesiyle dünyaya açılmış tam bir İtalyan burası. Biz Gayrettepe'ye taşındıktan sonra tanıştık kendisiyle ve tanıştığımıza da çoook memnun olduk.  :) Point Hotel Barbaros'un altında hizmet veren Piola'ya ilk olarak Kasım başında Attila Demircioğlu'nun canlı müziği eşliğinde şarap ve peynir keyfi yapmak için uğramıştık. Sonrasında ise Yemek Sepeti Elit'ten eve sipariş vererek pizzalarıyla tanıştık. En kısa zamanda makarnalarıyla da tanışmayı umut ettiğim Piola'da Rani peynirleri kullanıldığını da belirteyim. İncecik ve iyi pişmiş pizza hamuru, kaliteli zeytinyağları, organik peynirleri, taze malzemeleri, onlarca pizza çeşidi, muhteşem İtalyan şarapları, espresso'ları ( ya da benim gibi Türk kahvesinden vazgeçmeyenlere ise çok şık Atatürk fincanlarında sunulan Türk kahveleriyle) İtalyan mutfağı severlere Piola'yı kesinlikle tavsiye ediyorum. Hatta ilk denemenizi Mekanist'in Lezzet Günleri kapsamında 21 Ocak'a kadar yapabilirsiniz. Aşağıda bizim en favori pizzalarımız duruyor. Tanıştırayım: biri Pavia, diğeri ise domates sossuz beyaz hamurlu ve çok hafif olan Rosetti! Şefiniz bu pizzaların yanında Corvus'un Karga'sını öneriyor! (Home TV'deki İtalyan aşçı gibi yapmaya çalıştım ama pek olmadı galiba. Zira orada iki alakasız yemekle aynı şarabı öneren hiçbir aşçıya rastlamadım şu ana kadar! :) Neyse, şarap konusunda bilmişlik yapacak değilim. Karga'yı biz seviyoruz ama bu pizzalarla en uygun şarap olup olmadığını bilemeyeceğim. Yine de "ben içtim oldu!") Piola'nın iletişim bilgileri için buraya buyurun.




İkinci restoran önerim ise eski evimize ve İso'cumun işyerine çok yakın olan ODTÜ'lü okuldaşımızın sahibesi olduğu ve bu civarda oturup da denemeyen sanırım bir tek benim kaldığım Sıdıka olacak. Adını sahibesinden alan bu ufacık tefecik şirincik restorandaki ahtapot bacağının, bütün kızarmış kalamarın, levrek filetoya sarılmış deniz ürünlerinin ve Sübye Yumurtası'nın tadı unutulmayacaklar arasındaki yerini aldı bile. Hepsi kendi memleketlerinden gelen taze ot tabağı, Ermeni pilaki, lakerda, fava ve beyaz peynir ile başlayıp, aslan sütü ile yemeklere eşlik edip, üstüne Abidin ile geceyi sonlandırdığınızda kendinizi mutluluğun resmindeki ana figür olarak hissetmeniz işten bile değil! Bu mini minnacık, güler yüzlü mekanda yer bulabilmek için rezervasyon yaptırmayı unutmayın. İnsanın keyif aldığı işi yapmasının yararını bir kez daha açıkça görmek için Sıdıka'ya ve Sıdıka'nın iletişim bilgileri içinse buraya buyurun.


