35 Oldum!

Bu ünlem coşku, heyecan, mutluluk, önceden beni dehşete düşüreceğini düşündüğüm bir yaşla ilgili duyduğum keyif hissinin şaşırtıcılığını ifade etmektedir. Yani korkulacak bir durum yok, merak etmeyin.:)

Tuhaf bir his ama yine de 35 olmak. İster istemez bir sorgulama durumu yaratıyor insanın içinde. Yolun yarısı mı mesela? Umarım değildir. Daha uzun bir yaşam isterim; eğer yaşamımın şimdiye kadarki bölümü gibi keyifli olacaksa. Ama yolun yarısı da olabilir... Çok da umurumda değil. Nasıl yaşadığım çok daha fazla umurumda bir süredir.  Ne bileyim, sayılar ya da hesaplar benim için hiçbir zaman çok önemli olmadı zaten. Her anlamda... 

Mesela etrafımdaki insan sayısı. İlla ki bir şey hedefleyeceksem güvendiğim insan(la)rla çevrili bir ortamı hedefliyorum. Bir kişi de olabilir, üç de, beş de... Onlarca, yüzlerce kişiden çok yanında sarhoş olup saçmalayabileceğim, öfke patlaması yaşayabileceğim, mutsuz ve sıkıcı olabileceğim, zevzeklikler yapabileceğim, yani kontrolün k'sini aklıma getirmeyeceğim bir(kaç) insan olması beni çok mutlu ediyor.  Herhangi bir şekilde bu kategoriye girmeyeceğini hissettiğim insanların eksikliği bana dokunmuyor. Ben kalan sağların sıcaklığıyla, güven duygusu ile ısınıyorum. Geri kalanını da fotoğraf gülümsemelerimle idare ediyorum işte..:) N'apalım, steril ortam yaratmak mümkün değil bu hayatta, yani ikinci maddeye geçiyoruz...

Daha gerçekçi bakıyorum. Hımmm, bu çok da şaşırtıcı değil sanırım. Zaten duygusal yanımdan çok gerçekçi yanım ağır basar. Artık daha da gerçekçiyim galiba. Yaşla birlikte daha duygusal olunuyorsa da henüz bu yaş dilimimde bu durum geçerli değil benim için. Her geçen gün daha gerçekçi bakabiliyorum yaşananlara. Her durum, her düşünce, her olay, her şey kabulüm. Her şeyin insan için olduğunun daha da farkındayım. Şaşırma hissim azaldı. İyi mi, kötü mü tartışılır belki. Yoo, hiç de tartışmaya açık bir durum yok ortada;  şu an için benim doğrum ya da normalim bu. Başka bir zamanda aynı şey geçerli olur mu bilemem. Değişimi kabullenmek ve benimsemek de bir gerçekçilik sonuçta. 

Alıp verdiğim gramların, kiloların sayısını hesap etmeyeli de çok oldu. Ya da kariyerle ilgili sayılar, hesaplar... Giydiğim, aldığım, sattığım ya da kimin ne giydiği, aldığı, sattığı... Hiçbir zaman çok da önemli değillerdi. Ama çelişkilerim de var. Mesela bunları söylesem de birkaç kilo fazlam olduğu zaman bir davete katılmanın kabus gibi olduğunu düşündüğüm de oluyor. Ama olsun, kendimi çelişkilerimle de seviyorum. Çocukluklarımla da, zayıflıklarımla da, eksiklerimle de...  Kendimi her şeye rağmen sevmeyi öğrenebiliyorum sanırım. (Daha çok yol kat etmem gerek, o ayrı...) Bu yüzden şimdiki bene katkıda bulunan herkesi de çok seviyorum. 

Sayılar ve hesaplar önemli değil demiştim ya, hâlâ bir kategoriyi ayrı tutuyorum: seyahat! İşte o konuda sayılar çok önemli. Her yeri görmek istiyorum. Dünya üzerindeki her yeri. Her yerde o yere ait deneyimler yaşamak istiyorum. Onlarca, yüzlerce, binlerce, on yüz bin milyon kadar... İşte onun "çok"u ya da "sınır"ı yok benim için. Şu an da Berlin'deyim. Daha önce görmediğim bir yerde iyi ya da o kadar iyi olmayan (kötü olması mümkün değil!) herhangi bir şeyler yaşadığım için dünyanın en mutlu insanıyım. Hep de böyle olmayı diliyorum. Seyahat, bana iyi geliyor. Terapi gibi, arınma gibi, ruhen zenginleşme gibi bir şey işte...

Kısacası sadece ve sadece mutluluk hesapları yapıyorum artık. Evde ortalıkta duran bibloların, dergilerin bile ruh halime iyi gelenlerine yer var. Zararına, yararına takılmadan beni mutlu eden şeyleri yiyip, içiyorum. Sporu beni mutlu edecek sıklıkta ve düzende yapıyorum. Beni mutlu eden insanlar, kitaplar, filmler, tiyatrolarla ruhumu besliyorum. Canım yapmak istiyorsa resim ya da çeviri yapıyorum. Her şeye rağmen mutlu olmayı beceremediğimde de İso'cuma sığınıyorum. O illa ki bir yolunu buluyor beni mutlu etmenin.

İşte bu duygular, düşünceler içinde bir 35'im ben... Fena sayılmaz, değil mi? :)




  

Haneke İstanbul Modern'de


İstanbul Modern Sinema, 28 Şubat – 14 Mart 2013 tarihleri arasında Avrupa sinemasının en büyük çağdaş yönetmenlerinden Michael Haneke’nin tüm filmografisini sunuyor. Goethe Enstitüsü, Avusturya Kültür Ofisi ve Fransız Kültür işbirliğiyle gerçekleşen “Haneke Hakkında Her Şey” başlıklı programda, Michael Haneke’nin 2012 Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ile dönen ve “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Film” de dahil beş dalda Oscar adaylığı bulunan  Aşk filminin de aralarında bulunduğu ödüllü sinema filmleri ve televizyon filmleriyle birlikte  21 çalışması gösterilecek. Film gösterimlerinin yanı sıra 28 Şubat Perşembe günü, “A Companion to Michael Haneke” kitabının yazarı Roy Grundmann ile bu yıl Altın Portakal’da “En İyi Film” seçilen Güzelliğin On Par’ Etmez filminin yönetmeni, aynı zamanda Haneke’nin öğrencisi olan Hüseyin Tabak’ın katılacağı bir söyleşi gerçekleşecek. 




Eat, Share & Shop

22-23 Şubat 2013 tarihlerinde (yani bugün ve yarın) Gayrettepe'deki Dedeman Oteli'nde bir kermes düzenleniyor. Keyifli bir alışveriş ortamı yaratmak için yola çıkan Selin Habbab Özkaynak ve İpek Dedeman, “Eat, Share & Shop” adlı bir etkinliğe imza atıyor. Bu etkinlikten elde edilen gelir ise “Aile İçi Şiddete Son! Kampanyası”na aktarılacak.

Toplam 25 markanın katıldığı etkinlikte özellikle tasarımcıların standları yer alacak. Başka yerde bulunmayan ürün ve modellerin de sergilenecegi “Eat, Share & Shop”ta son derece uygun fiyatlarla tasarım ürünlerine sahip olma imkanı da sunulacak.

Alışverişi çok özel hale getiren seçkin markaların bulunduğu etkinlikte “Aile İçi Şiddete Son! Kampanyası” için bir tanıtım standı da yer alacak.  Özel lezzetlerin tadımlarının yapılacağı, profesyonel makyaj ve koku styling standlarının yer alacağı etkinlik, katılımcılara son derece renkli iki gün yaşatacak. Katılımın ücretsiz olduğu etkinlik, iki gün boyunca 10:30 – 17:00 saatleri arasında gerçekleşecek.

Bilginiz olsun istedim. Hatta bugün bir ara ben de uğramayı düşünüyorum. Gelenlerle görüşürüz..:) 

İyi hafta sonları.

Kısa Kısa Son 10 Günden Notlar

Hayat hızlı akıyor bu aralar. Gerçi hangi aralar yavaşlıyor emin değilim ama yine de bu ara yakalamak daha da zor gibi. Yaşamak bölümü zor değil de buraya fotoğraflarla birlikte yazma bölümünün ne kadar zaman aldığını bloggerlar bilir. O yüzden tembellik yapma hakkımı kullanıyor ve bu kez her telden bir toplama yazı yazıyorum. Son günlerde neler yaptığımı(zı)n minik bir özetidir.   

