Kerim Yetkin Sergisi

İlayda Sanat Galerisi, 3 – 31 Mart 2011 tarihleri arasında Kerim Yetkin’in kişisel resim sergisine ev sahipliği yapacaktır.

Sanatçı Kerim Yetkin’in resim sanatına yönelimi henüz küçük yaşlarda modern resim konusunda ülkemizin öncü isimlerinden olan dedesi Celal Yetkin’in eserlerinden etkilenmesi ve dersler almasıyla başlar.

Bu yönelimi doğrultusunda yüksek öğrenimini Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tamamlayan sanatçı aynı yıllarda modern sanatın yeni akımlarını incelemek ve uygulamak üzere Paris ve Londra’daki saygın resim atölyelerinde desen ve kompozisyon çalışmalarına katılmıştır.Gerek öğrenimi süresince gerekse de mezuniyetinin ardından ilgi gören cam ve seramik eserleri çeşitli karma sergilerde yer almıştır.


Son dönemde resim çalışmalarına yoğunlaşan sanatçı birbirinden farklı objelerin oluşturduğu anlık kompozisyonları katmanlar halinde birbirini örter yapıda tuvallerine taşımıştır. Sıradan olarak görülen kırık dökük duvarlar, paslı zeminler, yüzeylerdeki çatlaklar ağaç gövdelerindeki yarıklar ve daha pek çokları sanatçının resimlerinde yer alan renk, desen ve doku katmanlarının ilham kaynaklarıdır.Alışılmışın dışında bir anlatımı yakalamak için farklı resim teknikleri kullanan sanatçı bu nedenle büyük ölçekli tuvallerde çalışmayı tercih ediyor. İlhamını tuvallerine yansıtırken klasik fırça darbeleri yerine kimi zaman bir spatula kimi zaman bir bıçak ve hatta bir toplu iğne kullanarak renk katmanları arasında kesikler, yarıklar, silmeler ve geçişler elde ediyor. Resimlerinde kendisine ilham kaynağı olan gözlem ve birikimlerini en basit şekliyle yansıtmaya çalışan sanatçı, kolayın içindeki zorluğu basit denilende ki karmaşayı anlatıyor. O kadar ki sanat severin ilk bakışta bu denli basit ve sade görünen resimlerden izledikçe farkına varıp derinden etkilenmesini sağlıyor.

Kerim Yetkin’in son dönem eserleri 31 Mart 2011’e kadar kadar İlayda Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

Ayrıntılı Bilgi için;

Ayşe Yaşar
Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel :0.212.227 92 92
e-mail: ilaydasanat [et] ttmail.com

Galeri Pazar günleri hariç, her gün 10:00 ile 19 :00 arasında açıktır. Altında ve karşısında otopark mevcuttur.

33 Biterken

İnsanın canı her zaman parti havasında olmayabilir değil mi? Bu kez de böyle oldu işte. İso'cumun dün akşam kutlama için yaptırdığı rezervasyonu iptal ettirdik doğum günü çocuğu olan benim isteğim üzerine. Hava buz gibi, karanlık, kasvetli... Evimiz sıcacık, bize hâlâ yeni, İso'cumlu... Bu kez böyle geldi içimden işte.. Evimin ve İso'cumun tadını çıkarmak mırıl mırıl.. "Bize kutlama bahanesi bol" dedim, "başka zaman çıkarız yine. Bu hafta şöyle sarmaş dolaş yayılalım evimizde, tüm gün salaş ev giysilerimizle, filmler izleyelim, öğlen şarap içelim, uyku bastırınca gün içinde yatağımıza gidelim, kitap okurken uyuyakalalım, kalkıp yemek ısmarlayalım, akşam yine içmeye başlayalım bir film eşliğinde, plak dinleyelim, falan filan..." 33'ümü devirdiğim bu günlerde böyle bir ruh haliyle böyle bir kutlama istedim kendime. Ve yaptık, yapmaya devam ediyoruz. Pazar gününün tek farkı eve gelen çiçeğim oldu.


Ve ben çok mutluyum, çok şanslıyım hayatımın her gününü kutlama tadında yaşattığı için bazen özel günlerde "kutlama istemiyorum" şımarıklığı yapmama olanak tanıyan muhteşem bir adamla birlikte olduğum için. Yeni yaşıma tuhaf bir ruh haliyle de olsa yine onun sıcaklığında girdiğim için. Farkındayım bu bir "Happy Birthdaay!!" yazısı değil, daha çok "..ellerim büyüdü avuçlarında, bir tek İso'cum olsun, bana bişey olmaz..." yazısı oldu. Ama n'apayım, bu 27 Şubat'ta içimden gelen budur.


(İzninizle bu yazıyı yoruma kapatıyorum. Yine de yeni yaşımı içtenlikle kutladığınızı duyar gibiyim. O yüzden çok teşekkürler! :) )

Zoraki Kral ve Firarperest

Bu haftanın filmi ve kitabından bahsedeyim bu yazıda. Önce filmle başlayalım...

12 dalda Oscar'a aday, merakla beklenen filmlerden Zoraki Kral, ödül törenine yaklaşık bir hafta kala vizyona girdi. Biz de hemen seyrettik tabi. Diğer ödülleri bilemem ama Colin Firth'in En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını alacağına tıpkı Natalie Portman'ın En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nden ve Biutiful'un En İyi Yabancı Film Ödülü'nden emin olduğum kadar eminim. Beklenmedik bir anda kendini kral olarak bulan, konuşma bozukluğuna sahip VI. George'u canlandıran Colin Firth gerçekten çok başarılı bir performans sergilemiş. Karısı Elizabeth'in de yüreklendirmesiyle birlikte konuşma dersi almak üzere mektepli değil de alaylı olan Lionel Logue'a (Geoffrey Rush) başvuran kralın gerçek yaşam öyküsünden bir kesit sunuluyor bu filmde. Kralın konuşma probleminin üstesinden gelmesiyle birlikte kendine olan güveninin yerine gelmesinin ve buna bağlı olarak da halkının nezdinde güven kazanmasının öyküsü konu ediliyor. Bu sırada konuşma güçlüğünün kökenine inmeye çalışan Lionel sayesinde kralın çocukluğuna, babasıyla ilişkisine ve genel olarak karakterine dair ipuçları da ediniyoruz. II. Dünya Savaşı'nın başladığı yılların İngiltere'sinde geçen filme, bir dönem filmi denemez. Dönem hakkında daha kısa ve özet bir bilgi ediniyoruz; dolayısıyla asıl anlatılan dönemin değil insanın hikayesi. İnsan ilişkilerinin sağaltıcı bir gücü olabileceğini gösteren, sıcak, biraz dokunaklı ama çokça umut dolu bir hikaye. Ben beğendim. 'Kralın Konuşması'nı kaçırmayın derim.


Gelelim Elif Şafak'ın denemelerden oluşan son kitabı Firarperest'e. Elif Şafak'ın romanlarına bayılan bir okuru olarak denemelerinin de hepsini ayrı bir keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Birçoğuna yıldızlar verdim, yetmedi dönüp yıldız sayılarını ikiye, üçe çıkardım..:) "Bir ara gazetede böyle yazılar yazıyordu, hâlâ yazıyor mu acaba?" diye düşünüp Google'a bir göz attığımda bu kitabın daha önce Habertürk'te yayınlanan yazılarından bir derleme olduğunu da öğrenmiş oldum. Çok sesliliği, farklı kültürleri, kadını, gerçek demokrasiyi, ötekileştirmemeyi, gerçek tasavvuf öğretisini savunan, sevdiğim kadın yazarlardan biri Elif Şafak. Ve onun çok beğendiğim denemelerinden bazıları da İncinin İmtihanı, Baba Ben Eşcinselim, Gelseydi Keşke, Mütereddit Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, "Bilmiyorum" Diyebilmek, Gül Bahçesi Evlilik, Büyük Aşk Büyük Nefret ve Edep oldu. Bunlar çoook yıldız verdiklerim. Diğerleri de yıldızlı ama sayıları az. Yıldızsız geçtiğim deneme sayısı ise pek az.