Gelelim üçüncü ve son restoran keşfine... Anadolu Hisarı'nda Lacivert'in komşusu olan Uskumru'dan bahsedeceğim şimdi de. İso'cumun iş arkadaşlarıyla yeni yıla merhaba demek için gittiğimiz bu balık restoranına çok da bayıldığımı söyleyemeyeceğim. Dondurucu soğuk bir günde, tam trafiğin en curcuna saatinde Rumelihisarı'na gidip, oradan tekneyle içimiz titreyerek karşıya geçerek geceye başlamış olmak bir etken olabilir. O dondurucu soğukta cam kenarındaki masamızın cama (ve dolayısıyla denize) en yakın koltuklarında gece boyunca buz tutmaya devam etmiş olmamız ikinci etken olabilir. Bunun üzerine bir de sürgülü camları ara sıra açarak ortamı havalandırmaları ve "N'apıyorsunuz? Zaten donuyoruz burada!" dediğimizde cevap olarak pişkin pişkin "Eee, ortalık dumanaltı oldu ama" demeleri de en önemli ve üçüncü etken olabilir. Yediğimiz, içtiğimiz lezizdi ve tazeydi, ama benim için bu noktada yediğim içtiğimin en ufak bir önemi olamaz! Dışarıda yemek yemek, sadece midenizi doldurduğunuz bir aktivite değil, her anlamda duyularınıza hitap eden ve serotonin salgılatan uzun ve keyifli bir deneyim olmalıdır. Bana göre garsonuyla, mekanıyla, yemekleriyle, ısısıyla, hijyeniyle ve aklıma gelen veya gelmeyen pek çok farklı unsurla bunu sağlamayı başaramayan bir ortamda ancak bir kez yemek yenir! Uskumru'da tek gecelik bir kaçamak oldu benim için. Ama ekibimiz o kadar keyifliydi ki buz tutmuş olmamıza rağmen yeni yıldan üç gün önce sıcacık bir merhaba diyebildik 2011'e. Uskumru'yu önerir miyim? İlla ki gidecekseniz sıcak bahar veya yaz günlerinde açık havada oturabileceğiniz zamanlarda gidin derim, çünkü fosur fosur sigara içilen mekan, kışın içmeyenler (ve içenler) için adeta bir eziyete dönüşebilir!

Yiyip içip kilo almadığımız lezzet deneyimleriyle dolu günler diliyorum hepimize... Tabii (tüm realistliğimle) bir yandan da ailecek yılbaşının ve sonrasında annemle geçen günlerimizin bünyemde yarattığı enkazdan kurtulmak üzere acilen spora gitmek için hazırlanıyorum! :) Eh, ne yapalım artık, bu da yaşam mücadelesinin gastronomik kısmı! Sağlığım yerinde olduğu sürece de hiç şikayet etmeyeceğim çabalardan biri olmaya devam edecek. Iıınn ııınnn, yeterince gaza geldim! Veee kaçtım!

Sırada bir tiyatro ve bir vizyon filmi olacak. Bence benden ayrılmayın..:)

3 Film Birden

Son on gündür evde yaptığımız film keyifleri sırasında izlediğimiz üç filmden kısa kısa bahsedip kaçayım izninizle. Gördüğünüz gibi pek uğrayamıyorum buraya çünkü annem burada. O yüzden bu hafta kısa notlar halinde film izlenimlerimi ve lezzet keşiflerimi yazarsam yeter de artar diye düşünüyorum.:)

İlk olarak son iki haftadır blogları da fazla takip edememe rağmen yan taraftaki blog listesindeki başlıklardan görebildiğim kadarıyla hemen her blog yazarı tarafından ele alınmış olan Black Swan'a bayıldığımı söyleyeyim. Zaten Natalie Portman'a bayılan biri olarak bu filmde oyunculuk anlamında kendini aşmış olduğunu izlemek çok keyifliydi. Mila Kunis, siyah kuğunun esin kaynağı olarak rolüne cuk oturmuştu. Konuyu zaten bilmeyen kalmamıştır ama yine de kısaca bahsedecek olursam: yetenekli ama kendini bırakma yetisinden yoksun bir balerin olan Nina'nın (Natalie'cim) Kuğu Gölü balesinde eski baş balerin Beth'in (Winona Ryder) kovulmasıyla boşalan başrolü almasıyla birlikte psikolojisindeki değişimler anlatılıyor. Nina hem saf ve masum Beyaz Kuğu'yu hem de baştan çıkartıcı ve şeytani ikizi Siyah Kuğu'yu canlandıracak ama aslında Beyaz Kuğu için biçilmiş kaftan olmasına rağmen Siyah Kuğu rolünü başarıyla canlandırabilecek bir yapıya sahip olduğu söylenemez. Hırsı ve rolünün üzerinde yarattığı psikolojik baskıyla Siyah Kuğu'yu hakkıyla oynayabilecek mi dersiniz? Bunu görmek için vizyon tarihi 25 Şubat'ı bekleyebilir ya da biz sabırsızların yaptığını yapabilirsiniz. :) Her iki şekilde de bu muhteşem psikolojik gerilimi sakın kaçırmayın derim. Natalie Portman'ın performansı, dublör kullanmadan oynadığı bale sahneleri ve bazı görüntüler aklınızdan hiç çıkmayacak cinsten.















