Kanlı Kilise ve Dostoyevsky'nin Evi

Zaten üç gün, zaten program dolu, serbest zamanlarda da yat dinlen biraz değil mi? Yok, o saatleri de değerlendirelim diyerek merak ettiğimiz bu iki durağı da ziyaret ettik. (Geldiğimden beri öksürük ve ayak ağrılarıyla ulaşıyor olmam, yaptıklarımdan pişman olduğum anlamına gelmiyor.) 

İlk durağımız Kanlı Kilise 

Önceki yazılarımdan birinde de bahsetmiştim: aslında adı Dökülen Kan üzerinde İsa'nın Dirilişi Kilisesi (Church of Our Savior on the Spilled Blood) gibi bir şey oluyor. Peki bu dökülen kan kimin kanı? 1 Mart 1881'de bir suikasta kurban giden II. Alexander'ın.  En demokratik, reformist ve özgürlükçü çarlardan biri olan II. Alexander aynı zamanda kölelere özgürlük veren ve halk tarafından sevilen de bir isim. Ama düzenin devam etmesini ve rahatlarının bozulmamasını isteyen karanlık güçler tarafından öldürülüyor ne yazık ki. İşte tam da onun öldürüldüğü bu noktaya oğlu III. Alexander bu kilisenin yapılmasını istiyor. Hem de I. Petro'dan itibaren süregelen "Avrupalılık"a inat, kilisenin Rus mimari stilinde yapılmasını istiyor. (Bu arada I. Petro ile Dubai şeyhinin vizyonerlik bakımından ruh ikizi olduklarını düşünüyorum, sadece biri birazcık "deli". :P

Aşağıda II. Alexander'ın öldürüldüğü gün üzerinde olan üniformasını görebilirsiniz. Bu fotoğraf Hermitage Müzesi'nden. Yanında da kilisenin rengarenk dış cephesinden fotoğraflar yer alıyor. 


1883 yılında yapımına başlanan ve 1907'de tamamlanan bu muhteşem kilisenin sadece dış cephesi ve binasının değil içindeki mozaiklerin de harika olduğunu söylemem gerekiyor. Giriş için kişi başı 250 ruble (yaklaşık 10 TL) ödeyerek içinin güzelliğini de mutlaka görün derim. 



Daha çok İncil'den hikayelerin resmedildiği 7500 metrekare alana yayılan mozaiklerde II. Alexander'ın öldürülmesi ile İsa'nın çarmıha gerilmesi arasında da bağ kurulduğu söyleniyor. Kesinlikle görülesi bir kilise. 

Dostoyevsky'nin Evi

Dostoyevsky ve ailesinin 1878-81 yılları arasında üç yıl boyunca yaşadığı ve yazarın Karamazov Kardeşler'i yazdığı evi 1971'den bu yana müze olarak ziyarete açılmış durumda. Kuznechny Pereulok caddesi, numara 5'te yer alan bu müze evi gezmek için kişi başı 160 ruble (yaklaşık 8 TL) ödüyorsunuz. 


Burada Dostoyevsky'nin romanları, St. Petersburg yılları ve seyahatleri ile ilgili bilgi alabileceğiniz bir bölümün dışında asıl yaşadığı ortamı görmek ve mahallesinde ziyaret ettiği yerleri, karısıyla ilişkilerini öğrenmek paha biçilemez. Girişte sizi karşılayan şapkası, tüm gün fokurdayan semaveri, salon masasının üstünde sarma sigaralarının olduğu ve kızının öldüğü gün "28 Ocak 1881 - bugün babam öldü" diye not düştüğü tütün kutusu gibi kişisel eşyalarını görmek çok heyecan vericiydi bana göre. Geceleri evin sessiz olduğu anlarda çalışmayı seven Dostoyevsky sürekli çay ve sigara eşliğinde yazılarını yazarmış. Akciğer amfizemi olduğu için doktorunun yasaklamasına rağmen sigarayı hiç bırakamamış. İki tütünü karıştırarak kendisi hazırlarmış sigaralarını. 


Tolstoy'un Dostoyevsky'nin karısı Anna ile ilgili "her eve lazım" mealindeki açıklamasıyla da her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadının olduğu da bir kez daha desteklenmiş oluyor. Gerçekten de Anna, yazarın en önemli eleştirmeni, sekreteri, editörü, ilk okuru ve daha pek çok anlamda desteğiymiş. O zaman gelelim evin en mabet yerine, büyük yazarın yazarın çalışma odasına. Aşağıda yazarın dolma kalemi, yazı masası, öldüğü günü ve saati gösteren saat, kitapları, temsili olarak yerleştirilmiş çayının durduğu odasını görebilirsiniz. Eğer kitap okumaya bayılıyorsanız ve Dostoyevsky hayranıysanız, bu görüntü karşısında tıpkı benim gibi tüylerinizin diken diken olacağını garanti edebilirim. 


Bu müze ev hakkında daha detaylı bilgi almak isterseniz buraya bakabilirsiniz. Şimdi günübirlik bir gezi için şehirden biraz ayrılma zamanı. İki görkemli, yazlık saray bizi bekliyor. Gidelim mi? ;)

Neva Nehri'nde Gündüz ve Gece

Neva Nehri'ni anlatmaya Saray Köprüsü'nün her iki yakasında yer alan sütunlardan başlayayım. Bu sütunların alt kısmında yer alan mermer figürler Rusya'nın Volga, Dinyeper, Neva ve Volkhov gibi en önemli nehirlerini temsil ediyor. Ülke için özel günlerde yapılan kutlamalarda sütunların tepelerindeki meşalelerin yakıldığını da öğrendik. Karşı kıyıda Peter and Paul Kalesi'ni ve kaleye giden yol üzerinde eski tip bir geminin bulunduğunu göreceksiniz. Bu geminin eski olduğuna bakmayın; içinde lüks bir restoran ve spor kulübü bulunan bir işletme aslında kendisi. 


Nehir turunu bitirmeye yakın gördüğümüz şu sarı bina şehrin en meşhur binalarından biri. Bir bölümü ünlü Rus yazarlardan Alexander Pushkin'in bir dönem yaşadığı ev olan bu binada şu an Pushkin Müzesi yer alıyor. Nehir turuyla ilgisi olmasa Rus Devlet Müzesi'nin önündeki parkta yer alan ve St. Petersburg'un kuruluşunun 250. yılı anısına Mikhail Anikushin'e yaptırılan Pushkin heykelini de mutlaka görmelisiniz. Laf aramızda yerel rehberimizin dediğine göre Ruslar Pushkin'i Dostoyevsky'den daha çok seviyorlarmış. 