Beğendiğim yerlerden aldığım ufak notlar arasında beni etkileyen iki tanesini de sizlerle paylaşayım. Örneğin, Nazım Hikmet'in 'Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?' sözünden yola çıkarak "büyük aşk" arayışımızı ele aldığı denemelerden birinde şöyle diyor yazar:
“büyük aşk”tan anladığımız aslında “büyük ego”. Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay savruluyoruz.


Bir de yine Elif Şafak'ın gözünden saklı bir güzellik olarak görüğü için inciye benzettiği memleketimize bakalım mı? Çok güzel bir Türkiye tanımı değil mi sizce de?

"...Zordur kalıplara uymamak, klişelerden ve kalıplardan geçilmeyen bir dünyada. Memleketim zoru başarır, sentezlerden yepyeni ve yaratıcı sentezler çıkarır. Renklerden bir demet. Katmanlı ve kadim bir kültür. Gelenek ile modernitenin dansı. Sanatçılar için sonsuz ilham kaynağıdır. Bereketlidir. Kolay anlaşılmaz, kategorilere sığmaz, karmaşıktır. Gizemlidir. Zengindir. Edepli insanların, gözlerinin içi gülen genç kızların, duygusal delikanlıların, çok şey bilen anneannelerin diyarıdır..."
Hava kapalı. Kasvetli, yağmurlu, karanlık... Tam evinizde oturup, yanınıza kahvenizi alıp, gün boyu kitap okumaya uygun günler... Hafta sonu da böyle geçecekmiş. O yüzden bu hafta sonu evinize Elif Şafak'ı davet edin derim. Pişman olmazsınız...

Tweet Post - Muhteşem Yüzyıl

 "RTÜK yasağına takıldı takılacak" haberleri sonrasında yasak lafını duydum mu dayanamayıp yasak delme isteğiyle dolup taşan bendeniz Muhteşem Yüzyıl'ı izlemeye başladım elbette. Elimizde malzeme olarak Osmanlı Dönemi'nin en uzun süreli, en saygın, en gerçek aşkı ve en akıllı, en "başarılı erkeğin arkasındaki güçlü kadın"ı var ama biz o tapılası büyük aşkı ve kadını göremiyoruz bir türlü! Ancak Hürrem'in aşağılanmaları ve karşılığında çemkirmeleri, dizi bundan ibaret sanki... Hürrem şehzade doğurdu hala şamar oğlanı konumunda saray kadınlarına ve  Pargalı'ya göre! Taylan biraderler yerine Meral Okay ağırlığını hissetsek fena mı olur? Ya da Hilal Saral'ı görev başına çağırsak bu dizide de Hürrem ve Kanuni'yi onun gözünden izlesek güzel olmaz mıydı diye düşünüyorum bir yandan. Bu kadın saray döneminde padişahın her şeyi (eşi, dostu, aşkı, yoldaşı, akıl danıştığı, birlikte güldüğü, naz yaptığı, nazladığı...) olmayı  başarmış, muhteşem bir tarihi figür, boru değil!! Hatırlatayım dedim hani...

Özel Hayatlar

Daha önce ertelendiği için 4 Şubat akşamı yerine bu Cuma akşamı gidebildiğimiz Özel Hayatlar adlı Tiyatro İstanbul oyunundan bahsedeceğim sizlere. Biletleri Ocak başında Cam'a gittiğimizde almıştık. Ve İso'cum istediği için. Çünkü benim bu seneki tiyatro programımda bu oyun yoktu. Nedeni ise oyuncular listesinde Hande Ataizi ismini görmem olmuştu. Aslında Hande Ataizi'nin tiyatro kökenli olduğunu bilmeme rağmen uzun zamandır sadece magazinsel haberlerle adı duyulan bir isim olduğundan önyargılıydım sanırım. Ama itiraf ediyorum: Feci yanılmışım!

Noel Coward'ın yazdığı oyunu Tiyatro İstanbul'un Genel Sanat Yönetmeni olan Gencay Gürün Türkçeleştirmiş. Cihan Ünal hem Elyot karakterini canlandırıyor hem de oyunu yönetiyor. Elyot, Sibyl ile yeni evlenmiş ve muhteşem bir balayı geçirmek için otellerinin odasına yerleşmişler bile. Sibyl karakterini Evliliğe Gelincee! oyunundan tanıdığımız yetenekli ve güzel genç oyuncu Burcu Kazbek canlandırıyor. Hemen yan odada da balayını geçirmek üzere odalarına yerleşen Amanda (Hande Ataizi) ve Victor (Şencan Güleryüz) var. Bunda tuhaf bir durum yok tabi ki. İki balayı çifti yan yana odalara yerleşebilirler. Ama bu dörtlüden ikisi daha önce birbirleriyle tutkulu bir aşk yaşamış, evlenmiş ve boşanmış tiplerse o zaman işler biraz karışabilir değil mi? İşte eski aşıklar Amanda ve Elyot yıllar sonra böyle bir ortamda bir araya geliyorlar. Tam da her şeyi unutup yeni bir sayfa açmaya hazırlarken. Ama acaba öyleler mi? Birbirlerini yeniden gören bir zamanların tutkulu ikilisi gerçekten her şeyi unutup, yeni bir hayata başlamaya can atıyorlar mı dersiniz?













Bu sorunun yanıtını görmek için Profilo'daki Tiyatro İstanbul gişesini arayıp (216 40 70) ya da Biletix'e girip yerinizi ayırtmanızı öneririm. Her zamanki gibi Gencay Gürün ve Cihan Ünal'ın ne kadar güzel bir oyun seçtiklerini ve ne kadar başarılı bir şekilde sahnelediklerini de bir kez daha görmüş olabilirsiniz böylece. Cihan Ünal gibi büyük bir ustanın oyunculuğu için denecek bir şey zaten yok ama beni asıl şaşırtan isim daha önce de belirttiğim gibi Hande Ataizi oldu. Doğal oyunculuğu ve güzel bedenini güzel şekilde kullanışıyla en göze çarpan isim olduğunu bile söyleyebilirim. Bu arada kostümlerin de Tuvana Büyükçınar ve Faruk Saraç'ın elinden çıktığını öğrendim ve neden hepsine bayıldığımı anlamış oldum.

Balayında nahoş bir sürprizle karşılaşan Sybil ve Victor için çok üzgünüm ama daha yorucu olsa da tutkulu aşkı kutsayan Özel Hayatlar oyunuyla zihnen de uyumlu olduğumuzu gördüğüme şahsen çok sevindim. Çünkü sıradan, heyecansız, tutkusuz, "olması gerektiği gibi," "standartlara uygun" bir ilişki yaşamak yerine inişleri çıkışları olan, inişlerinin de çıkışlarının da kalp çarpıntısı yarattığı, didişmelerin, restleşmelerin, mutluluktan uçmaların, üzüntüden kahrolmaların olduğu, ama inişlerin ve kahroluşların hep daha sıcacık ve sağlam bir huzur ve sevgi duygusuyla sonlandığı, her şeyin çok yoğun yaşandığı ilişkilere daha çok saygı duyuyorum.