Diğer iki filme gelecek olursak biri Nicole Kidman'ın başrolünde oynadığı ve İso'cumun "Nicole'ün emeklilik filmi olmuş bu" dediği basit konulu ama ağır tempolu bir duygusal film olan Tavşan Deliği'ydi (Rabbit Hole).

Dört yaşındaki çocuklarını bir trafik kazasında kaybetmiş olan evli bir çiftin konu edildiği filmde kadının ve erkeğin bu olayla başa çıkmaya çalışma süreçleri konu ediliyor. Becca ve Howie'nin bu üzücü deneyiminden tavşan deliğinden çıkmanın tek yolunun içinden geçmek olduğunu görüyoruz. Her ikisinin de bu süreçten geçerken benimsedikleri yöntem ve hissettikleri şeyler çok farklı.. Hatta o kadar ki acı dolu bu sekiz ay süresince neredeyse birbirlerinden kopma noktasına geliyorlar. Becca rolündeki Nicole Kidman ve kocası Howie'yi oynayan Aaron Eckhart'ın kendilerini fazla zorlamadan oyunculuklarını gösterebildikleri bu filmi çoook boş zamanınız varsa izleyebilirsiniz. Ne demek istediğimi anladınız sanırım. :)

Bahsedeceğim son film ise otuzun üzerinde ödülü olan ve 2010'un En İyi Yabancı Film Oscarı’nı da almayı başarmış bir Arjantin Filmi olan Gözlerindeki Sır olacak. Emekli müfettiş Benjamin (Ricardo Darin), 25 yıl önce yaşanmış ve aklından çıkaramadığı bir tecavüz - cinayet vakasının romanını yazmaya karar verir. Sözde çözülmüş olan bu dava aslında içinde büyük bir gizemi barındırmaktadır. Zaten çözüldüğü haliyle kimseyi tatmin etmemiştir. Özellikle de öldürülen genç öğretmenin aşık kocasını tatmin etmemiş olması gerekir. Çünkü ona göre karısına karşı işlenen bu korkunç suçun cezası katile verilen ve daha sonra çeşitli sebeplerle kaldırılan müebbet hapis bile değildir! Adalet sisteminin verdiği cezanın suçun tam karşılığı olduğunu düşünmemektedir ama polis müfettişinin bile elinden bir şey gelmiyorken sade bir bankacı ne yapabilir değil mi? İşte size 25 yıllık bu gizem kilidini açacak anahtarı açıklıyorum: tutku! İnsanın tutkularından yola çıkıldığında nelerin ortaya çıkabileceğine şaşıracaksınız. Filmde bazı noktalar çok inandırıcı gelmese de hikaye, kurgu ve konunun işlenişi bence çok başarılı. Gomez rolündeki Javier Godino'nun da rolüne en uygun oyunculardan biri olduğunu düşünüyorum (favori sapıklarım listesine aldım kendisini; (iç ses) böyle liste mi olur ayol! ) Bence bu filmi izlemelisiniz.