Neva Nehri turunun en keyifli kısımlarının Neva üzerindeki değil kanallar üzerinde yapılan bölümü olduğunu söylemeliyim. Vizyoner Çar I. Petro, St. Petersburg'u her anlamda Avrupa'ya benzetmek hedefiyle yola çıkarken bu kadar nehir ve kanal olan bir yeri de doğal olarak  Amsterdam ve Venedik'e benzetmek istemiş. Biraz abartmış, çünkü şehirde diğer her yerden daha fazla köprü ve kanal bulunuyor. 60'ı tarihi olan köprülerin toplam sayısı 342. Sokak yerine kanallar olsun, vatandaşlarım da araba yerine tekneler kullansın diyen "Çılgın" Petro su ulaşımının yaygınlaştırılmasını teşvik etmiş. Aşağıda sağ altta gördüğünüz fotoğraf Hermitage Tiyatrosu ile müze binalarından birini birbirine bağlayan ve Neva Nehri'ne açılan kapalı ve binaya ait bir köprü. 





Kanallarda gezinirken nefis binalar da göreceksiniz. Bazılarının hikayelerini anlatacaktır rehberiniz. Binalar ne kadar güzelse, suyun rengi bir o kadar kötü. Bildiğin yeşilimsi kahverengi. Aslında adı üstünde de diyebiliriz, çünkü Neva adı bataklık, çamur anlamına geliyormuş. Bir de nehrin tamamen donduğu ve üzerinde yürünebildiği kışların sayısı hiç de az değilmiş. O yüzden St. Petersburg'u kışın da ziyaret edebilirsiniz, ama nehir turunu sadece yazın yapabileceğinizi unutmayın. 




Sırada şehrin en küçük heykeli var. Neva ile birleşen Fontanka Nehri üzerinde, Yazlık Bahçelere dönerken köprünün altında yer alan minik bronz kuş size uğur getirebilir. Nasıl mı? Köprünün üstünden geçerken heykele doğru bozuk para atıp da, parayı nehre düşürmeden kaidenin üstünde tutmayı başarırsanız şans kapıları önünüzde açılacak demekmiş. Şahsen benim gibi elinin ayarı pek olmayanlara hiç riske girmemelerini öneririm. ;)



Gelelim Neva Nehri'nin gecesine. Gecesinin gündüzden daha canlı olduğunu söyleyebilirim, çünkü saat yaklaşık 1.30'ta büyük gemilerin geçişine olanak tanımak amacıyla nehrin üstündeki tüm köprüler açılıyor. Birçok tekne de bu anı izledikten sonra gece turuna başlıyor nehir üzerinde. Tekneyle nehirde olmak istemeyenler ise köprüleri görebilecek şekilde içkileri ve fotoğraf makineleriyle kıyılara konuşlanıyorlar. Biz ikinci gruptaydık. Ve bunun kesinlikle yaşanması gereken bir deneyim olduğunu bilin isterim. 


Gece 12'de metrolar kapandığı için son metroyla Admiralteyskaya durağına gidip, oradaki bir kafede bir şeyler içip, sonra da 1:00 gibi Saray Köprüsü'ne yakın bir yerde, nehir kıyısındaki yerinizi alabilirsiniz. Sonra da sizi şöyle bir görüntü bekliyor. Tadını çıkarın! Dönüşte de taksilerle pazarlığınızı yaparak otelinize gidebilirsiniz. Bir fikir olsun diye söylüyorum: 6-7 km uzaklıktaki merkezi konumdaki otelimiz için 700 ruble dediler, 400 ruble dedik, 500'e (yaklaşık 25 TL) anlaştık mesela. 

Evet, köprünün açılış videosunu da izlediyseniz, artık sizi Kanlı Kilise ve Dostoyevsky'nin Evi'ne götürebilirim. Hadi gelin benimle. 

Hermitage Müzesi

Yani bir bölümü Kışlık Saray'ı (Winter Palace) da kapsayan nehir kenarındaki binalar kompleksinin gezebildiğimiz kadarını gezmek üzere hazır ve nazır bekliyoruz. Buraya  ilgi alanınıza göre dilediğiniz kadar zaman ayırabilirsiniz. İçeride yaklaşık üç milyon orijinal eser bulunuyor ve her birinin önünde sadece bir-iki dakika geçirecek olsanız gezmesi yedi yıl falan sürebilecek bir yerdesiniz! Elbette eserlerin tamamı gezilebilir odalarda değil ve tabi ki her salondaki, binadaki eserler ilginizi çekmeyecektir ve Hermitage Tiyatrosu gibi müze olmayan bina ve alanların da olduğu doğrudur. Dolayısıyla kişi başı 600 ruble (yaklaşık 30 TL) ödeyerek biletinizi alıp, audio-guide ve müze planını da kaparak uzun zaman geçirmek istediğiniz yerleri belirleyip yola koyulmanız gerek. Ve tabi ki altınızda rahat bir ayakkabı olması çok önemli. Bu arada her ayın ilk Perşembe'si müzeyi ücretsiz gezebiliyorsunuz, unutmayın!


Çariçe II. Katerina'nın koleksiyonerlik tutkusu ile 1764 yılında ortaya çıkan bu müze fikri 1852 yılından itibaren halka açılıyor. Yıllar içinde Kışlık Saray'a sığmayıp taşan yeni eserler, Büyük Hermitage, Yeni Hermitage, Eski Hermitage, Hermitage Tiyatrosu gibi isimlerle inşa edilen yeni binalara yerleştiriliyor. Nehir boyunca uzanan bu binaların tamamı müzeye ait ve hepsine birbirlerinin içinden geçiş var. Ana girişten içeri girdiğinizde gezmeye nefis süslemelerden oluşan merdivenli bir girişten başlıyorsunuz. 