O zaman böyle ilişkilere emek veren, cesur kahramanlar için Fly Me To The Moon geliyor. Tadını çıkarın! Hem şarkının, hem oyunun, en önemlisi de aşkınızın! :)

Mim: 10 Soru 10 Cevap

Sevgili Ruhdağı tarafından sobelenmiş bulunmaktayım. O zaman icabı neyse yerine getireceğiz artık. Bu mim de pek keyifliymiş bu arada (öyle her mim'e de bayılmam yani) :) Neyse, başlıyorum, hazır olun!

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:

Migros'tan alınacaklar, bir daha ki kitap alışverişinde alınacak kitaplar, Google'dan bir ara araştırılacaklar, çeviri bittikten sonra yayınevi edtörüne iletilecek ufak notlar, kapıcıya verilmesi gereken gazete parası, para gönderilecek bir hesabın IBAN numarası,  kocaman önümde dursun da unutulmasın diye çerçeve içine alınmış bir not ve bunun gibi bir sürü şeyi not ettiğim bir defter duruyor masamda. Ama düzen hak getire. Korkunç bir yazıyla, sayfanın bir orasına bir burasına, yarı eğik yarı düz yarı ters yazılmış bir defter. Ama tabiri caizse hani şu ilkokulda öğretmenlerimizin "berbat bir defterin var" yerine kullandıkları "ne bu böyle, bakkal defteri gibi" dedikleri cinsten. Herhangi bir gün oturup da ona satır satır, inci gibi bir yazıyla, düzenli notlar alırsam kesin şok geçiririm herhalde!


Not: Bu arada İso'yu da feci kıskanıyorum bu konuda. Farklı kullanım alanları olan bir sürü ebatta not defteri var ve içindeki inci gibi dizilmiş notları gördükçe not alırken yanlışlıkla eline çarpmak, defterinin üzerine kahve dökmek ya da sayfalarını kırıştırıp suçu da temizlikçi kadına atmak geçiyor aklımdan. Kocamı biraz tanıyorsam bunu okuduktan sonra defterleri için koruma kutuları falan alır şimdi! :)

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:

Alışveriş meraklısı biri değilim. Hatta bu sezon hiç kış alışverişi almamış olmakla övünüyorum. O yüzden uykularımı kaçıracak bir alışveriş objesi aklıma gelmiyor. Ama diyelim ki oldu, o zaman kesinlikle Mudo Concept'te gördüğüm bir şeydir. Ne olacağı hiç önemli değil, ama bu kadar tutku duyacağım şey kesinlikle bir Mudo Concept ürünüdür.

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:

Yiyecek yok. Ama "Hadi içmeye gidelim" ya da "Evde şarap&peynir/rakı&balık mı yapsak?" cümleleri uğruna diyetimi kesinlikle bozarım. Her hafta sonu olduğu gibi.:)



4-Uğurun var mı, uğurun?

Yok ya. Öyle inançlarım yok. Çok istediğim bir şeyle ilgili olumlu düşünmek ve onun için çalışmak dışında herhangi bir uğura inanmıyorum.

5-Kendine en yakıştırdığın renk:

Yazın bronzlaştığımda beyaz. Koyu kahveden kreme kadar tüm kahve tonlarına da bayılır ve yakıştırırım kendi tenime ve saçlarıma falan. (Az önce İso'cum geçti yanımdan, ona da bu soruyu sordum, o da kırmızı dedi.)

6-En sevdiğin takın:

Takı merakım yoktur. Saat ve yüzük dahil hiçbir şey takamam. Arada bir dışarı çıkarken taktıysam da eve gelir gelmez ilk çıkardığım şeyler takılar olur. Dışarı çıkarken de genellikle evlilik yüzüğüm ve Kolyekolik'in kolyelerinden birini takıyor olurum.

7-Takıntın?

Bazen bir şarkıyı ya da bir yiyeceği takıntı haline getirdiğim olur. O şarkıya takıldıysam günde 30 defa 3 gün dinleyip sonra bir daha sonsuza dek dinlemediğim olur. Ya da diyelim ki Çokoprens'e bayılıyorum. Bir ay boyunca her gün yer, sonra sonsuza kadar unutabilirim. Aynı şeyleri aynı sırayla yapma durumum da takıntı sayılabilir sanırım. Sabah evi havalandırma, bilgisayar açma, kahvaltı, Google Chrome'da açtığım sekmelerin sıralaması, kahve, gazeteler gibi günlük işlerimin sırası hep aynıdır. Yani sabah 9.00 ile 12.00 arasında yaptıklarımın kaydı tutuluyor olsa her günüm aynı görünebilir.

8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?

Afrika! National Geographic belgeselleri tadında bir gezi. Safariler, çadırda konaklama, timsahlı nehirlerde gezme, goril turları, zürafaları ve filleri doğal ortamlarında görme, yerli halkın yaşamına & ritüellerine tanık olmak.. Her şeyiyle detaylı ve turistik olmayan bir Afrika deneyimi yaşamak isterim.












9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:

Çalın şöyle Goran Bregovic'ten kıpır kıpır bir şeyler de coşalım!

10-Solunda ne var?

Çalışma odamın çok sevdiğim okuma köşesi var. Baba koltuğumuz (İso'cum kendi koltuğu olduğunu iddia ediyor), yanında anneanneciğimden kalma sandık, annem ve babamın evlendikleri zamandan kalma (annemin fikri olarak yaptırdığı) şişe abajur. Huzur köşesi de diyebiliriz kısaca...















Mim'i birilerine de göndermem gerekiyor sanırım. Kaç kişi olduğunu bilmiyorum, isteyen herkes cevaplasın ama en çok da Kolyekolik, Sevgi , Seda, Nesobaby ve Burcu cevaplasın, olur mu? :)

Tweet Post

Dün akşam bize maç izlemeye gelen arkadaşlarımızla "Ay 30'undan sonra her şey değişiyor.. Daha duygusal oluyorsun, fiziksel değişiklikler başlıyor, zaman daha çabuk akıyor gibi geliyor, eskisi gibi hemen zayıflayamıyorsun ama hemen kilo alıyorsun.. Ha bir de eskiden daha çok içerdik yaa, içki kapasitesi de azalıyor galiba!" diye muhabbet ettikten sonra geceyi 7 tane ellilik bira ile tamamlayınca kendimi sahtekar gibi hissettiğimi paylaşmak istedim nedense! Ama kendimle çelişmem dışında güzel geceydi! :)

Eskilerden Bir Kitap & Bir Film

Üniversite yıllarında (belki de daha önce) aldığım ama okuyamadığım, bizimkilerin kütüphanesinde duran, en son yılbaşında İstanbul'a gelirlerken getirmelerini istediğim ve bir deneme daha yaparak bitirmeyi başardığım Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabıyla başlayayım. Milan Kundera'nın bu ünlü romanını ya ilk denemede başarısız olmamdan kaynaklanan bir önyargıyla ya çeşitli nedenlerle elimde çok uzun süre süründürdüğüm için yine çok keyifle okuduğumu söyleyemeyeceğim. Başlarda daha hızlı ilerledim ama sonlara doğru adeta "bitsin de başka kitaba geçeyim" diye okumaya başladığımı fark ettim. Sonunda bu hafta bitti. Tamam, var olmak için ağırlık yaratan bağlarımızdan ve yüklerimizden kurtulup hafiflememiz gerektiği fikrini sevdim, çok da güzel ifadeler not ettim defterime, birçok yerde Tereza ve Tomas'ın öykülerine kaptırdım kendimi ama tuhaf bir şekilde bu kitapla yıldızımız tam olarak barışamadı sanırım. Yine de not ettiğim şeylerden birini paylaşayım sizlerle. Yani Tomas'ın aşkla ilgili vardığı sonucu:

"Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda zıt tutkulardır. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)."
Bu yazımla kitabı okumak için heyecan duymanızı sağlayamamış olabilirim. "Biraz daha detaylı bilgi alayım da ona göre karar vereceğim okumaya" diyenler Burcu'nun bloguna da göz atabilirler. :)

Bu hafta başında Aronofsky'nin eksik kalan Fountain (Kaynak) filmini de izledik. Üç farklı zamanda geçen filmi, bilim kurgu olduğu için Aronofsky filmleri arasında en son sıraya yerleştiriyorum. Yine de benim yaşlı teyzeler misali uyuklamadan izleyebildiğim bir bilim kurgu olduğuna göre birçok insan keyifle bile izleyebilir diye düşünüyorum. Geçmişte, bugünde ve gelecekte geçen hikayelerde aynı ölümsüzlük ve ölümsüz aşk arayışının anlatıldığı filmde Hugh Jackman'in oyunculuğuna bayıldım. Filmin en keyifle izlediğim bölümü ise "bugün"de geçen bölümü oldu. Diyorum size, beni yormayın öyle yüz yıl sonraki yaşamlarla, sönen yıldızlarla, dımdızlak uzaylı kafalarıyla falan. Bu arada James Cameron'ın Avatar'ı çekerken buradan da biraz esinlenmiş (!) olabileceğini düşündük (hani şu hassas tüycüklerle kaplı ağaçlar falan pek bir tanıdık geldi de günahını almayalım şimdi kendisinin). Aronofsky severler onun farklı bir tarzda çektiği bu filmi de izlemekten hoşlanacaklardır. Yine de bir Requiem for a Dream (Rüyaya Ağıt) ya da Black Swan (Siyah Kuğu) tadı beklemeyin derim.

İyi seyirler..

Bu Başka Bir Kutlama

Cumartesi akşamı DOTKoleksiyonda'da sergilenen Festen/Kutlama adlı oyunu izledik. Böylece bu sezonu da izlemediğimiz DOT oyunu kalmadan kapatmış olduk. Darısı önümüzdeki sezonların başına diyeyim. Bizi de üşenmeden taa oralara bu kadar büyük bir şevkle ancak DOT götürebilirdi zaten. Oyun Koleksiyon mağazasının Sarıyer'deki showroom'unun bahçesinde kurulmuş çadırda oynanıyor. Gerçi giderken az söylenmedim "Ne diye Mısır Apartmanı'nda ya da Mars'ta oynamıyorlar ki?" diye ama oyunu izleyince anladım ki böyle bir oyun ancak öyle bir alanda oynanabilirmiş. Hem açık hem kapalı alanların kullanıldığı bambaşka bir deneyim sizleri bekliyor. Birazdan hep birlikte oyunun oynanacağı çadıra geçeceğiz zaten. O yüzden şimdilik Koleksiyon'un içinde bekleyebilir ve krokiyi inceleyebilirsiniz.














Oyunun başlama saati olan 21.00'de DOT ekibinden birkaç kişi hep birlikte çadıra doğru gidebileceğimizi söylüyor. Çadırın hemen önündeki bir merdivende müzik yapan bir ikili duruyor. Ve bir de sigarasını içerken onları dinleyen Christian (Cemil Büyükdöğerli). Birazdan babanın (Köksal Engür) 60. yaş günü kutlaması başlayacağı için bütün aile buraya doluşacak. Bunun ailenin büyük oğlu Christian'ın zarif annesi Else (İpek Bilgin) ile konuşmasından anlıyoruz. Sonra sürpriz (!) bir hengame içinde Vosvos'larıyla kutlamaya gelen ailenin küçük ve arıza oğlu Michael (Rıza Kocaoğlu), karısı ve çocuğuyla tanışıyoruz. Biz hâlâ dışarıda, merdivenlerin önündeyiz ya, arabayı ondan biliyoruz. Sonra abla (Şebnem Bozoklu) da geliyor. Bir de Christian'ın intihar ederek ölen ikiz kız kardeşinin anısı var hepsinin yanlarında getirdiği. Böylelikle ekip tamamlanıyor. O zaman artık kutlama alanına geçebiliriz.













Bizler yerlerimize yerleşirken hizmetçiler de ziyafet masasını hazırlıyorlar. Birden Şölen oyunu aklıma geliyor. Tıpkı oradaki gibi bir yemek ortamı. Acaba her oyuncuyu daha iyi izleyebilmek adında burada da dönen bir platform olsa mıydı diyorum ki sonra herhangi bir oyunda değil DOT oyununda olduğumuz aklıma geliyor. Nasılsa biraz sonra hiçbir şey bu düzende kalmayacak diye düşünüyorum. Öyle de oluyor!

Kutlama olarak başlayan büyük aile buluşması müthiş bir aile içi yüzleşmeye dönüşüyor. Gerçi ilk başlarda ortaya dökülen acıtıcı gerçekler, suçlamalar, travmatik yaşantılar ne olursa olsun herkes, şimdiye kadar süregelen "üç maymun" yaklaşımını sürdürmeye devam ediyor. "Ağızlarının tadı bozulmasın" diye söylenenlerin etkisi yeterince şiddetli algılanmıyor, yemeklerine tatlı tatlı devam ediyorlar. Ama yüzleşme başladı bir kere, durmak bilmiyor. Ta ki herkesi, her şeyi, hâlâ barındırılan ufacık saygı kırıntılarını bile darmadağın edene kadar devam ediyor.
















Yine Murat Daltaban'ın yönettiği ve ufak bir rol ile oynadığı bu oyun aslında bir sinema filmiymiş. Danimarkalı birkaç yönetmenin oluşturduğu avangart film yapım akımı Dogma 95'in ilk filmiymiş. Thomas Vinterberg’in yönettiği Festen (1998), Cannes Film festivali jüri özel ödülü dahil sayısız festivalde ödüller almış. 2004 yılında ise David Elridge tarafından sahneye uyarlanmış. Sonunda alternatif projeleri itinayla seçip bizlere getiren DOT ekibinin de kancasına takılmış. İyi ki de öyle olmuş.

Oyunculuklar açısından bence en öne çıkan isimler Cemil Büyükdöğerli ve Rıza Kocaoğlu'ydu. Usta oyuncu Köksal Engür de "leke tutmaz" baba rolünün hakkını vermişti. Bayıldığım DOT oyuncularından biri olan Umut Kurt'un bu oyundaki rolü kısa ve ikincil rollerden olsa da Nadim ile aklımda kalacak isimlerden. Bu oyun bence o en sert, en şiddetli, en tokat niteliğindeki DOT oyunlarından biri değildi. Ama kesinlikle çok güzeldi. Öyle bir alanın her yerini kullanarak, (canlı) müziklerle, dekor ve kostümlerle, bu kadar büyük bir kadroyla ve yine etkili bir oyun seçimiyle DOT bu kez gerçek bir şov yapmış bana göre. O yüzden bu oyunu görmenizi, daha sert oyunlarına nazaran, çok daha gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. :)

DOT Gişe tel: 0-212-232 44 40/ 251 45 45
Oyun alanına G-Mall'dan ya da Darüşşafaka Metro İstasyonu'ndan kalkan servislerle de gidebileceğinizi unutmayın. Telefonda bilet alırken servis kullanıp kullanmayacağınızı da belirtmeniz gerekiyor.