Şimdiden iyi seyirler..

Çarlık Rusyası'ndan Sahneler

Geçen hafta sonu Pera Müzesi'ne gittiğimizde iki sergi birden gezdiğimizi söylemiştim. Birincisi Frida&Diego, ikincisi ise Çarlık Rusyası'ndan Sahneler sergisiydi. İlkini daha önce yazmış olduğum için bugün size ikincisinden bahsedeceğim.

Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu'ndan 19. Yüzyıl Rus klasiklerinin bulunduğu sergide o dönem yaşantısı ve Rus kültürüyle ilgili bir fikir sahibi olabiliyorsunuz. Çalışma ve yoksulluk, çocukların dünyası, halk eğlenceleri, savaş ve ölüm ve kentsoyluları konu alan resimlerle ülkenin devrime kadarki yaşamının hemen her alanı yansıtılıyor. Gerçekçi Rus ressamlarının tabloları da fazlasıyla gerçek gibiler! Hatta hepsi de adeta birer fotoğraf gibi gerçek resimler.















Yukarıda sergi başlığının altında yer alan resim Ilya Repin'in üç yılda tamamladığı Volga Kıyısında Burlaklar adlı tablosu. Hemen sol yanında ise Vladimir Makovski'nin Düşkünler Evi'ni görüyorsunuz. Alt sıranın en solunda daha çok doğa resimleriyle ünlü Ivan Şişkin'in Çam Ormanı, Güneşli Bir Gün adlı eseri bulunuyor. Alt sıranın ortasında bir asker uğurlaması tablosu yer alırken en sağda ise Vasiliy Surikov'un Yaşlı Bostancı'sını görüyorsunuz.

Aşağıdaki kolajda ise daha çok çocuklu tablolardan bir seçme yaptım size. Üstte solda yer alan Vasiliy Maksimov'un Kör Usta adlı eserindeki ustanın ifadesini kesinlikle görmeniz gerek. Kör bir adam bu kadar mı güzel resmedilir! Hemen altındaki sınıfa bakan arkası dönük çocuk resmine ne dersiniz? Ya diğerleri? Hayran olunası ifadeler, renkler, görüntüler...















Rus gerçekçi resim sanatının kaynaklarından biri de yaşamı tüm karmaşasıyla sergileyen Rus edebiyatı olmuş. Gogol, Turgenyev, Tolstoy ve Gonçarov'un karakter betimlemelerinin başarısı resimlerde yansıtılan halk karakterlerinde de aynen görülebilir. Aşağıda da o dönemlerdeki kadın-erkek ilişkilerini yansıtan birkaç tablo bulunuyor. Kadınların genellikle yaşlı ve zengin erkeklerle evlendirildiği ve kadına değer verilmeyen bir utanç dönemi yaşanmış Rusya'da. Ama bahsettiğim dönem 1800lü yıllar olduğu için çok da korkunç gelmiyor kulağa. İnanır mısınız 2011'e girdiğimiz şu günlerde hâlâ kadına değer verilmeyen, genç kızların para karşılığında zorla evlendirildikleri, hatta bazen tecavüzcüleriyle evlendirilip namuslarının temizlendiği, kadının eve kapatılmak istendiği, töre cinayetlerine kurban gittiği ülkeler var!! Ne yazık, değil mi?  Neyse..

Aşağıdaki kolajda alttaki resimde Düğün Öncesi Eğlence'ye tanık oluyorsunuz. Ressam Aleksey Korzuhin'in eseri. Üstte sağda Firs Juravlev'in Sunağın Önünde tablosu bulunuyor. Soldaki adını ve ressamını hatırlamadığım tabloda ise yeni evli bir çift tebrik ediliyor.















Bence bu kadar yeter. Bu muhteşem tablolara dalıp gitmek ve Rus ruhunu keşfetmek için 20 Mart'a kadar vaktiniz var. Sakın kaçırmayın!