Daha sonra sırayla sarayın önemli odalarını geziyorsunuz. Odaların tamamı, müzede yer alan eserler kadar sanat eseri bence. Duvar ve tavan süslemeleri, sekiz farklı ağaç çeşidinden yapılan parkeleri, nefis avizeler, mermer sütunlar, altın kaplama detaylar, daha neler neler. İhtişamıyla, ışıltısıyla insanı kör edebilecek bir yer burası!



Arma Odası, Taht Odası, üzerinde büyük başarılar kazanmış komutanların portrelerinin bulunduğu Savaş Galerisi, çapkın Katerina'nın özel odalarının bulunduğu yerler (ve önünde bizim Topkapı Sarayı'ndaki misali konuşulanların duyulmamasını sağlayan iç mekan çeşmeleri), kabartmalar, 18. yüzyıldan kalma, İngiliz usta James Cox tarafından yapılmış ve hâlâ çalışmakta olan Tavuskuşu Saati, kısacası sağım, solum, önüm, arkam büyüleyici!

Sonra devam ederek Raphael localarından geçiyoruz. Esinlendiği Vatikan'ı andırıyor burası. Daha sonra Şövalyeler Salonu'nda tamamı doldurulmuş gerçek atların üzerindeki şövalyelerin savaş takımlarını görüyoruz. İtalyan esintisi devam ederken Michelangelo'nun çömelmiş çocuk heykeli karşımıza çıkıyor. 


Ve hemen ardından Antonio Canova'nın nefis heykellerinin bulunduğu salona giriyoruz. Rüya gibi! En çok görmek istediğim heykel karşımda: Psyche Revived by Cupid's Kiss (Aşk Tanrısı'nın öpücüğüyle canlanan İnsan Ruhu diyebiliriz). En çok içimde kalan şeylerden biri de grupla gezdiğimiz için burada daha fazla zaman geçirememiş olmak.


Leonardo da Vinci'nin 1400lü yılların sonlarından kalma iki adet Meryem ve bebek İsa tablosundan sonra sırayla gezdiğimiz odalarda Goya, Rembrandt, Velazquez, Caravaggio gibi ressamların resimlerini görme fırsatımız oldu. Tabi yine grup olduğumuz için sadece bu klasiklerle sınırlı kaldık, ben empresyonistlerin çalışmalarını da görmeyi çok isterdim. Neyse, belki bir gün bir kez daha yolumuz düşer buralara diyelim. 


Heykeller, tablolar dışında da birçok dekoratif obje, araç-gereç, vs gördüğümüzü söylememe gerek yok sanırım. İşte onlardan bazıları da aşağıda. Hermitage anlatılabilecek gibi bir yer değil. Görülmesi lazım. O yüzden az çok fikir olsun diye buraya koyduğum fotoğrafların hiçbir şey olduğunu da bilmelisiniz. 


Son olarak bir "Yenge" fotoğrafı ister misiniz? Çok iyi Türkçe konuşan Rus rehberimiz Palina Büyük Petro'nun karısı ve Baltacı Mehmet Paşa ile "çadır" hikayesi olan I. Katerina'yı anlatırken akılda kalması için "yani yenge" diye hatırlatıyordu bize. ;) Rus Çarları ve Çariçelerinin sağlı sollu devasa boy tablolarının olduğu bir salonda yengeyi de görmüş olduk. Biraz tıraşsız bir günündeydi, sakallar, bıyıklar falan ama olsun, saygımız sonsuz kendisine. ;)


İşte gözlerimiz nereye bakacağını şaşırmış halde, kalabalık gruplar arasında bir o oda, bir bu salon derken yaklaşık 2,5 saat geçirmişiz bile müzede. En az iki katı daha çok rahat geçerdi, o ayrı. Bir kez daha St. Petersburg'a gidersem buraya bir kez daha uğramayı mutlaka isterim. O yüzden siz de buraya yeterince zaman ayırdığınızdan emin olun. Ha bir de aklımda Rus ressamların eserlerinin yer aldığı Rus Müzesi kaldı. Eminim orası da görülmeye değer bir müzedir. Ama biz artık dışarıya atıyoruz kendimizi. Neva Nehri'nde gezintiye çıkıp, biraz hava alalım mı? ;)

St. Petersburg'da Genel Bir Şehir Turu

Giriş yazımın ardından St. Petersburg'da mutlaka görmeniz gereken yerlerden bahsedeyim diyorum. İlgi alanlarınıza göre ister dışarıdan, ister içlerinde zaman geçirerek uğramanız gereken en önemli yerleri sıralayacağım bu yazıda. 

* Elbette St. Petersburg denince ilk akla gelen yer Hermitage Müzesi oluyor. Bir kısmı Saray Meydanı'nda yer alan Kışlık Saray'ın içinde yer alan müzeye daha sonra da pek çok ilave bina eklenmiş. Tabi ki ayrı bir yazıda bahsedeceğim Hermitage'dan ama hem Kışlık Saray'ın, hem Bakanlık binalarının, hem de ortasında Alexander Sütunu'nun yer aldığı Saray Meydanı'nın şehirde görülmesi gereken en önemli yer olduğunu belirtmem gerek. 


* Şehrin bir kalesi olmalı, değil mi? İşte gözlerinizin aradığı o kale Peter ve Paul Kalesi oluyor. Şehre ismini de veren Aziz Peter ve Aziz Paul'ün adlarını taşıyan ve kaleye pek de benzemeyen bu kale, şehrin ilk yapısı. Şehrin kurucusu sayılan ve bizim Deli Petro olarak bildiğimiz Çar 1. Petro (ya da Büyük Petro) tarafından 1703 yılında İsveç'ten gelebilecek olası bir saldırıya karşı inşa edilmiş olan bu kaleyle aslında St Petersburg şehrinin de temelleri atılmış. İçinde aynı adlı bir katedral de bulunan kalenin adını aldığı Azizlerle aşağıdaki fotoğrafta tanışabilirsiniz. Şehrin en yüksek noktası da bu Ortodoks Katedrali'nin 122 metrelik çan kulesiymiş. 