(Not: Görselleri de NTV'den ve Google Görseller'de önüme çıkan birkaç sayfadan aldım. Pek de iyi niyetle kullandım. Helal etmişsinizdir umarım.:) )

Mutlaka katılın bu Kutlama'ya!
Şimdiden iyi seyirler.

Kuğu Gölü - St Petersburg Devlet Buz Balesi


Gereken her şey ilanda yazıyor zaten. O yüzden fazla söze gerek yok. Kaçırmayın derim! Biz TİM gişesinden 5 Mart akşamı sahnelenecek Kuğu Gölü için biletlerimizi aldık bile. Gişelerden Bonus ile bilet alırsanız %15 indirim olduğunu unutmayın.

Ama Biletix'ten kaçış yok maalesef. TİM'in gişesi de Biletix gişesiymiş. Nasıl mı öğrendim? Gişedeki çocuğa "Ay gıcık oluyorum şu Biletix'e. Sırf onlara para kazandırmamak için buradan alıyorum,"  tadında yakınmaya başladığımda çocukcağız sessizce gülümseyip "ama burası da yine Biletix üzerinden hizmet veriyor" dedi. Bense çocuğun mahcup gülümseyişinden hiçbir şey anlamayıp devam ettim "Biletix'in yanında MyBilet'le de çalışsanız olmuyor mu yaa? MyBilet süper! Şöyle avantajları var, komisyon yok, vıdı vıdı vıdı..." diye devam ettim. Çocuğun "Olabilir tabi, ama ben Biletix çalışanıyım!" cevabı üzerine "Ha öyle mi? Ben de TİM çalışanısınız diye öyle konuşup duruyorum işte.. Hadi size kolay gelsiiin.." diyerek arabada beni bekleyen İso'cumun yanına gittim. Mahkumun jandarmaya dert yandığı gibi yanlış adresteymişim meğer. :)

Bu arada Cem Yılmaz'ın gösterisi için de 30 Mart'a kadar biletler tükenmiş ve Nisan programı henüz belli değilmiş. Bakalım, ne zaman bilet bulmayı başaracağız ona da. Bir de küçük not: Sadece bilet almak için ta oralara gitmedik elbette. Süper bir "Aile Kutlaması"na davetliydik DOTKoleksiyonda'da. DOT yine aşmış, biraz da şova kaçmış bu kez... Bayılıyorum bu ekibe. Detaylar bir sonraki yazıda.. Benden ayrılmayın.

O Son Tesadüf Olmasaydı Keşke

Pazar günü izlediğimiz Aşk Tesadüfleri Sever'den bahsediyorum. Masal tadında bir filmdi bana göre. Bir aşk masalı, bir aile masalı, bir Ankara masalı...Ama kahramanlar masal karakterleri değildi. O kadar doğal, o kadar içimizden, o kadar bizdendi, o kadar bizdi.

Otuzlu yaşlarda, küçüklüğünden beri hayali olan oyunculuğa çok yaklaşmış, tam da evlenilecek (!) erkek arkadaşıyla sürdürdüğü uzun süreli ilişkisini boğucu ve kendinden vazgeçmesini gerektirecek bir evliliğe dönüştürmek üzere olan güzel bir kadın Deniz (Belçim Bilgin). Onunla aynı gün aynı hastanede doğmuş, ünlü bir fotoğrafçı olmuş, çocukluğundan beri kalbinde problem olan ama bunun yaşamına getireceği kısıtlamalara aldırmadan doya doya yaşamının tadını çıkarmaya çalışan yakışıklı bir erkek Özgür (Mehmet Günsur). İkisi de Ankara'da büyümüş, üniversite sonrasında İstanbul'a gelmişler. Onca yıl Ankara'da yolları kesişmeyen bu ikili İstanbul'da tesadüf eseri karşılaşırlar.

Onların çocukluktan -hatta doğumlarından-  itibaren hikayelerini izlemeye başladığımızda ise hayatlarında ne kadar çok böyle tesadüfün olduğunu görürüz. Aslında yolları onlarca, belki yüzlerce kez kesişmiştir. Mesela küçük Deniz çok sevdiği tiyatrocu dedesiyle Kuğulu Park'ta gezerken, Özgür de orada kuğulara simit atmaktadır. Ya da ilk gençlik yıllarında gitara merak salan Özgür, bir müzik dükkanının vitrinindeki gitarlara dalmışken, tam arkasında kaldırımdan Deniz geçmiştir. Üniversitede Özgür'ün simit alıp bindiği otobüsten Denizinmiş ve aynı simitçiden simit almıştır. Hem de para üstü olarak Özgür'ün verdiği para da onun cebindeki yerini almıştır. Onların hikayesi tam da Bülent Ortaçgil'in Eylül Akşamı'nda anlatılan gibidir.  

Özgür ve Deniz'in yaşamlarının kesiştiği noktaları izlerken değişik dönemleri ve o dönemlerin Ankara'sını  da görme fırsatı yakalayacaksınız filmde. Hem de müthiş güzel bir Ankara.. Manhattan'ı, Kıtır'ı, Cafemiz'i, Atakule'si, Gençlik Parkı, Kuğulu Park'ı, Foto Turgut'uyla sımsıcak bir Ankara sizi bekliyor. Sımsıcak aile ilişkilerine ise çocukluk dönemlerinde şahit oluyoruz. Çocuklar büyüdükçe zihnen kendilerine ayak uyduramayan babalarla çatışmalar ve kopuşlar da başlıyor. Anlayacağınız bu film aynı zamanda arızalı baba hikayeleri de barındırıyor. 















Anne-baba rollerinde Altan Erkekli-Şebnem Sönmez ve Ayda Aksel-Hüseyin Avni Danyal çok başarılılardı. Aralarında en favorim ise Şebnem Sönmez oldu. Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur'un doğal oyunculuklarına bayıldım diyebilirim. Çok keyif aldım onları izlerken. Belçim Bilgin'le güzel bir tanışma oldu benim için. Umarım bundan sonra da güzel projelerde izleriz kendisini. Ayrıca fotoğraflardakinden çok daha güzel bulduğumu da söylemeliyim.

Bu güzel filmin en güzel yanlarından biri de anlatılan masala eşlik eden muhteşem müziklerdi. Filmdeki ilgili sahnelere en cuk oturan iki tanesi ise çok sevdiğim bir Demir Demirkan şarkısı olan Zaferlerim ve Şebnem Ferah'ın Hoşçakal'ıydı.

Son olarak masal tadında izlediğimiz filmin masallar gibi mutlu sonla bitmediğini de söyleyeyim. Bu da yetişkin masalı işte, içimize oturan cinsten...Dağıldık, ama olsun.. Tüm ekibi tebrik ediyorum bu güzel film için.. Bizi 80'lere, 90'lara, öğrenciliğimize, Ankara yıllarımıza, aşka götürdüğü için.. Bana acaba İso'cumla Ankara'nın hangi noktalarında aynı anda aynı yerde bulunmuşuzdur diye düşündürttüğü için.. Belki de ben dersten çıktığımda İso'cum gelip aynı anfide aynı sıraya oturmuştur ve benim orada unuttuğum kalemi alıp kullanmıştır.