...7 Şubat Perşembe akşamı Mine'yle buluşup Karaköy'de bir sergi açılışına gittik. Ama bir galeriye falan değil, bildiğiniz hastaneye! Avusturya Kültür Ofisi'nin Karaköy'deki Avusturya Sen Jorj Hastanesi'nde düzenlediği sergi ve mini konser buluşması bizim için daha çok bir havadis değiş-tokuşu ve sohbet ortamına dönüştü. Havadisler de öyle böyle değil, gerçek havadislerdi bu arada! Bir de yedi sanatçı arasında favorimiz olarak belirlediğimiz Armando Gutierrez Rabadan adlı bu genç sanatçıyla tanışmış olduk. Daha ne olsun, değil mi?..

...9 Şubat Cuma. Recep'in "CELO toplantılarında Müge'yle görüşüyorsunuz diye bizim dörtlü buluşmaları aksatmayalım lütfen!" uyarısıyla acilen kendimize gelip Galata'daki Sensus Şarap ve Peynir Butiği'nde buluştuk. Çok başarılı bir yer. Yani şaraplar, peynirler ve şarküteri ürünleri çok başarılı ama hizmet kalitesi ve çalışma saatleri bakımından sinir bozucu. Cumartesi yoğunluğunda bile sadece iki eleman çalıştırdıkları için garsonlarla iki görüş arasındaki mesafe oldukça uzayabiliyor! Bir de 11'de kapanıyor, inanabiliyor musunuz? Bunlar dışında keyifli bir şarap evi. Hafta arası ya da erken saatlerde gelinebilir bana göre. Çıkarken de raflardaki birbirinden güzel şaraplardan eve almayı unutmayın. Görseller ve detaylar için buraya bakabilirsiniz. 


...13 Şubat Çarşamba günü Mügemmell'le Delicatessen'de buluşuldu. Hem mekan hem sohbet yine son derece keyifliydi. İlk buluşmadan sonra aradan onca zaman geçtiği düşünülürse buradaki havadis değiş-tokuşunun yoğunluğunu da tahmin edersiniz sanırım. :) Bir de not: Delicatessen'de her şeyi yiyebilirsiniz, ama pancake yemeyin, n'olur!.. 

...15 Şubat Cuma akşamı Ankara'dan İso'cumun kardeşi Zeynep ve erkek arkadaşı Burak (müstakbel damat da diyebiliriz.:) ) geldiler. Bu tanışma yemeği için mekan seçimi benimdi ve daha oturur oturmaz da  Zeynep'ten 100 üzerinden 1000 aldım! :) Nişantaşı'ndaki La Brise'e gittik. Adı Fransızca esinti anlamına geliyormuş. 100'ün üzerinde şarap ve 30 farklı bira barındıran zengin içki menüsü, leziz yemekleri, bayıldığım tarzda şık dekorasyonu, loş aydınlatmaları ve sıcak atmosferiyle burayı çok sevdim. Eskiden Asmalımescit'te olan mekan, sanki Nişantaşı'na daha çok yakışıyor gibi. Saat 12 gibi kapanış hazırlıklarının yapılmaya başlamasını görmezlikten geliyor, rezervasyon numarasını veriyorum: 0-212-244 48 46...



...Cuma gecesinin devamında ve ertesi gecenin başlangıcında komşu pub'ımız Bosphorus Brewing Company'ye uğramayı da ihmal etmedik tabi. Kendisinden ilk bahsettiğim yazıda dediğim çıktı: buranın müdavimi olduk çoktan! Ve bu hafta sonunun favorisi de 81 oldu.  :)...


...Sanal alemde her yerde duyduğum için bir sosyal medya canavarı olduğunu düşündüğüm Tektekçi ile de tanıştık bu hafta sonu. Cumartesi Beyoğlu'nda uğradığımız duraklardan biriydi ve bir sürü tek attık ayak üstü (O gün uğramadığımız durak kalmamış olabilir zaten ama uzatmamak için yazmıyorum çünkü kaçırdığınız, bilmediğiniz hiçbir şey yok, merak etmeyin..:)) ...


...Pazar günü de bizim Angaralılar tarafından Boğaz'da kahvaltıya davet edildik. (Biliyorsunuz İstanbul'da yaşayanlar için Pazar günü kahvaltıya çıkmak pek akıl kârı değildir. Şu Zaytung haberi aklıma gelir her seferinde. :) ) Bu kez mekan Lokma. Neyse ki çok sıra beklemeden içeride sıcacık ve bol minderli bir masa bulabiliyoruz. O kadar kalabalığa rağmen nasıl başardıklarını anlamadığım hızlı servisleri, lezzetli kahvaltılıkları ve sahanda yumurta çeşitleri, adam gibi çayları ve eh işte Türk kahveleriyle güne mutlu başlamamızı sağlıyor burası. Çok beğendim. Boğaz'da kahvaltı çılgınlığı yaşamak isteyen herkese öneririm...


Benden şimdilik bu kadar. Pek de kısa olmadı farkındayım ama n'apalım, ben ne zaman kısa yazmayı becerebildim ki zaten? :)

Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince, Ama Şimdi İyi

Neredeyse iki senedir sahnelenen, hakkında hep olumlu eleştiriler duyduğum ama izlemek için bir türlü fırsat bulamadığımız bu harika Talimhane Tiyatrosu oyunu için berbat bir AVM olan Şişli Blackout'a gittik geçen hafta Pazartesi akşamı. O sahnenin yerini tez zamanda değiştirseler de bir daha o kabus AVM'yi görmek zorunda kalmasak diyerek oyunu anlatmaya başlayayım!

Lucky Kirkwood’un yazdığı, Seçil Honeywill'in uyarladığı ve Mehmet Ergen‘in yönettiği bu güzel oyun Türkiye'ye büyük umutlarla gelen yabancı uyruklu hayat kadınlarının trajik öykülerini Dijana'nın yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Dijana kandırılarak ve eve kapatılarak fuhuşa zorlanan yüzlerce yabancı kadından biri. Yaşadığı onca şeye rağmen yüreğinin sevgi dolu yapısı hiç değişmemiş ve umudunu her nasılsa kaybetmemeyi başarmış. Bu anlamda bir yaşam kahramanı belki de. Ve ona ruh katarak hep aklımda kalacak performanslardan birini sergilemiş olan Esra Bezen Bilgin de benim gözümde bir tiyatro kahramanı olmuş durumda. O nasıl bir oyunculuktu öyle?! Gerçekten inanılmazdı.

Oyunun geçen yıl aldığı ödüller saymakla bitmez. Ve bunların hemen hepsi de inanılmaz bir performans sergilemiş olan Esra Bezen Bilgin'in aldığı ödüller daha çok. En Başarılı Kadın Oyuncu ödüllerinin hepsini toplamış geçen yıl Esra Bezen Bilgin. Helali hoş olsun hepsi. Güliz Gençoğlu'yla birlikte oynadığı iki kişilik bir oyun olsa da aslında gayet tek kişilik bir oyun izleyeceksiniz. Güliz Gençoğlu'nun rolü çok kısa ve arka planda kalıyor. Asıl olay Esra Bezen Bilgin'de. Mimikler, jestler, beden dili, giyimi-kuşamı ve o aksanlı konuşmasıyla  karşımıza çıkardığı Dijana bir oyun karakteri olmaktan çıkıp kanlı, canlı, bağ kurabildiğimiz,  ruh halini anlayabildiğimiz ve empati duyabildiğimiz gerçek bir karaktere dönüştü adeta. Özellikle de o aksanı bu kadar doğal bir şekilde diline yerleştirebilmek için ne kadar ve nasıl çalıştığını  çok merak ettim. Anlatmakla olmaz, izlemelisiniz. Ağzımız açık kaldı resmen. Yönetmen eşi Mehmet Ergen de eşini sahnede her izlediğinde gurur duyuyordur eminim. Hem yönetmen hem oyuncu olan taraf için ne güzel bir duygu olmalı diye de düşünmedim değil. :)

Bu oyunu kaçırmayın derim. Oyun tarihleri için buraya bakabilirsiniz.
Şimdiden iyi seyirler. 