İçini gezmediğimiz bu kale hiçbir zaman şehrin savunması için kullanılmamış ama bir zamanlar siyasi hapishane olarak kullanılmış. İsyancıların -yani illa isyan çıkmasına gerek yok canım, Çar'a muhalif olan herkesin- mahkum edildiği hapishanenin VIP konukları arasında Dostoyevsky, Gorki gibi aydınlar ve Çar 1. Petro'nun kendi oğlu Alexei gibi saraydan isimler de bulunuyormuş. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz nehre açılan kapının adı ise Ölüm Kapısı.  Yani bir mahkumun işi o noktaya kadar geldiyse ya doğrudan ya da önce Sibirya'ya sürgüne gönderilerek dolaylı ve daha işkenceli bir yolla ölüme gönderiliyor demekmiş. Yüzyıllardır şehrin en önemli simgelerinden biri olan bu kalenin bir önemi de içinde şu ana kadar tahta çıkan tüm Çar ve Çariçelerin mezarları da yer alıyor olması.

* Sırada St. Isaac Katedrali var. Yapımı  kırk yıl süren ve 1858'de tamamlanan şehrin en büyük Ortodoks kilisesinin girişinde yer alan tek parça, kırmızı granit sütunların her birinin ağırlığı 80 tonmuş. Gerçekten de görkemli bir mimariye sahip olan bu katedralin üst katlarına çıkarak şehre tepeden bakmanız mümkün, aklınızda olsun. Biz sadece önünde St. Isaac hatırası çektirmekle yetindik. ;) 


Katedralin önündeki park alanından sonra karşınıza bir atlı heykeli çıkacak. Bu I. Nicholas'ın heykeli oluyor. Fransız mimar Auguste de Montferrand tarafından yapılmış bu dev heykelin sadece iki destek noktasının olması bir mimarlık mucizesi sayılıyormuş. Atın arkasında yer alan bina ise I. Nicholas'ın kızı Maria'nın kaldığı Mariinsky Sarayı (üstteki kolaj, sağ alt). Ama Maria'nın "babacığım atının poposunu görmekten sıkıldım, ben başka saraya kaçıyorum, baaay!" diyerek zamanında buradan taşındığı da rivayetler arasında. ;)

* Kanlı Kilise olarak bilinen (aslında adı Dökülen Kan üzerinde İsa'nın Dirilişi Kilisesi gibi bir şey olan) o nefis soğan kubbeli Ortodoks Kilisesi'ni sonraki bir yazıda daha detaylı yazacağım. Şimdilik idareten bu fotoğrafı bırakıyorum.


* Mariinsky Tiyatrosu'nu (altta solda, ama fotoğraf benim değil, kendi web sayfasından alınma) görüp de Nevsky Caddesi üzerinde bir tur attınız mı St. Petersburg 101 dersini tamamlamış oluyorsunuz. Nevsky üzerinde Roma'daki St Pietro Bazilikası'ndan esinlenilerek yapılmış, yine çok etkileyici bir yapı olan Kazan Katedrali'ni göreceksiniz. Bol sütunlu bu yapı da 1801-11 yılları arasında inşa edilerek şehrin önemli bir simgesi haline gelmiş. 1812 yılında Napolyon'a karşı büyük bir zafer kazanan Mareşal Kutuzov'un mezarı katedralin içinde, heykeli ise dışında yer alıyor. Rus Devrimi sırasında kapatılan, sonra 1932'de Din ve Ateizm Tarihi Müzesi olarak açılan ve en son yeniden Ortodoks kilisesi olarak işlevini sürdürmeye devam eden bu binanın da üst katlarından şehre bakmak mümkün.

St. Petersburg 101'i biraz daha detaylandırayım derseniz, Yusupov Sarayı'nı ve şu an tadilatta olan Tatar Camii'ni de görebilirsiniz şehir turunuz sırasında. Bu kadarcık mı, demeyin. Bu sadece genel bir bakıştı. Daha Neva Nehri turu var, yazlık saraylar var, Dostoyevsky'nin Evi ve Kanlı Kilise'nin içi var, aklıma gelen gelmeyen  bir sürü şey var. Ama ben artık sizi daha fazla bekletmeden Hermitage'a götüreyim diyorum, ne dersiniz? ;)

Kısacık Bir St. Petersburg Kaçamağı

(Bu ülkede yaşanan baş döndürücü ve korkunç gelişmeler her gün sabahtan akşama haber ve analiz takip ederek başım çatlayarak sızarcasına uyumama neden oluyorsa da ruh sağlığım açısından başka bir şeylerle de uğraşmamın iyi olacağını düşünerek bloguma sığındım yine. Hafta sonu birkaç yazı yazıp, fotoğrafları düzenledim. Biraz iyi de geldi, kafa dağıtmamı sağladı en azından birkaç saatliğine. Yoksa Suruç Katliamı'ndan bu yana kendime gelebilmiş değilim. İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın. Nasıl bir kötülük ve şiddet batağının içinde olduğumuzu ve daha ne kadar derine batacağımızı düşündükçe çıldırıyorum öfkeden, mutsuzluktan, umutsuzluktan. Ülke olarak bu dönemden minimum zararla kurtulabilmeyi, bu şeytani planları yapan ve destekleyen herkesin de şeytanın ta kendisinin tokatını yemelerini diliyorum yürekten.Başka da elden bir şey gelmiyor işte. Seçim sonuçlarına falan da umutlanmamak gerektiğini öğrenmiş olduk kaderimiz olan bu berbat coğrafyada!)

Geçtiğimiz bayramın kısa olması ve bizim de öncesinde deniz tatilimizin ilk kısmını yapmış olmamızdan dolayı bu kez gözümüzü başka rotalara çevirdik. Tatil için üç günlüğüne St. Petersburg'a kaçmaya karar verdik. Madem Temmuz ayının ortalarındayız Beyaz Geceler'i de kıyısından yakalamış oluruz diye düşündük. İyi ki de gitmişiz. Bu dönemde gidilebilecek en güzel yerlerden biri oldu St. Petersburg. Ama üç gün yeterli miydi derseniz koca bir HAYIR diye cevap verebilirim size. Burada görülmesi gereken saraylar, katedraller, müzeler, köprüler ve binalar o kadar çok ki, etraflıca gezmek isteyenler için üç günün hiç yeterli olmadığını söylemeliyim. Bana kalırsa tam tadını çıkarmak için en az beş gün, yok çok fazla derseniz en az dolu dolu dört gününüzü buraya ayırmalısınız. Biz üç gün içinde -insanüstü bir çabayla- yapılabilecek şeylerin önemli bir kısmını yaptık. 