Olamaz mı? Olabilir.. :)

Tweet Post

Goran Bregovic'in Alkohol albümünden bir şarkının klibinde konsere gelen çocuklardan birinin üzerindeki tişörtte yazıyordu, hoşuma gitti:
"Anyone who doesn't go crazy, can't be normal."
Türkçe meali:
"Çıldırmayan/tırlatmayan/sapıtmayan biri normal olamaz."
Bir de aklıma takıldı: Son albümüne Alkol adını veren Goran Bregovic'i bu sene Açıkhava Konserleri kapsamında ülkemize sokarlar mı? Harbiye Açıkhava'ya giriş yaşı değişir mi? Goran'ımın şarkılarındaki alkollü içecek isimlerine sansür gelir mi? Her sene keyfimize keyif katarken yanında duran kadehinin içindekini adama zehir ederler mi? Goran'ın Sljivovica (Sırp rakısı) ve Şampanya diye iki bölümden oluşan ve 2009'da çıkardığı son albümünü neden hâlâ gelmedi? Falan filan...İşte tırlattım yine!

"Yalnız Değildim" - 17-27 Şubat 2011

İstanbul Modern Sinema, 17-27 Şubat tarihleri arasında Kanada Büyükelçiliği işbirliğiyle Kanada sinemasının son yıllarından kimlik odaklı filmleri “Yalnız Değildim” başlıklı bir programla sunuyor. Modern hayatın tanımladığı kimlik biçimleri, arayışları ve sancıları üzerine kurulu bu programda Woody Harrelson’ın oynadığı Muhafız’dan, katıldığı her festivalden ödülle dönen Annemi Öldürdüm’e uzanan altı film yer alıyor.

İlgilenenler için film listesi ve program aşağıdadır:


1) Annemi Öldürdüm / J'ai tué ma mère 2010
Yönetmen: Xavier Dolan, 95’, Renkli

Kanadalı yönetmen Xavier Dolan’ın 20 yaşında gerçekleştirdiği ve otobiyografik ögeler taşıyan, yapımcılığını ve başrol oyunculuğunu da kendi üstlendiği film, hem açık sözlü anlatımı hem de sinematografik ustalığıyla, Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından büyük yankı uyandırmış ve dünya festivallerinden sayısız ödül kazanmıştır.

2) Muhafız / Defendor, 2009
Yönetmen:
Peter Stebbings, 95’, Renkli

Sıradan bir adamken üstüne kostüm giyerek kendini halkını korumaya adayan süper kahraman sanan Arthur Poppington’ın (Woody Harrelson) öyküsü. İlk bakışta ufak bütçeli bir süperkahraman filmi ya da komedi gibi dursa da aslında duruşu ve konusuyla daha çok Taksi Şoförü’ne (Taxi Driver) yakın duran Muhafız, başta Harrelson olmak üzere tüm karakterlerin ekranı sahiplendiği içten ve derin bir dram.

3) Karanlığın Gölgesinde / The Age of Ignorance, 2007
Yönetmen:
Denys Arcand, 104’, Renkli

Kanada sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Denys Arcand, pop star olma hayalleri kuran ve zamanla gerçekle bağlarını tümden koparan Jean-Marc’ın gerçeklikle fantezi arasında gidip gelen hikâyesini anlatıyor. Dozu yerinde politik mesajları, keskin toplum eleştirisiyle keyifli bir kara komedi.

4) İki Kere Kadın / Twice A Woman, 2010
Yönetmen:
François Delisle, 94’, Renkli

Yönetmen Delisle bu filminde kocasından şiddet gören bir kadının oğluyla birlikte yeni bir hayat kurma savaşını iz bırakan bir dramla sunuyor. İlk filmi olan bu filmle eleştirmenlerden tam not almıştır.

5) Ondan Uzakta / Away From Her, 2006
Yönetmen:
Sarah Polley, 110’, Renkli

Yönetmen Sarah Polley’nin Toronto ve Sundance film festivallerinde gösterilen, 2008 yılında En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu dallarında Oscar’a aday olan, Julie Christie’nin bu filmdeki rolüyle 65.Altın Küre Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandığı Ondan Uzakta, Alzheimer olan 44 yıllık evli Fiona’nın kocasıyla birlikte bu hastalıkla mücadelesini yansıtıyor. Melankoliyle mizahın buluştuğu bu öykü yüreğinize dokunacak!

6) Yeryüzü Cenneti / Heaven On Earth, 2008
Yönetmen:
Deepa Mehta, 106’, Renkli

Hint sinemasının tanınmış muhalif yönetmeni Deepa Mehta’nın sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımının ötesinde törelerin ağırlığı, aile içi şiddet gibi temaları irdelediği, renkli ve fantastik öğelerle bezeli Yeryüzü Cenneti’nin başrol oyuncusu Preity Zinta, 2008 Chicago Film Festivali'nde “En İyi Kadın Oyuncu” seçilmiş. Filmde neşeli ve duyarlı bir kadın olan Chand görücü usulü evlenerek Hindistan’dan, yabancı ve heyecan verici olan bir ülkeye, Kanada’ya taşınması ve burada yaşadığı uyumsuzluktan dolayı hayal dünyasına sığınması konu ediliyor.

Şimdiden iyi seyirler...

Kutlama Zamanı!!!

İso'cumun işiyle ilgili güzel gelişmeler olduğu için bu hafta sonu bunu kutlamaya karar verdik. Bizde bahane bol, yeter ki kutlama deyin.

Uzun zamandır merak ettiğim yerlerden biri olan Chez Bore'yi seçtik mekan olarak. Öncesinde de saçlarım artık dip boyalıktan çıkıp komple boyanacak hale gelmesin diye kuaföre gitmeye karar verdim. Eski evimizin altındaki Nihat Kuaför'de çalışanlarla biraz nostalji yaptıktan sonra boyamı yaptırdım. Hatta bu kez fön bile çektirdim. Kutlama için çıkıyoruz ya farklı olsun dedim. Gerçi eve dönene kadar kıvrılmaya başladı ama olsun, en azından denedim! Buyrunuz banyo aynasında sizler için çektiğim resmimle karşınızda fönlü ben: :)


Saat 20.00 gibi gittiğimizde Fransız Sokağı ve Chez Bore bomboştu. Her yerde sadece bir iki masa doluydu. O yüzden olsa gerek mekanın içi de buz gibiydi. İkinci Uskumru vakası olacak diye ödüm koptu ama neyse ki klimayı açtılar ve yarım saat kadar titredikten sonra ısınmaya başladık. Belki de yakıtımızı almaya başladığımız için de ısınmış olabiliriz, bilemiyorum. :) Çok ilgili ve güleryüzlü bir servis elemanı bizimle ilgilendi. (Kulağında kulaklık olan suratsız elemandan ise uzak durun derim.) Bir steak house olan Chez Bore'de ana yemek olarak et söyleyeceğimiz için daha hafif bir başlangıç tabağı söylemek isterdim ama İso'cumun isteğiyle peynir tabağında karar kıldık. Peynir tabağı da öyle bir geldi ki bir buçuk saat boyunca kendisiyle ilgilendikten sonra ben neredeyse doymuştum. Saat 22.00'ye doğru ancak ana yemeklerimizi söyleyebildik. Tam da o saatlere yakın canlı müzik başladı. Bore'nin Çiftliği'nden iki farklı çeşit bonfile söyledik ve bence ikisi de çok lezzetliydi. Gerçi İso'cum içinde mantar olduğu için kendi tabağını pek beğenmedi ama ben hem porsiyonları hem pişiriliş şeklini hem de sunumu gayet başarılı buldum.