3 Film Birden

Son 10 gün içinde izlediğimiz üç film var sırada. İlki ismi Umut Işığım olarak Türkçeleştirilmiş olan Silver Linings Playbook. Tarih öğretmeni Pat (yani pek yakışıklı esas oğlanımız olan Bradley Cooper) karısıyla ilgili trajik bir durum sonrasında bir şiddet olayının baş kahramanı oluvermiştir. Bu nedenle bir rehabilitasyon merkezinde tedavi görmesi gerekmiş ve mahkeme emriyle karısına yaklaşması yasaklanmıştır. 8 ay sonra tedavisi tamamlanmasa da bazı şartlara bağlı olarak baba evine (hem de Robert de Niro'nun baba olduğu bir eve :)) dönen Pat'in tek amacı -ya da takıntısı mı demeliyiz- yeniden karısı Vicky'ye kavuşmaktır. Bu sırada arkadaş ortamında Tiffany (Jennifer Lawrence) ile tanışır. "Bildiğin arıza" olarak tanımlayabileceğimiz Tiffany de bir kaza sonucu eşini kaybetmiş, yani benzer bir travmadan geçmiştir. Manik depresif hali devam eden Pat, bir dans yarışmasına girmek için yanıp tutuşan Tiffany'nin zorlamasıyla onun dans partneri olmayı kabul eder. Hadi zorlamasıyla demeyelim, ucunda Vicky'ye ulaşabileceğine dair bir umut ışığı gördüğü için Tiffany'nin teklifini kabul eder. Peki ışığı takip eden Pat'in yolu Vicky'ye çıkar mı dersiniz? İzleyin görün, çünkü bu gerçekten güzel bir dramatik komedi. Bir sürü dalda Oscar adayı olacak kadar değil, o ayrı, ama güzel bir film. Oyunculuklar da gerçekten çok başarılı. Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence harikalar yaratmışlar. Hangisini daha başarılı bulduğumu bilemedim, ikisi de süper, ama biraz daha kız tarafı olacağım sanırım. Robert de Niro da her zamanki gibi müthiş bir oyunculukla tadına doyulmaz bir obsesif-kompulsif baba olmuş.:) Tavsiye ediyorum, görmelisiniz. 


Gelelim Argo'ya. Harika bir film daha. İran'da Şah'ın devrildiği ilk devrim yıllarında Amerikan Elçiliğini basan militanlar elçilik binasındaki bütün Amerikalıları rehin alıyorlar. Ya da öyle sanıyorlar, çünkü 6 tanesi kaçarak Kanada Elçiliği'ne sığınmayı başarıyor. Onları ülke sınırlarının dışına çıkararak yeniden Amerika'ya götürmek ise CIA uzmanı Tony Mendez'e (Ben Affleck) düşüyor. Kaçış planı dahilinde bir belgesel çekim ekibi gibi davranmaları gereken altı kişinin ülkeden çıkış hikayesini nefesinizi tutarak izliyorsunuz. Gerçek hikaye olmasa yapılan kaçış planıyla dalga geçerdiniz. Kulağa o kadar abuk geliyor, ama işe yaramış işte. Filmin son yirmi dakikasındaki gerilimi ise anlatmam mümkün değil. Pasaport kontrolü, havaalanındaki sorgulamalar, uçağa biniş sahneleri... Hiçbir gereksiz aksiyon yok, ama gözünüzü kırpmadan izleyip, heyecandan tırnaklarınızı kemiriyorsunuz. Ben Affleck hem oyuncu hem de yönetmen olarak çok başarılı bir iş çıkarmış bence. Bir de  filmde dönemin İran'ı çok gerçekçi ve güzel gösterilmiş. Tip seçimleri ve kostümler çok başarılı. Yani Argo mümkünse bir(kaç) Oscar alsın. Hangi dalda alır bilmiyorum, tüm Oscar adaylarını izlemediğim için yorum yapmam da doğu değil. Yine de en iyi film ödülü biraz abartı olabilir gibi geliyor bana. Ama gönlümden koptu: en iyi uyarlama senaryo ödülünü verdim gitti kendisine. :)


Sırada 2011 yapımı bir Türk filmi olan Gergedan Mevsimi var. Sinemada kaçırdığımız, Digitürk'te yakaladığımız bu filmde de İran'daki devrim baş rolde. İranlı Kürt şair Sahel Farzan'ın 30 yıllık haksız mahkumiyeti sonrasında parçalanan yaşamı ve evliliğinin konu edildiği filmde kanınız donuyor. Şair ve karısının kitaplarla, heykellerle dolu o güzelim evlerinin darmaduman edilmesi, suçsuz yere gördükleri işkenceler ve çektikleri hapis cezası, kadına kocasının öldüğünün söylenmesi ve uydurma bir mezarla da buna inandırılması ve şoförlerinin yıllardır platonik bir şekilde aşık olduğu kadını himayesi altına alması. Özellikle de şoförü ynayan Yılmaz Erdoğan'ı her gördüğümde sinirden rengim atıyordu. Hatta Erol Taş'ın sokağa çıktığında halktan dayak yediği durumlarla ilgili olarak dayak atan tarafla empati kurabildim diyebilirim.   O an yolda yürürken Yılmaz Erdoğan'ı görsem çok pis dalabilirdim kendisine. Devrim sonrası toplumdaki dengelerin alt üst olup da ayakların baş olması durumu beni en çok üzen şeylerden biridir bu tür hikayelerde.  

Filmin hikayesi çok güzel. Oyunculuklar konusunda favorim temiz bir dayağı hak eden şoför rolüyle Yılmaz Erdoğan. Belçim Bilgin'i çok severim ama bu filmde inanılmaz itici ve yapay buldum oyunculuğunu. Şair (Behrouz Vossoughi) ve karısı (Monica Bellucci) ise genelde hüzünlü suskunluk halinde oldukları için pek bir şey anlamadım oyunculuklarından. Filmdeki uzun sessizlikler ve imgesel anlatım fazla abartılmış bana göre. O yüzden yer yer (hatta genel olarak) sıkıcı olabiliyor. Biraz oflayıp poflayabilirsiniz ama yine de izlenebilir.

Filmlerimiz hazır olduğuna göre hepimize iyi hafta sonları..





Beyoğlu Gezmekle Bitmiyor

Kızlarla buluşup, yemeğimizi yediğimiz Leblon'dan ayrıldıktan sonra neler gördüm merak ediyor musunuz? Hemen anlatacağın ama önce Balo Sokak'ın girişindeki şu afişin beni çok etkilediğini söylemem gerek. Bu sokağa ve Beyoğlu'na bir modern sanat müzesi kazandırmış olan Burhan Doğançay kesinlikle hep bizimle olacak...


İlk durağım Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi oldu. Düzenli takip ettiğim bir yer olmasa da Cenova ile ilgili bir fotoğraf sergisi olduğunu not etmiştim ajandama. Aklımda Fransız Rivierası gezisinin başlangıç durağı olarak bu şehir olduğu için de gidip bir göreyim dedim. Sanayi ve seyahat röportajlarında uzmanlaşmış profesyonel bir fotoğrafçı olan Stefano Goldberg'in fotoğraflarının sergilendiği Büyüleyici Şehir Cenova sergisi 23 Şubat'a kadar açık kalacak. Kentin tarihi merkezinden, meydanlarından, limanından ve kente yakın sahil kasabalarından harika fotoğrafların olduğu bu sergiyle birlikte "İtalya'nın taşı toprağı güzellik" fikrim de pekişmiş oldu. Yani sırada ucuz bilet yakalayıp, zaman ayarlayıp, güzel bir rota çizmek var. Çok pis gaza gelirim, demiş miydim? :) 

Stefano Goldberg, Cenova için şöyle söylemiş:
"Cenova seni asla terk etmeyen bir kalp, kuzey rüzgarına karşı kepenkli pencereler, yokuşlar için nefes ve kısa bir şiirdir. Cenova, Akdeniz’de kimsenin sahip olmadığı kadar müzikal ve ticari, savaşların ve anıların vasisi, manzaraların ve sanatın güzelliğidir. Her taşta dinlenecek bir masal, her dönemeçte bitip gitmiş bir hikaye, her yiyecek değerli bir eylem: Cenova bütün bunların hepsi demek ve onu bir kez gördüysen mutlaka geri geleceksin demektir. Bugün Cenova ile nişanlanın, sizi sarıp sarmalayan ve şaşırtan, sözlerin elçisi olan bu görüntülere bakın: denizcilerin kuvvetli elleri asla ihanet etmezler..."