Onlardan bahsetmeden önce tur, program ve otel bilgisi vermek istiyorum. Bayram dönemi olduğu için maliyet açısından hem de Rusya'nın meşhur Kiril alfabesinden korktuğumuzdan dolayı turla gezdik St. Petersburg'u. Gerçi çok da korkmamıza gerek yokmuş, çünkü burası Moskova gibi değilmiş. Metroda ve saraylarda/müzelerde hep İngilizce isimler ve açıklamalar, her yerde audioguide'lar falan mevcut. Yani sıkı bir çalışmayla ve Hermitage ve Saray gezileri için iyi bir rehberli tur ayarlayarak kendiniz de gelebilirsiniz bence buraya.  Biz tur olarak Setur'u seçtik ve genel anlamda turu başarılı bulduk. Önceden ofislerinden ve çağrı merkezlerinden aldığımız hizmetten, tur rehberimiz ve ayarladıkları yerel rehberimiz Palina'dan, merkezi konumda seçtikleri otelimizden, ilgili ve bilgilendirici olmalarından çok memnun kaldık. 

Otelimiz Novotel St. Petersburg Center idi. Yeri St. Petersburg'un restoranlar, kafeler ve alışveriş açısından en canlı caddesi olan Nevsky Caddesi'ne ve metroya iki dakika yürüme mesafesinde, odaları, temizliği ve kahvaltısı harika bir oteldi. Kendi başınıza gidecek olursanız da kesinlikle tavsiye ederim. 

Ama eleştireceğim noktalar var elbet. Turu bir gün daha uzun yaparak Puskin ve Peterhof kasabalarını aynı güne sıkıştırmamaları çok daha iyi olabilirdi en basitinden. Hermitage'ı da isteyenlerle daha uzun gezme planı eklenmeliydi. Müzenin içinde iki saat aslında hiçbir şey demek çünkü. Uzun gezmek istemeyenlere bir rehber dışarı kadar eşlik edebilir, diğer rehberse kalmak isteyenlerle daha uzun bir sanat turu yapabilirdi. Sonuçta saat 23.00'e kadar gökyüzü aydınlık olduğuna göre koşarak Neva Nehri turu yapmamıza gerek yok, öyle değil mi? Ayrıca ekstra olarak isteyenleri gece 1.30'ta köprülerin açılışını izlemeye de götürebilirlerdi. Ne bileyim işte, ben turizm sektöründeki iyi firmalardan "Götürüp gezdirdik mi? Gezdirdik. E hadi öyleyse dönelim," yaklaşımı görmek istemiyorum. Fark yaratmalarını, gezi kültürü adına misafirlerine bir şeyler katmalarını istiyorum. O yüzden bunlar bana göre eksikliklerdi. Ama dediğim gibi pek çok açıdan da gayet memnun kaldık aldığımız hizmetten. 



Gezdiğim yerleri ayrıca yazmaya başlamadan önce aklıma gelen birkaç not:

* Hırsızı bol bir yerdesiniz. O yüzden pasaportları ve fazladan paranızı otelin kasasında tutmanızda yarar var. 

* Havaalanında para bozdurmayın. Kur berbat. Nevsky Caddesi gibi merkezi yerlerde 24 saat bile açık olan döviz büroları bulunuyor. Her yerde kredi kartı da geçiyor ve güvenle kullanabilirsiniz.

* Kısacık kalıyor olsanız bile yağmur göreceksiniz, kaçış yok! ;) O yüzden bir yağmurluk ya da şemsiye olsun yanınızda. 

* Votkayı keyif için değil kafayı bulmak için içen bir milletle karşı karşıyasınız. Öyle votka-portakal ya da votkalı kokteyller falan beklemeyin. Kokusu bile sarhoş edebilecek kadar sert, sek votka gelecek önünüze, hazır olun!



* Metro kullanın. Duraklar ve haritalar Latin alfabesiyle de yazıldığı için kullanması çok kolay. 31 rubleye (yani yaklaşık 1,5 TL) alacağınız tek jetonla istediğiniz kadar durak değiştirerek gideceğiniz yere gidebilirsiniz. Üstelik trafik çekmeden. Çünkü trafik gerçekten İstanbul'u aratmıyor! Ayrıca gerçek Rus halkını ve dünyanın en derin metrolarından birini görmek için bile metroya binmeye değer bence. Admiralteyskaya durağı 86 metre ile en derine inilen durak. Yürüyen merdivenlerde inerken de çıkarken de soldan hızlı gitmeyi tercih eden aktif, dinamik, heyecanlı insanlara rastlanmıyor buralarda. Herkes paşa paşa sağa çekip bekliyor. :P


* Dünyanın 6. en pahalı şehrindesiniz, unutmayın. İstanbul 12. imiş, öyle düşünün. Ama "eyvah eyvah, her şey iki katı, n'apacağım ben" diye düşünmeyin. Her bütçeye göre yeme-içme-alışveriş olanağı var. Sadece Ruslarda da biraz görgüsüzce gösteriş düşkünlüğü olduğu için lüks tüketim ve eğlence alternatiflerinin de bol olduğunu bilin. Yani limuzin kiralayıp, şampanya ve havyarla da gezinebilirsiniz sokaklarda; metrodan inip şarap eşliğinde güzel bir yemek de yiyebilirsiniz İstanbul'daki gibi fiyatlarla. Ya da oradaki lüks restoranlarla buradaki lüks restoranları kıyasladığınızda aradaki farkı çarpıcı bir şekilde görebilirsiniz belki. Ama demek istediğim burada para savurmadan da yiyip, içip, eğlenebileceğiniz seçenekler çok fazla. 