Canlı müziğin başlayacağı saatler olan 21.30 ve sonrasında mekan doldu. Doğum günü için gelen gruplar da vardı. Yemek için değil de sadece canlı müzik içinde gelinebilecek bir mekan diye düşünmüştüm ta ki canlı müziği duyana kadar.. Sanırım sorun ses düzenindeydi ya da gruptaydı.. Bilmiyorum ama biz canlı müziği hiç beğenmedik. Keşke yemeğini daha önce çalan güzel müzikler eşliğinde yiyip kalkmak isteyenler boşaldıktan sonra 23.00'te falan canlı müzik başlasa diye düşündük. O yüzden canlı müziğin olmadığı günleri, hafta arası iş çıkışı yemekleri için ya da hafta sonunun erken akşam yemekleri için tercih edebilirsiniz.

Bu arada tıka basa doymuş bir şekilde masadan kalkınca İso'ya sarma zamanım geldiğini fark ettim. "Hep senin yüzünden söyledik o kocaman peynir tabağını! Ne kadar gereksiz oldu!" Baktım ki İso'cum her zamanki gibi kutlama modunun hakkını veriyor, benim gibi geriye dönüp de keyifle mideye indirdiği peynirler yüzünden suçluluk falan duymayı hiç düşünmüyor o zaman başka bir koldan saldırmaya karar verdim. "Ya böyle yavaş yavaş 'acıkmadan yiyenler, terlemeden sevişenlere' dönersek n'olcak peki?!" Hah! İşte şimdi oldu! Kocamın ilgisini konuya çekmeyi başardım. "Seks satar" fikrine kesinlikle katılıyorum. :)

Genel olarak yemeklerini ve ambiyansını beğendiğim Chez Bore'yi denemek isteyenler için iletişim bilgileri buradadır. Ağzınızın tadının ve keyfinizin hep yerinde olması dileğiyle...

CVK Otel Ocean Spa

Grupfoni'den gelen e-postalardan birinde "Taksim CVK Hotel Ocean Spa'da Altın Masajı, Bali Masajı ya da Aromaterapi Masajı seçeneklerinden biri ve Türk Hamamı, sauna, kar çeşmesi, buhar odası, localium ve şok duş kullanımı 230 TL yerine %79 Grupfoni indirimi ile sadece 50 TL!" diye görür görmez balıklama atladım bu kendimi şımartma fırsatına. Öyle her yere masaja, cilt bakımına falan gitmem. Zaten güzellik ve bakım uğruna çok fazla şey de yaptırmam çünkü o kadar cesur değilimdir. O yüzden iç çeke çeke bakar kalırım o Brezilya fönü ya da kavitasyon fırsatlarına. O zaman bu fırsata neden atladım?

Taksim CVK Otel'in Kızılkayalar'ın karşısındaki şu şirin beyaz otel olduğunu gördüm. Ocean Spa'nın da Maslak Sheraton, Titanic Otelleri ve Avantgarde Otel gibi İstanbul'un bilinen otellerinin içinde hizmet veren bir spa zinciri olduğunu öğrenince tamamdır dedim. Emin ellerdeyimdir herhalde. Peki, öyle mi oldu dersiniz?

Ne yazık ki hayır! 14.00'teki randevuma asansör bir türlü gelmediği için 14.05'te gittim. Spa merkezindeki suratsız karşılama görevlisi soyunma odasının yerini gösterdi. Masajlar hakkında bilgi almak isteyince "onu masözümüzden alacaksınız, zaten geç kaldınız!" diye beni küçücük soyunma odasına aldı. Masaj için, yani gevşemeye gittiğim için, bu suratsızla muhatap olmamaya karar verdim. O sırada masözüm olduğunu odaya girince öğreneceğim kadın geldi odaya. Bana şifreli dolapları nasıl kullanmam gerektiğini gösterdi. Havlularımı verdi ve o da ne??? Yerde duran çocuk mezarı büyüklüğündeki tokyo terliği giymemi istedi. "Kağıt terlik yok mu?" diyince onların odalarda bulunduğunu ve buraya gelenlerin bu terliği kullandığını belirtti.















Bu durumda ben de havlularıma sarınıp masaj odasına giderken çoraplarımla ve ayağımın iki katı büyüklükte terliğimle çok şık bir görüntü oluşturmak durumunda kaldım. Odaya gidince soyunma odasındaki kadının aynı zamanda masöz olduğunu öğrendim. Ama öğrenince asıl şoku yaşadığım şey şu oldu: Aslında Altın Masajı, Bali Masajı ve Aromaterapi Masajı olarak üç farklı seçenek gibi bize sunulan çeşitlerin hepsinin aynı olduğunu, sadece yağlarının farklı olduğunu öğrendim. Hamam tellağından biraz hallice olan masöz de yağların içeriğini falan bilmediği için yağın kokusunu beğendiğimden dolayı Altın Masajını seçtim.

Huzurlu bir müzik eşliğinde uzandığımda fark ettim ki vücudumun dışarıda kalan bölümleri buz tutabilir. Klimayı yeni kapatmış olan masözden açmasını istediğimde ise aletin tıkırtısından huzurlu müziği gözden çıkarmam gerektiğini anladım. Donmak yerine müziksiz masajı tercih ettim. Sonra da yaklaşık kırk dakika vücudumu ovdurmuş oldum! Yapılan şeye masaj demem pek doğru olmayacaktır. Zira "ay ay ay dökülüyorum evladım, şu arkalarımı bir ovsana" diyen bir teyzeyi ovan akraba kızının yaptığına benzer bir uygulama ile rahatladım diyelim. Bilirsiniz, o da güzel bir histir, ama masajla uzaktan yakından alakası yoktur. Masaj hakkında da kitap çevirmiş bir çevirmen olarak (el atmadığım konu yoktur!) az çok nasıl ve ne yönde dokunuşlar olması gerektiğini bilirim. O yüzden buradaki masajın ve merkezin genelinin profesyonellikten çok uzak olduğunu söylemem gerek.

Yani bu yazının ana fikri nedir derseniz:
Ben ettim, siz etmeyin.
Fırsata kanıp CVK'ya meyletmeyin.
Ocean Spa falan hikaye
50 TL'yi görüp de koşa koşa gitmeyin! 
:)


(Resmi Ocean Spa'nın web sayfasından aldım. Detaylı incelemek isterseniz buyrun.)

İmgelem Sergisi

Yolu Nişantaşı civarına düşenler için bir basın bülteni var sırada. Evet, henüz görmediğim sergilerden biriyle daha karşınızdayım. Hüsrev Gerede'deki İlayda Sanat Galerisi'nde. Magazinsel hatırlatma: Aşk-ı Memnu'da Peyker'in sahibi olduğu sanat galerisi..:) Aşağıda basın bültenini ve görselleri göreceksiniz. İlginizi çekerse 27 Şubat'a kadar görme fırsatınız olduğunu unutmayın.  İyi gezmeler..

BARIŞ CİHANOĞLU

“İMGELEM/IMAGINATION”

27 Ocak – 27 Şubat 2011


İlayda Sanat Galerisi 27 Ocak – 27 Şubat 2011 tarihleri arasında Barış Cihanoğlu’nun “İmgelem”  isimli dokuzuncu kişisel resim sergisine ev sahipliği yapacak.