Buradan çıktıktan sonra sergileriyle ilgili aramızda "açıklamaları olmasa insanı sanattan soğutabilir" diye dedikodusunu yaptığımız Arter'e uğradım (hep söylerim: özellikle bizler gibi sanata mesafeli toplumlarda soyut sanat söz konusu olduğunda eserlerin yanına güzel bir açıklama/tanıtım kartı konmasının gereklilik olduğunu düşünüyorum). Arkasından konuşsam da yüzüne güldüğüm yerlerden biri burası çünkü takip etmekten hiç vazgeçmedim. Sergilerinin bazılarının anlaşılırlık oranı çok düşük olmasına rağmen genellikle ilginç buldum ve her zaman bir açıklayıcı kitapçığı da girişte hazır etmelerini takdir ettim. İşte şimdi de Haset, Husumet, Rezalet sergisi için Arter'deyim. 

7 Nisan'a kadar devam edecek olan sergide yukarıdaki ve aşağıdaki kolajlarda gördüğünüz tarzda işler yer alıyor. Sergi başlığında bir araya getirilen üç kavram, toplumsal, kültürel ve siyasi belleğin bugünün içinden bir bakışla sanat diline aktarımı için anahtar kelimeler olarak kullanılıyor. "Haset, Husumet, Rezalet", bireyler ve toplumlar arasındaki düşmanlık ve kavganın giderek körüklenip savaşın evrenselleştirildiği bir dünyada, "dostluk", "dayanışma" ve "birlikte var olma" kadar "düşmanlık", "bencil bir güç istenci" ve "ayrımcılık" potansiyellerini nasıl birlikte üretip var ettiğimizi sorguluyor. 


Yukarıda sergi afişinin hemen yanındaki fotoğrafta  Selim Birsel'in Parselleme adlı çalışması var. Üstte sağda da yine aynı sanatçının Silah Temizleme Yağı ve Kılık Değiştirmek çalışması bulunuyor. Aralarında Şener Özmen'in Bayrağından Kaçan Direk eseri var. Alt sırada ise ortadaki fotoğrafta 70'li yılların erotik/porno Türk filmlerinin afişleriyle kaplı duvarlardan oluşan bir oda görüyorsunuz. İçinde de camlı vitrinin içinde duran beyaz bir bornoz. CANAN'ın "Yalvarırım Bana Aşktan Söz Etme" adlı bu çalışmasında bornozun arkasında yazılı veda notunu okumayı unutmayın. Altta sağda yer alan "Şeffaf Karakol" da aynı sanatçıya ait. 1998 tarihli olmasına rağmen sergiye dahil edilmiş olan bu çalışmada sanatçı kendi bedenini şiddet koreografisinin aracı haline getirmiş. Alt sırada ahşap masanın üzerinde duran bronz döküm eller ise Hera Büyüktaşçıyan'ın "Arada Bir Yerde" adlı çalışması. O eller, sanatçının ellerinin kalıplarıymış. Masa da kendine yakın boyutlarda başka bir masanın üzerinde duruyor. Elle kürek çeker gibi iki masa ayağını kavramış. Masaların dengesi ve yerinden kımıldamazlığı köklülüğe işaret ediyormuş.


Yukarıda da Mahir Yavuz'un Totem #1: Husumet 2012 eserini ve tam sayfa, katman katman açıklamasını görüyorsunuz. Hepsini ve daha fazlasını görmek için yolunuz Beyoğlu'na düştüğünde Arter'e de mutlaka uğrayın derim. Bir sanat turunun daha sonuna gelirken içimde uyanan his her zamanki gibi aynı oluyor: İyi ki herkes dünyaya aynı gözlerle bakmıyor, iyi ki bazıları gerçekten bambaşka bir zihinsel boyuttan bakıyorlar ya da herkesle aynı yerden baksalar da bambaşka şeyler görüyorlar. Tek başına bu çeşitliliğin varlığı bile büyük bir mutluluk kaynağı bana göre...

Pizzacı Sevgililer Upper Crust'a


Harika fikir değil mi? Hem Sevgililer Günü'nü kutlayıp hem de TEGV'e destek olabilirsiniz. Aferin Upper Crust'a! Ve haydi bakalım pizzacı sevgililer, gösterin sevginizin gücünü! :)

TÜRVAK'ta Sevgililer Günü

SEVGİYE, SEVGİLİYE, SEVGİLERLE 

TÜRVAK MÜZESİ’nde SEVGİLİLER GÜNÜ'ne özel:
“BELGİN DORUK KLASİKLERİ”                  
ve                                                        
 “ERLER FİLM SUNAR”

TÜRVAK Sinema Müzesi, Sevgililer Günü’nün kutlanacağı Şubat ayına özel, unutulmaz aşk filmlerinden bir seçkiyi sinemaseverlerle buluşturuyor.

Belgin Doruk’un ilk filmlerinden olan ve Zeki Müren’in benzersiz sesiyle izleyenleri büyülediği “Son Beste (1955)” ile, Ayhan Işık’la başrol oynayarak Türk sinemasının unutulmaz çiftini yarattıkları “Küçük Hanımefendi (1961)” filmleri 14-15 Şubat’ta; Erler Film’in en çok sevilen yapımlarından, Gülşen Bubikoğlu ve Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı “Vahşi Gelin (1978)” filmi 16 Şubat’ta TÜRVAK Sinema Müzesi Ali Efendi Sinema Salonu’nda gösterilecek.

15 Şubat Cuma akşamı gerçekleşecek “Küçük Hanımefendi” film gösterimi sonrasında ziyaretçiler, Belgin Doruk ve Ayhan Işık’ın, TÜRVAK Müzesi’nde birlikte sergilenen balmumu heykelleriyle hatıra fotoğrafı çektirebilecek.


Film gösterimlerine tüm sinemaseverler, indirimli Müze giriş bileti ile (5 TL) katılabilirler.

PROGRAM:

14 Şubat 2013, Perşembe, saat 19:30
“SON BESTE” (1955)
Yönetmen: Arşavir Alyanak
Oyuncular: Belgin Doruk, Zeki Müren, Behzat Butak, Bedia Muvahhit, Neşe Yulaç, Reşit Baran

15 Şubat 2013, Cuma, saat 19:30
“KÜÇÜK HANIMEFENDİ” (1961)
Yönetmen: Nejat Saydam
Oyuncular: Belgin Doruk, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Avni Dilligil, Aliye Rona, A. Tarık Tekçe, Şaziye Moral, Nubar Terziyan

16 Şubat 2013, Cumartesi, saat 14:00  “ERLER FİLM SUNAR” ÖZEL SEANS
“VAHŞİ GELİN” (1978) 
Yönetmen: Osman F. Seden
Oyuncular: Gülşen Bubikoğlu, Cüneyt Arkın, Tanju Gürsu, Mümtaz Ener, Nubar Terziyan

TÜRVAK SİNEMA-TİYATRO MÜZESİ
ALİ EFENDİ SİNEMA SALONU
Yeniçarşı Caddesi, No.24
Galatasaray Meydanı, Beyoğlu
Tel: 0 212 245 80 92
www.turvak.com   info@turvak.com




Kız Kıza Salt Beyoğlu, By Retro ve Leblon

Evet, herkes minişlerini bırakacak birilerini ayarladığına göre Çarşamba günü sanatsever bloggerlar buluşması için hazırız demektir. İstikamet Beyoğlu. İlk durağımız Salt Beyoğlu. 21 Nisan'a kadar gezilebilecek olan Duvar Resminden Korkuyorlar sergisindeyiz. Seda, Sinem, Müge ve ben. 