Başlangıç olarak bu kadarı yeterli bence. Yazılar sırasında aklıma geldikçe eklemeler yaparım. Artık ara sıcaklara geçebiliriz, ne dersiniz? ;)

Hamama Girip Terlemeyelim mi Yani? ;)

Bahsetmezsem olmaz bir şımarma deneyimi var sırada: Tarihi Cağaloğlu Hamamı'nda kese-köpük-gazoz deneyimi. ;) Hem de bu kez güneşe çıkmadan önce gitmeyi becerebildim. Üstelik Dilaracım'la birlikte hamam taslarından üstümüze sular dökünerek beklerken ve gazozlarımızı içerken Kaş sohbetleri yaparak geçirdiğimiz keyifli bir bakım günü ayarladık tatil öncesi. Cıscıbıldak fotoğraflarımızı bekliyorsanız, üzgünüm sizi bundan mahrum bırakacağım. Ama en azından "aşk yuvamız" konseptli soyunma odamızı göstermemde bir sakınca yok bence. Kıh kıh..;) 


İlk kez tarihi ve geleneksel bir hamama gittiğim için bana her şey yeni ve değişikti doğrusu. Hamam olayı da beni hep huylandırır aslında hijyen bakımından. Tıpkı havuz gibi. Ama gerçekten de soyunma odalarından havlulara, tek kullanımlık ve sonrasında size hediye edilen keselerden peştemallere, hamamın içinin temizliğine kadar her şey çok içimize sindi. Hafta arası erken bir saat olduğu için en boş hallerinden birini de yakalamış olduk hamamın. Belki de ondan bu kadar pırıl pırıl görünmüştür gözüme. Doğal olarak giriş dışında birçok yerde fotoğraf çekilemiyor, ama merak edenler gitmeden önce web sayfasındaki galeriden hamamın içine ait fotoğrafları görebilirler. 


Bir de fırsat sitelerini takip etmeyi unutmayın derim. Buralardan normal fiyatının yarısından bile daha uygun fiyatlara bakım paketleri almanız çok mümkün. Biz bundan sonra en azından yılda iki kez (biri güneşe çıkmadan önce, biri de kışın olmak üzere) hamam sefası yapalım diyoruz. Bir seferinde de şöyle sarmalı, dolmalı, göbek atan teyzelerle dolu bir gelin hamamına denk gelsek pek şükela olabilir mi ki? :P Ya da boş vereyim gelin hamamını falan, kafamız kaldırmaz o curcunayı. Biz sakin sakin gider, muhabbetimizi eder, kesemizi olur, köpükler içinde masajımızı yaptırır, gazozumuzu içer döneriz paşa paşa. 

Giderken unutulmayacaklar:

* Takunya veriliyor ve pek de tatlı görünüyorlar ama yine de kendi terliğinizi götürün derim.

* Vücut köpük köpük yıkanıyor ve o mis gibi sabun kokusunun hastasıyımdır. Ama kendi şampuanınızı götürün tabi ki. Tarak, fırça, şekillendirici köpük, vs de unutmayın. 

* Gitmeden önce saçınıza bakım yağı da sürebilirsiniz, aklınızda olsun. Ben Marakeş'ten aldığım argan yağımı sürüp gittim. Evde beklediğinizden daha çok ve daha sıcak ortamda beklediğiniz için saçlara daha iyi işliyor. 

* Sıcakta beklerken buz gibi meyve dilimleri atıştırmak fena fikir değil. Belki ısı korumalı bir kapta meyve ve su götürebilirsiniz. 

* Peştemal, havlu veriliyor ve temiz ve ben götürmedim. Ama siz bilirsiniz tabi. 

* Bikininizin en azından altını unutmayın, üstü unutsanız da sorun değil! ;)

* Çıkışta sürmek için yüz ve vücut nemlendiricisi götürmek iyi fikir. 

Daha ne olsun? Sonra da uzanın ve keyfini çıkarın bu şımarık günün. Ha isterseniz biraz da "yahu hamam kültürü olan 'ceddimizin' torunlarına ne oldu da tekelerle yarışır hale geldiler" diye kafa yorabilirsiniz gazozunuzu yudumlarken. ;)






İki Harika Kitap

Kaş tatili sırasında okuduğum ve dönünce bitirdiğim Thomas Mann'ın Buddenbrooklar - Bir Ailenin Çöküşü adlı klasik romanına tek kelimeyle bayıldım diyebilirim. Yazarın 25 yaşında kaleme aldığı ilk romanı olan yaklaşık 850 sayfalık Buddenbrook ailesinin hikayesi sizi öyle bir içine alıyor ki 1800lü yılların Kuzey Almanya'sının burjuva yaşamında buluyorsunuz kendinizi. Bu ailenin üç neslinin ve aile şirketinin adeta yükselme ve çöküş döneminin hikayesi olarak anlatılan roman, aileyle birlikte aynı zamanda burjuvazi sisteminin de yükseliş ve çöküş dönemini anlatır nitelikte. Bu anlamda dönemle ilgili de fikir vermesine rağmen aslen aileye odaklanıyor ama. 

Mann, her karakteri o kadar iyi anlatmış ki resmen akrabam gibi oldular Buddenbrooklar. Christian ve Hanno'yu çok sevdim, ama çok da üzüldüm o kalıplar içinde olmak zorunda oldukları için. Tony ve Thomas da bana çok uzak karakterler olsalar da bir türlü kızamadım ikisine de, içinde bulundukları kalıbın hakkını vermenin yapılacak en doğru şey olduğunu düşünmeye programlanmış oldukları için. Gerda'nın soğuk nevaleliğine sinir olsam da en istediği hayatı yaşayabilen o olduğu için pek imrendim kendisine. Gotthold amca karakteri ve evde kalmış üç kızını adeta capcanlı karşımda gördüm. Dönem ve aile hikayelerini severim. Thoman Mann'a  1929 yılında Nobel  kazandıran bu romanı da çok sevdim. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Ben de İdefix'ten sipariş edilecekler listesine iki ciltlik Büyülü Dağ'ı şimdiden ekledim bile. 


Bu arada İsocum'la yan yana şezlonglarımıza uzanmış, kitaplarımıza gömülmüşken birden kocamın bana dönüp "kalbi kırık, ince ruhlu Hannocuk n'apıyor?" demesi beni şoka sokmadı değil hani! "Aa, sen nereden biliyorsun Hanno'yu falan?" dediğimde "Dadım Alfred'in bana ilk okuttuğu klasiklerdendi Buddenbrooklar. Halası da Antonie değil mi?" cevabını alınca okurken birer birer cenazesini kaldırdığım Buddenbrooklar'dan birinin ruhu kocamın içine girdi herhalde diye iyice tedirgin olsam da durumu çözmek fazla zaman almadı. Kitaplarımız kesişmiş meğer. Elindeki Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabında Buddenbrooklar'ın adını görünce beni sazan misali yakalamak istemiş bizimki. Kıh kıh..;)


Döndükten sonra iki gün içinde bayılarak bitirdiğim ikinci kitap ise Haruki Murakami'nin Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında romanı oldu. Murakami de İmkansızın Şarkısı dışında bilmediğim ve bir an önce tanımaya başlamak istediğim yazarlar arasında yer alıyor. Hastaları olduğunu ve kitapları çıkar çıkmaz alanları bilirim, duyarım, ama nedense ben şimdiye kadar pas geçmişim kendisini. Yavaş yavaş onun da romanlarını sipariş edip bu eksiğimi tamamlayacağım en kısa zamanda. 