Genç kuşak ressamlar arasında , özgün resim diliyle ürettiği resimleriyle fark yaratan sanatçı  son bir yılda ürettiği son dönem işlerini İlayda Sanat Galerisi'nde  27 Ocak’da izleyicinin beğenisine sunuyor.  Çağdaş figür resmine yeni bir bakış açısı getiren sanatçı aynı zamanda kendi alanında dokuz adet resim ödülünün de  sahibi . Cihanoğlu eserlerinde işlediği sıra dışı ilişkiler ve kendine has çarpıcı kompozisyonları  ile izleyiciyi derinden etkiliyor.   Girmenin cesaret istediği bilinçaltı alanları kendisine konu edinen Cihanoğlu bu alanlarda kendi hayal gücü  rehberliğinde dolaşırken sizleri de bu yolculuğa davet ediyor.


Sanatçı sağlam desen yetisi ile bilinçaltı kurgularını tuvaline ustaca aktarırken, zamansız ve mekânsız figürler ile resime bakana kendi içinde bulunduğu zamanı ve mekânı sorgulatıyor adeta. Barış Cihanoğlu, 2009 da katıldığı Contemporary İstanbul Fuarı’nda   yakaladığı büyük  satış başarısı ile de sanat yolculuğundaki yerini giderek sağlamlaştırırken izleyicisi ve kolleksiyonerleri arasındaki bağı da güçlendiriyor.

Sanat yazarı Elif Dastarlı, sanatçıyı ‘’Barış bakışı şok ederek yadırgatarak  resme bir kat daha dikkatli bakmayı, biraz daha ortak olmayı öğütler. Gözün yabancılaşmasını pratik anlamda lehine çevirir ve Brecht’in epik sahneleri gibi kurgular resimlerini ‘’ diye tarif ediyor. 27 Ocak’da açılacak ‘’ İMGELEM ‘’ adlı sergide izleyiciler sanatçının tabiri ile bir ‘’figür şölenine ‘’  şahit olacak.


Cihanoğlu hakkında, çeşitli basın kurumlarında bugüne kadar pek çok yayın yapıldı.  Bir çok yurt dışı ve ulusal fuarda ve organizasyonda yer alan ve  yurt içinde ve dışındaki çeşitli koleksiyonlarda yapıtları bulunan sanatçının son sergisi  “İMGELEM”’i 27 Şubat’a kadar İlayda Sanat Galerisi’nde görebilirsiniz.

İletişim için:

Ayşe Yaşar
Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel: 0-212-227 92 92
E-mail: ilaydasanat [at] ttmail.com

* Pazar hariç her gün 10.00 ile 19.00 saatleri arasında açık olan galerinin altında ve karşısında otopark bulunmaktadır. 

Harika bir Cumartesi Planı

Sevgili Nymphea ile ikinci buluşma planımızı uzun zamandır yapıyor olmamıza rağmen ancak bu Cumartesi gerçekleştirebildik. İlkinde birlikte Profesyonel'e gitmiştik. Neredeyse üzerinden bir yıl geçtikten sonra ikinci kez bir araya gelebildik ve havaya inat çok güzel bir Cumartesi geçirdik birlikte. Ayrıca kendi ellerimle çevirdiğim ve çıkar çıkmaz ona da bir tane ayırdığım kitabı da sonunda elden teslim etmenin haklı sevincini yaşıyorum diyebilirim. :)

İlk durağımız İstanbul Modern oldu. Orada keyifli bir söyleşi bizi bekliyordu. Saat 15:00'te İstanbul Modern'in sinema salonunda Ali Poyrazoğlu ile buluştuk. Müzenin Ocak ayı Buluşmalar etkinlikleri kapsamında yapılan bu sıcak ve samimi söyleşide sürpriz konuk olarak Ali Poyrazoğlu'nun yeğeni çellist Oylum Karakaş ve onun Bach'ıyla da tanışmış olduk. Her zamanki gibi sohbetinin tadına doyum olmayan Ali Poyrazoğlu'nun anlattığı hikayeleri, örnekleri, sorulan sorulara verdiği yanıtları ve esprilerini kaçırdığınız için üzgünüm. Ama İstanbul Modern'in programlarını takip etmenizi öneririm. Yaşayan bir müzenin ve hayatın içinden bir sanatçının mutlaka tekrar buluşacaklarından eminim.



Cemiyet dünyasından bir kadının ünlü bir ressama yaptırıp şöminenin üzerine astırdığı tablo ve sonra onu keyfine göre değiştirtip durmasıyla ilgili hikayede koptuk. Dinleyicilerin arasında bulunan Leyla Alaton ve Tilda Tezman'ın bu "görgülü sanatsever" kişiyi tanıdıklarını söyledi Ali Poyrazoğlu. Hatta "çıkışta size söylerim" diyerek bizi feci merakta bıraktı diyebilirim. :) Aynı zamanda şirketlere danışmanlık da yapan sanatçıya sorulan soruların başında ilham ve yaratıcılığın nasıl geldiği soruluyordu. Buna da Çaykovski'nin "İlham perisi hiçbir zaman tembellere görünmez," sözüyle örneklendiren sanatçı insanın kendini donanımlı kılmasının öneminden, günümüz dünyasında iki ya da üç beyinli olmak gerekliliğinden, yıllar boyu yapılan birikimlerin meyvesinin alınabileceğinden söz etti. Elbette bunları kendine özgü o keyifli üslubuyla, örnekleriyle anlattı ama ana fikir açıktı: "Hazırsan Hızır gelir!"

Van Gogh dahil pek çok ressamın favorisi, ışığıyla ünlü Fransa'nın Arles kasabasını, Clouzot'nun çektiği Picasso'nun Gizemi filminde anlatılan Picasso hikayesini, orgazm anında beyinde çakan şimşeğin fotoğrafını çekebilen Nobel ödüllü, iki beyinli Avustralyalı doktor-fotoğrafçıyı ve Ali Poyrazoğlu'nun oynadığı 2002 yapımı Dokuz filmini bu söyleşide ilk kez öğrendim ve inanılmaz merak ettim. Hepsi de ilk fırsatta enikonu araştırılıp, bizzat görülecekler listeme not düşüldü.



İstanbul Modern'den çıktığımızda karnımız epey acıkmıştı. Yemek ve sohbet molamızı MeGusta'da vermeye karar verdik. Yemeklerine bayıldığım bir Efes mekanı olan MeGusta'da maç gürültüsü neredeyse yarılanana kadar oturup sohbet ettik. Nymphea'nın bana sürprizleri vardı. (Kitap ayracımı hemen kullanmaya başladım bile) Bu keyifli günün ardından evlerimize gitmek üzere ayrılırken bir sonraki buluşma için bir sene beklemeyelim dedik. :)

Nymphea'ya bu güzel gün için buradan da bir kez daha teşekkür ediyorum. Sırada Özel Hayatlar tiyatro oyunu olacaktı ama hastalık nedeniyle bu haftanın oyunları iptal olunca yazı için de biraz beklemek durumunda kalacağız. Bakalım, onun yerini hangi etkinlik alacak? Merakla bekliyoruz.:)

Tweet Post

Bugün için hedeflediğim 10 sayfalık çevirinin 4 sayfasının boş olduğunu görünce "Yaşasın çevirim bitti!!" diye çocuklar gibi sevinerek, spora gitmeye karar verdim. Kendimi kandırmakta olduğum için hiç de suçluluk duymuyor olmam da ilginç ama neyse artık! :)