Sergi, duvar resimleri, siyaset ve kitlesellik üzerine yapılan projelerin izini sürerken sanatçı hakları, sanatın toplum, ekonomi, emek ve siyasetle birebir ilişkisi ve sansür uygulamalarını inceliyor. 12 Eylül öncesi kültür üretiminin özgül bir yönüne odaklanan serginin adının da ayrı bir hikayesi var. 8-11 Eylül 1980 tarihlerinde, Kuşadası Kültür ve Sanat Şenliği’nde toplanan sanatçıların duvar resmi yapmalarına izin verilmemesi sonucu hazırlanan pankartlara “Duvar resminden korkuyorlar” yazılmış. Serginin adı da işte bu olaydan ilham almış. Sanatçı Ahmet Öktem, 1975’te kurulan Görsel Sanatçılar Derneği’nin 1 Mayıs 1977 tarihinde, Harbiye’deki Spor ve Sergi Sarayı’nda açılan 1 Mayıs Sergisi’ni ayrıntılı bir biçimde fotoğraflamış. Duvar Resminden Korkuyorlar sergisi, Öktem’in arşivinin dijitalleştirilmesi sürecinde söz konusu sergiye katılmış sanatçılarla yapılan görüşmeler sonucunda ortaya çıkmış. Yani bu projenin oluşumu için Ahmet Öktem'e teşekkür etmek gerekiyor. 

Aşağıdaki kolajda yer alan çeşitli yağlıboya çalışmalarının yanı sıra sol altta DİSK'in kuruluşunun 10. yılı için tasarlanan afişlerin kartpostallarını görüyorsunuz. Sağ üstteki iki fotoğraf ise bir yüzü maymun diğer yüzü Mehmet Güleryüz olan bir Saim Bugay çalışması. Ahşaptan yontulmuş bu eserde sanırım Mehmet Güleryüz'e bir eleştiri var. Ooo, çok sert! :) Dönemin Milliyet Sanat'larını nasıl buldunuz bu arada?


Sergiyi hızlıca gezdikten sonra (her şeyin çok ilgimizi çektiğiniz söyleyemeyeceğim) sergiden daha fazla zaman geçirdiğimiz Robinson Crusoe 389 kitabevine atıyoruz kendimizi. İstiklal Caddesi üzerinde de bulunan bu güzel kitabevinin bir şubesi de Salt Beyoğlu'nun içinde bulunuyor. İçeride her telden bir sürü harika kitabın olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.  


Yemek için oturmadan önce bir mola da By Retro'da veriyoruz. Burayı didiklemek kadar keyifli çok az şey var bence. Ve böyle bir dükkanım olsun isterdim sanki. Eski kokan, ruhlu, rengarenk, yaşanmışlıklarla dolup taşan bir keyif mekanı. 

Artık yemek yiyebiliriz. Oy birliğiyle Leblon'a karar veriyoruz. Hani şu Issız Adam'dan hatırladığımız Leblon. Buranın sıcacık bir atmosferi var. Yemekleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Gerçi makarnacılar memnun kaldılar ama benim balık köftelerimin içinde herhangi bir deniz canlısı var mıydı bilemedim! Bir de fiyatlarını biraz pahalı bulduğumuzu söyleyeyim. Yani bir Nişantaşı kafesi ayarındaydı fiyatlar ama üzerinden öğle yemeği indirimi yapılınca daha normal, daha Beyoğlu fiyatı oldular. Hah şöyle, bize böyle güzel sürprizlerle gelin lütfen. :)


Bu keyifli yemek ve sohbet molasının ardından o gün turist takılan Anadolu Yakası tayfası Tünel'den Karaköy ve Eminönü'ne doğru yola koyuldu. Bense yakın olan Şişhane metro yerine Taksim metroya kadar yürüdüm ve yol üstünde iki sergi molası daha verdim. Ama onları bir sonraki yazıya bırakıyorum, olur mu? Anlayacağınız bugünlük bu kadar... 

Gelecek Sefere

Bir süredir elimde sürünen (ama geçerli nedenlerim vardı, geziyordum! :)) Marc Levy'nin Gelecek Sefere kitabını nihayet bitirdim. Marc Levy'nin adını çok duymuş olmama rağmen hiçbir kitabını okumamıştım. O yüzden Sahaf Festivali'nden aldığım bu romanı yazarla tanışmak üzere attığım bir adım olarak görüyorum. İlişkimizi derinleştirmek üzere kinci adımı atar mıyım bilmem! Bence sıra onda artık. Daha ilgimi çekecek bir kitap yazdığına ikna etmeli beni. Ya da belki de yanlış romanla işe başladım ve ilk romanları gerçekten çok daha iyiydi. Yine de bu romanının da 2004 yılında Fransa'da dört milyon satış rakamıyla çoksatanlar listesine girdiğini belirtmem gerek. Yani benim gibi düşünmeyen birçok insan da vardır eminim.   

Gelecek Sefere, ünlü sanat tarihçisi Jonathan'ın hayranlık duyduğu Rus ressam Vladimir Radskin'in yüz yılı aşkın bir zamandır kayıp olduğu düşünülen bir tablosunun bulunduğu haberini alıp, onun peşine düşme hikayesini anlatıyor. Bu fantastik hikayenin baş rolünde yüzyıllara meydan okuyan ölümsüz bir aşk da var. Ama son sayfalara doğru o kadar saçma sapan bir şekilde ortaya çıkıyor ki "vay be, ne aşk!" falan demek yerine "sadece tabloyu arama hikayesi  olsa daha iyiydi" diye düşünüyorsunuz. Yine de yazarın sevenlerinin bir bildiği vardır elbet. Ve merak edenler için kolay okunan, kısa bir roman olduğunu da söyleyeyim. 

"...Araştırmaya düşkün ama keşfetmekten korkan bir türüz. Korkularımıza inançlarımızla karşılık veriyoruz, kesin olarak bildikleri şeylerden uzaklaşınca dünyanın dipsiz bir uçurumla son bulacağına inanmış, yolculuk fikrine karşı çıkan şu eski denizciler gibiyiz biraz da..."

"...Kadının gümüş rengi saçları annesini düşündürdü Jonathan'a. Aramızdaki sevgi onları yaşlanmış görmenin anısını yasaklarmışçasına, ebeveynlerimizle ilgili fiziksel belleğimizin olduğu gibi donup kaldığı bir yaş vardır..."

"...Sevmek, nefret etmek, bunlar yaşamı seyre dalmaktansa yaratmak demektir. Duygu ölmez..."

İyi haftalar hepimize...

Çöl ve Deniz Arasında

Sırada Pera Müzesi'ndeki ikinci sergi var: Çöl ve Deniz Arasında. Üç binin  üzerinde eseriyle Ortadoğu'nun en önemli müzelerinden biri olan Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi'nden bir seçkiyi bizlerle buluşturuyor Pera Müzesi. Bu sergi de aynı Nickolas Muray sergisi gibi 21 Nisan'a kadar görülebilecek. 

Bu sergide sergilenen yapıtlar, resimden, çizim, gravür, seramik ve heykele çeşitlilik gösteriyor. Bölgedeki çağdaş sanata ilişkin olabildiğince net bir anlayış sunabilmek için, sergiye farklı kuşaklardan sanatçılar, farklı üslup ve akımlar dahil edilmiş.

Cezayir, Fas, Filistin, Libya, Lübnan, Mısır, Suriye, Tunus ve Ürdünlü 44 sanatçının farklı üslup ve akımları örnekleyen 52 yapıtından oluşan serginin, Akdeniz’deki Arap ülkelerinin modern ve çağdaş sanatına olduğu kadar bu ülkelerin birbirinden ilginç, renkli ve zengin kültürlerine ışık tutacağı da anlaşılıyor. 


Aşağıdaki kolajda sağ altta gördüğünüz çalışmanın adı Arap Baharı.  Khalid Khreis adlı Ürdünlü sanatçıya ait. Üstündeki Baya adında Cezayirli bir sanatçıya ait. Oraların renkleri, desenleri, figürlerini görebilirsiniz. Sol attaki resim ise Mısırlı sanatçı Inji Aflatoun'un Çiftçilerin Damları adlı çalışması.  


Arap dünyası, Batı’da bilindiği şekliyle tuval resmiyle, 20. yüzyılın başlarında tanışmıştır. Yerli sanatçılar, çoğunlukla Avrupa’daki eğitimlerinden dönüp, yurtdışında öğrendikleri Batılı teknikleri öğrencilerine aktarıncaya kadar, bu okulların hepsinde yabancı hocalar ders verdiler. Buna bağlı olarak, erken dönem Arap sanatçıları, gerçekçilik, romantizm ve izlenimcilikten, daha sonra kübizm ve diğer akımlardan etkilenmişlerdir. Çağdaş Arap sanatının gelişimini yakından izleyenler, onun çeşitli bölgesel ve uluslararası olaylara tepki verdiğini görürler. Başlangıcından beri çağdaş Arap sanatı, bazı sosyal ve dinsel kısıtlamalara karşın, her zaman başka kültürlere açık olmuştur.