İmkansızın Şarkısı ve diğer Uzakdoğu filmlerinden de alışkın olduğum o ağır, şiirsel ve beklenti oluşturan-besleyen-büyüten temponun aynısı bu kitapta da var. Bir giriş-gelişme-sonuç bekleyenler için "ee, n'oldu şimdi?" sorusunu sorabileceğiniz türden bir roman olduğu konusunda da uyarayım. Ama o şiirsel akışa kendini kaptırırsanız ve akışın tadını çıkarmayı severseniz çok keyif alırsınız. Yoksa ben de hâlâ deliler gibi merak ediyorum Şimamoto'nun hikayesini, okudum da rahatladım diyemem hani. :P

Kısaca anlatacak olursam: Hacime ve Şimamoto 12 yaşında birbirleriyle bir sürü şey paylaşabilen ve konuşabilen iki iyi arkadaşlardır. Yıllar içinde ayrı okullar, ayrı semtler falan derken hayatları farklı yönlere doğru ayrılır. Ama her ikisi de birbirleriyle yaşadıkları paylaşımı başka kimsede bulamazlar ve sık sık birbirlerinin aklına gelirler. Yine de Şimamoto evli ve iki çocuklu, 37 yaşındaki Hacime'nin işlettiği barda karşısına çıkana kadar bir kez bile birbirlerini görmemişlerdir. En heyecanlı yerinde bıraktıysam eğer hikayeyi, ben kaçabilirim. Siz de n'apacaksınız artık, mecbur alıp okuyacaksınız. ;)

İyi haftalar.

KAŞ=AŞK 2015 (devam)

Kaş'taki lezzet ve alışveriş duraklarıyla kaldığım yerden devam ediyorum. Kaldığın yer neresiydi, diye soranları şöyle alayım.

Zaika iki senedir duymaktan bıktığımız için en sonunda deneyelim dediğimiz Kaş'ın meşhur ocakbaşı restoranı. Ben biraz koyunun olmadığı yerde keçinin durumuna benzettim Zaika hakkındaki aşırı övgü dolu yorumları. Yani tamam, kötü bir yer değil, ama abartılmış olduğu da kesin. Sonuçta hiç kebap, meze yememiş insanlar değiliz yahu! Belki de her yerde deniz ürünlü meze ve balık yiyen yaz insanları canı kebap çekerek buraya oturunca illa ki beğeniyordur yediğini içtiğini diye düşündüm. Mezeleri güzel, güveçte nar ekşili soğan-sarımsağı ve  kasap sucuğu güzel, beyti kebabı vasat bir yer bana göre. Bir daha gider miyim? İlla gidelim diyen bir grup arkadaşımız falan olursa evet. Ortamı ve yemekleri çok kötü olan yer yok bence Kaş'ta. O yüzden çakılların üstüne atılmış tahta masalarda rakı-kebap yapabileceğiniz bu avluyu da çok sevmeniz mümkün. Sadece kebap beklentinizi Adanalı seviyesinden biraz daha düşük tutun derim. ;)


Kaş'ta her yerde Gezi'yi de görmeniz mümkün. yukarıda ortadaki fotoğraf Zaika'nın tuvaletine giden koridorda çekildi mesela. Başka bir restoranın tuvaletinde "every dictatorship is doomed to fail" yazılı bir tepsiyi dekoratif olarak kullandıklarını, Çınarlar Beach'e inen merdivenlerin gökkuşağı renklerine boyandığını ya da hiç beklemediğiniz bir yerde Ali İsmail Korkmaz'ın güzel gözlerini görebilirsiniz. Kaş sadece güzel değil, bilinçli, hoşgörülü ve duyarlı bir yer de aynı zamanda. Bu anlamda da muadili yok benim için.

* Birkaç kez uğradığımız mekanlardan biri de her zamanki gibi Hideaway'di. Kapanış kokteyli için uğradığımız bu kaş klasiğinin huzurlu bahçesi, çalışanları, kedisi ve kokteyllerinin güzelliği hiç değişmemiş, hâlâ harikulade! Özellikle şeftalili frozen margarita'yı deneyin. Kokteyl beklentisinin yan etkisi olarak sünnet bebesi gibi poz verirseniz korkmayın, içtikten sonra gevşeyip normale dönüyor hem bacaklarınız hem de yüzünüzdeki tedirgin ifade. ;)


* Bahçe Restaurant en sevdiklerimden. Bir akşam da onun nefis mezeleri ve ahtapotunu denemek için uğradık tabi ki. Gerçi İsocum'un modunu düşürüyormuş burası (yerken öyle demiyordu gerçi ama ;) ), ama ben her şeyini çok lezzetli ve sıcacık buluyorum. Gözü kapalı öneririm. Tatlı olarak o kadar değişik ve çıtır bir elmalı baklava getirdiler ki tatlı yemeyeceğim diye başlamış olsam da İso'nun lokmalarını çalacak aşamaya gelerek bu savaştan yenik çıktım.


* Rastgele bir keşif olarak Şako'yu denedik ve kendisine bayıldık. Mezeleri (özellikle levrekli olanlar) ve deniz börülcesi nefis ötesiydi. Ara sıcakları ve tatlı niyetine kedileri de öyle. :) Kaş limanına bakan minik bahçesi çok keyifli. Öneririm.