Yukarıdaki kolajda gördüğünüz çalışmalar da benim bu sergideki favorilerim oluyorlar. Soldaki resim ve doğal reçine ve tavuk kemikleriyle yapılmış isimsiz heykel çalışması Fahrelnissa Zeid adlı sanatçının elinden çıkmış. Ürdünlü sanatçının yağlıboya çalışmasının adı da Çölde Şölen. Sağda ise Filistinli sanatçı Laila Shawa'nın İmkansız Rüya adlı çalışması bulunuyor. Yoruma gerek olmayacak bir açıklıkta, değil mi?

Bu hafta tam bir kültür-sanat böceği olarak bir sürü sergi gezdim, film izledim ve elimdeki kitabı nihayet bitirdim. Hepsini en kısa zamanda sizlerle buluşturmayı umuyorum. Hafta sonu da kendimizi 24'ün 7. sezonuna kaptırırız diye düşünüyorum. Biraz dinlenelim ve evin tadını çıkaralım, değil mi? :)

Hepinize iyi hafta sonları...

Nickolas Muray Fotoğrafları Pera Müzesi'nde

Salı günü çok keyifli bir plan yaptım. Önce öğleden sonra Şubat tatili için İstanbul'da olan Nazoş'la (ve sürpriz olarak bir süreliğine bize katılıp sonra gezmeye giden anneciği Gülten Teyze ile) Nişantaşı'nda Hardal'da buluştuk. Hem nostalji yaptığımız hem de karşılıklı olarak yepyeni ve harika havadislerimizi paylaştığımız bu güzel buluşmamıza şarap, peynir tabağı, somonlu salata ve çay gibi her telden seçimlerimiz eşlik etti. Uzun uzun oturup sohbet ettikten sonra anne kızı yeniden buluşturdum ve Beyoğlu'na doğru yola koyuldum. 

Pera Müzesi yine biz blogger'ları yeni açılan iki sergisini rehber eşliğinde gezdirmek üzere davet etmişti. Hem de bu kez rehberimiz Begüm Hanım gerçekten bir harikaydı. Neredeyse bu sergideki her fotoğrafın ya da diğer sergideki resim ve enstalasyonların hikayelerini büyük bir özenle anlattı. Ben de size kısaca sanatçıdan ve ne tür çalışmalar yaptığından bahsedeyim.

Nickolas Muray, 20. yy. fotoğrafçılığının en ilginç ve renkli isimlerinden biri. Dönemin efsanevi yıldızlarını, dansçılarını ve reklam kampanyalarını fotoğraflamış. 21 yaşındayken doğduğu Macaristan'dan ABD'ye göç eden sanatçının işleri kısa sürede belli başlı dergiler tarafından keşfedilmiş. 1920’lerden başlayarak, çektiği portre ve moda fotoğraflarıyla ABD’de alanının öncü ve en başarılı fotoğrafçılarından biri haline gelen Muray,'in 162 fotoğrafı Pera Müzesi'nde sizleri bekliyor. Elizabeth Taylor'dan Greta Garbo'ya, Marilyn Monroe'dan Claude Monet'ye kadar pek çok ünlünün ve gösteri dünyasından pek çok figürün o dönemlerden kalma fotoğraflarını görmek hoşunuza gidecek. 



Elbette bu isimlerin dışında bol bol fotoğrafını çektiği ünlü bir isim daha var: Frida'sı! Evet, bizim bildiğimiz kaşlara ve bıyıklara özgürlüğün savunucusu Frida'dan bahsediyorum.:) Şaka bir yana, gerçekten de her ikisi de evli olmalarına rağmen yaklaşık 10 yıl boyunca bir aşk ilişkisi sürdürmüşler. Frida'yla birlikte çekilmiş pozları olduğu gibi (bkz. altta solda) Frida'nın portre fotoğraflarından da çok sayıda göreceksiniz bu sergide. Yaklaşık 40 adet Frida fotoğrafı var. Örneğin, altta üst sırada ortada gördüğünüz fotoğrafta ise Nickolas Muray'in 19 yaşında Meksika'da kaptığı bir virüsten dolayı ölen kızı Arija ile Frida'nın fotoğrafı var. Tam altında da Frida'nın ünlü fotoğrafçıya yazdığı mektuplardan biri. 




Nickolas Muray'in reklam fotoğrafçılığında da çığır açması 1931'de ilk doğal renkli fotoğrafı yayınlamasıyla gerçekleşmiş. O zamana kadar dergilerde renkli reklamlar, çizerler tarafından elle boyanırmış. Doğal renkli fotoğrafın ise uzak bir gelecekte kullanılabileceği düşünülürmüş. Kendisiyle birlikte çalışan sanatçıların da doğal pozlarını yakalamayı hedefleyen Nickolas Muray, çatı katındaki stüdyosunda onlarla havadan sudan konuşarak dikkatlerini başka yönlere kaydırmaya çalışırmış. Bu sırada da deklanşöre basacağı doğru anı beklermiş. Poz verenlerin dikkatini dağıtmamak için sessiz bir obtüratör kullanan fotoğrafçı, istediği pozu yakaladığında ise "Tuş!" dermiş. 


1921 yılında Vanity Fair ile imzaladığı anlaşma sonucunda Nickolas Muray'den her sanat dalından ünlülerin fotoğrafını çekmesi istenmiş. On yıllık bir süreç sonunda ünlü fotoğrafçının çektiği portre sayısı 10,000'i geçmiş!

1892-1965 yılları arasında yaşamış olan ünlü fotoğrafçı, aynı zamanda dünya çapında tanınan Olimpiyat şampiyonu bir eskrimci ve pilotmuş. Öldüğünde devlet başkanlarından, bezelye çorbasına kadar neredeyse herkesin ve her şeyin fotoğrafını çekmiş. Bir de yakışıklı ve kadın tutkunu (çapkının kibarcası.:) ) bir erkekmiş. Adı sayısız kadınla anılan Muray'in Marilyn Monroe ile de pek sıkı fıkı bir ilişkisi olduğu kulağımıza çalınan dedikodular arasında.:)

Pera Müzesi'ne bizi böyle başarılı, ilginç ve kendi alanında öncü bir karakterle tanıştırdığı için her zamanki gibi teşekkürlerimi gönderiyorum. Unutmayın, sergiyi 21 Nisan'a kadar gezebilirsiniz. 

Sırada yine Pera Müzesi'nde gezdiğimiz diğer sergi var. Hadi gelin, bu kez bambaşka bir dünyaya gidiyoruz.



Yaratıcı Tasarımlar, Fikirler...

Evet, sırf bu kılıfı almak için akıllı telefon alabilirim sanırım. Ve evet, ben hâlâ akılsız telefonlardan kullanıyorum. Tuhaf bir direniş içerisindeyim. Bu direnişin fazla uzun sürmemesi gerektiğini söyleyen İso'cumun sözüne ne zaman gelirim bilmem, ama gelirsem bu kılıftan almak istediğimi kesinlikle biliyorum. Kuş yuvasından ilham alan bu tasarımın fiyatı 35 USD civarındaymış. 


Sırada 750,000 $'lık bir hediye var. İster kendinize, ister sevdiğinize. Bu kadar parayı kendiniz için verseniz daha iyi olur sanki! :) Aile belgeselinizin hazırlanmasını ister misiniz? Ancestral Footsteps adlı butik seyahat firmasının 25 ilâ 50 arasında değişen sayıda araştırmacı ve uzmandan oluşan bir ekibinin sizi geniş kapsamlı, kişisel bir genetik yolculuğa çıkarmasını ister misiniz? Deneyimli bir TV yönetmeninin aklına gelen bu şahane fikrin sonunda müşterinin atalarının ayak izlerini takip edebileceği bir yolculuk programı oluşturuluyor. Bu yolculuk daha sonra bir saatlik bir belgesel olarak kaydediliyor. Bununla da bitmeyip müşterinin atalarının öyküsünü içeren 100 sayfalık deri ciltli, şık bir kitap hazırlanıyor. Ayrıca saygın bir hanedan sanatçısının kaligrafi yöntemiyle çizdiği soyağacı ve müşterinin genetik mirasının DNA analizi de pakete dahil. Bu fikir bu kadar çok para eder mi tartışılır. Ama ne olursa olsun güzel bir paket, hakkını teslim etmek gerek. Bayıldım. Detaylar burada.

Gelelim Milano'da yaşayan genç bir Türk tasarımcı olan Beril Çiçek'e. Ve onun yün dolaplarına ve bavullarına. Evet, aşağıda gördükleriniz tam olarak bu işlevi görüyorlar. Ahşap iskeletin üzerine geçirilen yün kaplamalar ile depolama ya da taşıma çözümleri yaratabileceğiniz aklınıza gelmiş miydi hiç? Hımm, ilginç! :)


Son olarak da Damned (Lanetli) adlı bir avize tasarımı var. Alman mimar Luc Merx'in tasarımı olan avize her ne kadar çok hoş görünse de hem adı hem de üzerindeki figürlerin dehşetengiz ifadeleri nedeniyle evime alır mıydım bilmem. Böyle düşündüğüm için de yaklaşık 50,000 $'lık bir masraftan kurtulmuş oluyoruz :), çünkü sadece beyaz renkte ve sınırlı sayıda üretilen bu avizenin fiyatı bu.


Avizede kullanılan insan figürlerinin tamamı aynı boyda. Ve insan figürlerinin yerleri değiştirilebiliyor. Böylelikle gövdelerin ışığa göre aşağıya doğru oluşan yansımaları da değişebiliyor. Belçika merkezli MGX için 2007 yılında birkaç adet üretilen bu avize bu sene birtakım değişikliklerle yeniden 40 adet üretilmiş. Mükemmel görünüyor bence.

Bugünlük bu kadar... Ben önce bir arkadaşımla buluşayım, sonra da Pera Müzesi'nin yeni sergisini gezip geleyim. Kısacası size anlatacak şeyler biriktireyim. Bekleyin beni...:)


  

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

Biliyorsunuz annem bir haftadır buradaydı ama Cuma günü bana taşındı. Cuma akşamı da babam tekrar İstanbul'a geldi, çünkü Cumartesi günü için harika bir oyuna biletlerimizi çoktan hazır etmiştim. Ailenin kültür&sanat etkinlikleri sorumlusu olma olayını abarttım sanırım! "Süper bir oyuna bilet alıyorum, ona göre o tarihlerde İstanbul'da olun"a kadar geldi bu iş. :) Cuma akşamı babam gelir gelmez önce Karaköy Lokantası'nda bizim için hazırlanmış masamıza attık kendimizi. Evet, yeme-içme konusunda bu hafta da sınır tanımadık! Ama yarın bu konuya da bir el atacağım ve büyük bir nokta koyacağım bu gidişata. O zamana kadar tadını çıkaralım değil mi? Karaköy Lokantası yine bir harikaydı. Mezeler, ara sıcaklar, oturur oturmaz ayırttığımız ayva tatlılarımız ve "bi büyük", hatta "iyi gidiyoruz canım, bir de 20'lik gelsin" gecemiz kahvelerle sona erdi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Evde de sabaha karşı üçe kadar sohbet, muhabbet, müziklerle devam eden çok keyifli bir gece yaşadık. Evdeki fotoğraflar bize kalsın, size masa fotoğrafı göstereyim:


Cumartesi günü haliyle gün boyu biraz sersem halde evde yayıldıktan sonra akşamına minik bir Beyoğlu turu yapıp, Kumbaracı50'ye gittik. Öncesinde klasik Beyoğlu duraklarımızdan Mercan'a uğramayı ve Ara Kafe'de Meksika usulü sıcak çikolata içmeyi ihmal etmedik tabi. Yaklaşık bir ay önce aldığım biletler Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyunu içindi. Yani Sumru Yavrucuk'un yönetip oynadığı tek kişilik oyunu. Burada "Tiyatro" etiketiyle paylaştığım 100. yazı oluyor bu. Blog yazmadığım dönemlerde de çok daha fazlasını izlemişimdir. O yüzden herhalde benden şöyle bir yorum duyarsanız ciddiye alırsınız diye düşünüyorum: "Hayatımda izlediğim en başarılı performanslardan biriydi bu - ilk üçe girebilecek kadar iyi!" Sumru Yavrucuk'un oyunculuğunu çok severdim, artık en sevdiğim kadın oyunculardan biri oldu diyebilirim. Elbette bu etkili hikayeyi yazan Ebru Nihan Celkan'ın da hakkını teslim etmek gerek, çünkü yaklaşık bir saatlik bir süre içinde bize tam kapsamlı bir hayat hikayesi anlatmayı başarmış yazar. Hem de annesi, babası, kardeşi, kadın olmadığı için kocası, erkek olmadığı için karısı olmayan, şu dünya üzerinde bir uzaylı kadar tuhaf ve uzak görünen, yapayalnız bir insanın ve ruhun hikayesini... Erkek bedeninde dünyaya gelmiş bir trans kadın olan Umut'un hikayesini... Dünyanın en güzel annesinin umudunun... 


Öncelikle bu oyunda emeği geçen herkese bu konuya dikkat çektikleri için kocaman bir teşekkür etmek gerek. Kimsenin kimseyi cinsel kimliğinden ve ruhen nasıl hissettiğinden dolayı hizaya çekme hakkı olmadığını bir kez daha hatırlattıkları için teşekkür etmek gerek. Önyargılardan kurtulup karşımızdaki insana etiketler yapıştırmadan "insan" olarak bakmak ve davranmak gerektiğini hatırlattığı için teşekkür etmek gerek. Kendini o trans kadının bedeninde rahatlatmayı tercih ederken bir yandan da onlara fiziksel ve ruhsal şiddet uygulamayı kendine hak gören mahallenin "sözde saygın insanlarının ve aile babaları"nın ikiyüzlülüğüne dikkat çektiği için teşekkür etmek gerek. 

Sumru Yavrucuk ise şu ana kadar hikayeyle  ilgili yazdığım her şeye ruh verdiği için, Umut karakterini kanlı canlı karşımıza çıkarıp bizimle tanıştırdığı için, yaşadıkları karşısında zaman zaman gözlerimiz dolacak kadar onu bize sevdirdiği için, bu kadar zor bir rolün üstesinden başarıyla gelen o muhteşem oyunculuğu, duyarlılığı ve cesareti için hayran olunası bu oyunda. O kadar etkilendim ki oyunun sonunda hepimiz onu dakikalarca ayakta alkışlarken gözümden akan yaşlara da engel olamadım. Güzel gözyaşlarıydı bunlar. Umut için değil, sanki Umut'a umut ışığı gibi gördüğüm bu harika oyun ve dev oyuncu için dökülen hayranlık, gurur ve tuhaf bir şekilde mutluluk gözyaşlarıydı. Sumru Yavrucuk'un kendi seçtiği kostümlerle, saçı, başı, makyajıyla, konuşmasıyla, kullandığı jargonla, esprileriyle, anlattığı hikayelerle can verdiği, o olduğu Umut sanki dev bir misyon üstlenmiş ve bunu başarıyla yerine getirmiş gibi hissettim. 

Altıdan Sonra Tiyatro'nun 6 Üstü Oyun projesi kapsamında sergilenen ilk oyundu bu. Projenin sanat danışmanı da Yiğit Sertdemir (ki beni takip edenler yazdığı ve oynadığı oyunlarına bayıldığımı bilirler). Yani bundan sonra da yerli oyun yazarlarının duayen oyuncular tarafından sahnelenecek tek kişilik oyunlarını izlemeye devam edeceğiz. Ama önce elimizdeki kıymetli oyunun tadını çıkaralım ve değerini bilelim derim. Şubat ayında Kumbaracı50'deki oyunlara yer kalmadığını söyleyeyim. Lütfen Mart ayı tarihlerini takip edin. Ve bu oyunun Şubat sonunda Akatlar Kültür Merkezi ve Oyun Atölyesi'nde de sahneleneceğini de unutmayın. Buradan oyun tarihlerine bakabilirsiniz. 

Ben bu oyunu izlediğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Siz de öyle hissetmek istemez misiniz?

Hepinize iyi haftalar...















    

Son Günlerin Lezzet Durakları

Kafayı yemekle bozduk bu aralar, sonumuz hayrola!

Tam da Cuma günü gelmişken bu post iyi gider diye düşündüm. Yaklaşık 10 gündür İstanbul'a gelenimiz gidenimiz eksik olmuyor. Mesela bizimkiler Durucuk'u görmeye geldiler. O yüzden önceki Cuma akşamı yine bir rakı-balık buluşması yapalım dedik ve Set Balık'a gittik. Tarabya'dakine. En son bankada çalıştığım yıllarda gitmiştim buraya. Yani yaklaşık 11 sene falan olmuş gitmeyeli. O kadar zaman sonra gittiğim bir yerin lezzet ve servis kalitesinden ve fiyat-kalite oranından hâlâ taviz vermemiş olduğunu görmek güzeldi. Hatta servis olayını biraz abartmış bile olabilirler, zira masamıza bakan kadın garson o kadar sürekli içimizde ve yanımızdaydı ki az kalsın ona da bir sandalye çekecektik bize katılması için! Ancak birkaç kapalı uyarı sonrasında durumu fark edip en azından fısıltılarımızı duymayacak kadar yanımızdan uzaklaştığı için, üstelik iyi niyetli ve güler yüzlü olmasından dolayı kanaat notumuzu yüksek tutarak ona da tam puan verdik gecenin sonunda.

Sofraya gelip gidenler aşağıdaki gibiydi genel olarak. Başlangıç olarak aldığımız mezelerin hepsi çok lezzetliydi. Ara sıcaklar olan tatlı ekşi soslu balık köfte olarak tarif edebileceğim Çin lokması, deniz ürünleri kokoreç, balık mantı, balık çöp şiş ve susamlı balık topları süperdi. Cağ kebabının balıklı versiyonu olarak hazırlanan sağ üstteki tabak ve üstte hemen yanında gelen kemikte levrek de ana yemek olarak seçtiklerimizdi. Bu kez altı kişi masadan fenalık geçirmeden kalkmayı becerebildik! Bizim aile için büyük bir başarıydı bu. Hatta kemikte levreğin büyük bir bölümü mahallemizin esmer köpeğinin ertesi günkü yemeği olarak paket edildi. Her zamanki gibi "bi büyük"ün de eşlik ettiği masamızın hesabı da herkesi oldukça mutlu etti. Tabi bu mutluluk verici hesabı nakit ödemeniz gerekiyor, unutmayın. Set Balık rezervasyon ve ulaşım için detaylar burada. Ailecek tavsiye ediyoruz. 


Cuma akşamı böyle geçtikten sonra Cumartesi günü Ankara'dan gelen misafirimiz Gürken Abi'yi karşıladık. Kayınpederim oluyor kendisi.:) İso'cum hasta GS'li olan babasına Galatasaray-Beşiktaş derbisi için güzel bir bilet düşürünce o da Cumartesi günü bizde aldı soluğu. Akşamına da Durucuk'u görmeye, minnoşu bizimkilere bırakarak arkadaşlarıyla felekten bir gece çalmaya karar veren Dido&Ongun'un evine gidip, oradan da İstinye Park'taki Günaydın'a uğradık. Nusr'et'e gıcık oldukça burayı daha çok sever ve daha lezzetli bulur oldum sanırım. Aşağıdaki görüntülerle aşk yaşamamak mümkün mü? 


Pazar günü baba-oğul derbi için TT Arena'nın yolunu tuttular. Babamı havaalanına bırakan bizimkiler de maç izlemeye bize geldiler. Derbi için yanlış bir ev ekibi oluşturduğumun farkına biraz geç vardım ne yazık ki. Düşünsenize annem ve Ongun Beşiktaşlı, Dido Fenerli! Durucuk için eniştesiyle halası olarak hain planlarımız var ama şimdilik gizli tutuyoruz. :) Evde bir tek ben kaldım GS'li! Bir de tabi derbi totemimiz. Neyse ki yine uğur getirdi kerata. :)


Gelelim Pazartesi'ye. Geleneksel CELO toplantısının 2.'si için buluştuk aynı ekip. İlkini hatırlamak isteyenler buraya. Kısacası ilkokul arkadaşları buluşması da diyebiliriz. (İlkokulumuzun adı Celalettin Sayhan İlkokulu'ydu. Hasan'ın "Celalettin diye arkadaşımız olsa Celo demez miyiz. İşte bizim etkinlikleri de Celo adıyla açtım o yüzden" açıklamasından sonra adımız CELO kaldı. Oysa okulumuzun kısaltması CSİ ile pek de şükela bir "si es ay Adana" grubu olabilirdik! :) Neyse artık, CELO da güzel oldu, sevdik keratayı.) 

Ekip bu kez daha neşeliydi sanki. Bu mutluluğun Adana kebabıyla bir ilgisi olmalı, ne dersiniz? Sonuçta Adana'da olmasak da seçtiğimiz mekan Ataşehir'deki Kolcuoğlu Kebap oldu. Hasan ve İbrahim Kolcuoğlu olarak iki tane kebapçı varmış Ataşehir'de, biz Hasan Kolcuoğlu'ndaydık. Ezgi ve ben Anadolu Yakası'nı neredeyse hiç bilmeyen iki tip olarak kendimizi Chido'nun rehberliğine teslim ederek iş çıkış saati olmasına rağmen inanılmaz kolay bir şekilde yerimize ulaştık. Hem de Anadolu Yakalılar'dan bile önce. 


Kebabın yanında rakı içecek olsak da önden Hasan'ın getirdiği Azeri şarabından birer kadehle başladık. Benim bir önceki buluşmada kaptığım Metaxa için de güzel bir plan yapmalı, hımm, biraz düşünelim bunu.

Kolcuoğlu'nun mezeleri, arada gelen pastırmalı humusu ve hepimizin gözünü döndüren kebabı tam anlamıyla harikaydı. Hatta Adana'dakine çok yakın lezzetlerdi diyebilirim. Mini içli köfte ve peynirli pide hariç ama o kadar kusur kadı kızında da olur - atasözlerimizde bile cinsiyet ayrımı had safhada bu arada, niye kadı oğlunda kusur aranmıyor yahu! Neyse, sohbet muhabbet, bol kahkaha eşliğinde yemeklerimizi yiyip, katmer-helva-meyve-kahve ile kapanışı yaptıktan sonra Hasan tarafından evlerimize bırakıldık. Böyle bir geceden sonra binildiği için Hasan'ın bahtsız arabasının hâlâ havalandırılıyor olabileceğini düşünüyorum. :) Ama n'apalım, sumaklı soğansız bir kebap gecesi düşünebiliyor musunuz? 

Yemeği ve servisi güzeldi ama Ataşehir Kolcuoğlu ile ilgili önemli bir eleştirim olacak. Koskoca mekanda tuvalet koyacak yer bulamayıp, dış alanlara seyyar tuvalet gibi görünen, içi buz gibi ve kötü kokular yayılan tuvaletler yerleştirmiş olmalarını kınıyorum. Umarım en kısa zamanda bu konuya bir el atarlar. 

Geçen hafta yenilen içilenler bu kadardı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Maçın yanında Papa John's pizza, üstüne Manolya'nın hayatımda yediğim en lezzetli profiterol olduğunu söyleyebileceğim profiterolü, arada Dikilitaş Mis Fırın'ın son derece leziz zeytinyağlı yaprak sarmaları ve Yıldız Posta'daki Çeşni Börek'in harika su börekleri, Tarabya'daki Big Chefs'te öğle yemekleri, Caffe Nero'da kahve ve tatlı molaları derken gerçekten fenalık geçirmek üzereyiz. İso'cum bile "bir süre otla falan beslensek" ya da "ben bu akşam yemek yemeyeceğim" gibi kendisinden duymaya alışkın olmadığım sözler sarf etmeye başladı. Üstelik spor merkezi üyeliğimizi devrettiğimiz için bu süre içinde spor da yapmıyoruz! Neyse... Yarın babam yine geliyor ve Pazar akşamı annemle birlikte dönecekler. 

Bu sefer Pazartesi günü kesin rejime ve spora başlıyoruz. Yüzer kiloluk yuvarlanan formlar olarak hayatımıza devam etmek istemiyorsak bir şeyler yapmamız şart! Bu Pazartesi, diğer Pazartesilerden farklı olacak, hissediyorum. Olmazsa, bizler oldukça farklı olacağız zaten, onu da hissediyorum.  :)

Hepinize iyi hafta sonları...