* Bulutlu ve hatta birkaç saat yağmurlu bir günün öğle yemeği ve üstüne kahve molası için yine klasiklerden Bi Lokma ve yenilerden Dedikodu Cafe'yi seçtik. Bi Lokma her zamanki Bi Lokma işte; bunca yıl sonra oturup anlattıracak değilsiniz herhalde, değil mi? Yaprak sarmasının ve mantısının ve soğuklarının hastasıyız. Dedikodu ise ortamı şirin, tatlıları eh işte bir mekan. Çarşı içinde dolaşırken bir kahve molası için oturabilirsiniz. Tatlı kalorileri için hakkınızı başka yere saklayın derim - mesela patlıcanlı creme brulee'ye.;)


Ay yeter artık, dünyaları yediniz, demeyin. Hepsi sizlere öneriler yapabilmek içindi, sevgili okur. ;)

Alışveriş

Sırada iki alışveriş önerisi var. Kaş'ın Uzun Çarşı'sı zaten güzel butiklerinin sıralandığı en meşhur ve en pahalı yeridir. Ara sokaklarda ıvır zıvır dekoratif eşyalar, peştemaller, yazlık elbiseler ve takılar satan daha uygun fiyatlı yerler vardır. İki kategoriye de girmeyen iki güzel yerden bahsedeceğim sizlere - ve gururla söyleyebilirim ki ikisinden de birer ganimet düşürdüm buradaki evimiz için.

* İlki Atelier Vitray adlı minicik bir dükkan. Dedikodu'nun hemen karşısında Hilal Hanım'ın cam ve ağaç kütüğüne yaptığı nefis boyama ürünlerin satıldığı bir yer burası. Facebook sayfasını yerini öğrenmeniz ve iletişim için verdim, ama asıl dükkana gitmeniz ve Hilal Hanım'ın ne gibi mucizeler yaratabileceğini kendi gözlerinizle görmeniz gerekir. Ben evimiz için sedir ağacına çizilmiş bir nar ağacı yapmasını istedim mesela kendisinden. Ve çıkan sonuca bayıldım. Bize bolluk, bereket ve yarı Kaşlı olma fırsatı getireceğine inandığım nar ağacım şu an duvarda bana bakıyor. Mutlaka uğrayın buraya.

* İkinci önerim ise Kosta Boda olacak. Hideaway Cafe'nin hemen yanındaki vitrinini zaten görmüşsünüzdür. Prag'da da iki mağazası olan ve Eski Şehir'dekinin önünden ayrılamadığımız, hatta birkaç kez uğradığımız bu güzel mağazanın Kaş şubesine uğramak aklımdaydı. Cam ve bronz sanatçılarının birbirinden güzel eserlerinin sergilendiği bu mağazaya bayılacaksınız. Eviniz için "çok özel" bir şeyler almak isterseniz aklınızda olsun. Sadece Mats Jonasson ve Lohe ile tanışmak için bile uğramaya değer bir yer burası da.

Eh, madem yazılar da bitti, artık bir sonraki Kaş tatilini beklemekten başka yapacak bir şey yok. Ama bu sıcaklarda araya üç günlük serin bir kaçamak da sıkıştırılabilir belki, ne dersiniz? ;)

KAŞ=AŞK 2015 (belki de 1. bölümdür kim bilir. ;) )

Kaş=Aşk serisinin 2015 sezonu -ve yine aklımız ve kalbimiz orada kaldığı için belki yine gideriz diye düşündüğümüzden belki de 1. bölümü- için nihayet karşınızdayım sevgili okur. (Serinin diğer yazıları için buraya ve buraya ve İmge Geziyor blogundaki Akdeniz Sahilleri kategorisine göz atabilirsiniz.)

Kaş bizim için mutluluk garantili bir yer. Senelerdir hiç değişmediğini, var olan değişikliklerin de mutlaka çok zevkli, çok leziz, çok sıcak ve güzel değişiklikler olduğunu görmek bizi mest ediyor. (Şahsen bir yerle karşılaştıracak olsam Kaş'ın minik ve zevkli mekanlarıyla, estetik anlayışıyla, leziz restoranlarıyla, elbette nefis deniziyle her gidişimde, her yeriyle beni çok mutlu eden İtalya etkisi yarattığını söyleyebilirim üzerimde. Ama Kaş'ı hiçbir yerle karşılaştırmam, o ayrı.;) ) Umuyorum ileride yarı İstanbullu yarı Kaşlı olacağımız günler de gelecek. Komşularımız bile hazır ayol. ;)

Yine bir Cumartesi gidip, sonraki Pazar günü dönecekken İsocum'un "o haftanın Perşembe-Cuma'sını bir şekilde öne kaydırabilirim, iki gün öne alalım Perşembe'den gidelim, ne dersin?" demesiyle tabi ki havalara uçarak bavulları hazırladık ve 25 Haziran sabahı attık kendimizi Kaş'a ve Narr Otel'e. Küçükçakıl'daki bu otelden çok memnun kaldık. Önceden ayırttığımız denize bakan ve günün her saati nefis manzaralar sunan geniş balkonlu odası (numarası 201, biz yokken kalabilirsiniz ;) ), çalışanlarının ilgisi, temizliği, kahvaltısı ve tabi ki Küçükçakıl'da olması nedeniyle kendisini Kaşlı olana kadar Kaş'taki evimiz ilan ettik sanki. 


Yemesiyle içmesiyle dolu dolu 10 gece 11 gün geçirdiğimiz bu seferki Kaş gezimizi kısa yazabilmek adına notlar halinde maddeler olarak gruplamayı düşünüyorum. Hadi bana kolay gelsin.

Deniz

* İki senedir asla ayrılamadığımız Çınarlar Beach tabi ki. Her ne kadar Derya Beach popülerliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olsa da biz gözümüzün içine bakan, efendi ötesi çalışanları, kalın, yeşil şemsiyeler ve bol ağaç altıyla sunduğu gölge alanı, yemekleri ve sakinliğiyle burayı apayrı seviyoruz. Geçen sefer yarım günlüğüne Derya'ya uğradığımız olmuştu, bu kez Çınarlar'dan hiç ayrılmadık. Bizimle ilgilenen ve güler yüzlerini hiç eksik etmeyen Durmuş Abi ve Muammer'e İstanbul'dan sevgiler!


Kediler, köpekler, kaplumbağalar...

Kaş'ta yaşayan hayvanlar çok şanslılar. Hem mis gibi havası, suyu, hem de onlara gözü gibi bakan ve onları çok seven insanların arasında yaşıyorlar. Bu ülkede böyle yer zor bulunur! Burası o yüzden de tam bir cennet. Her yerin kedisi, köpeği baş rolde. Restoranlarda sandalyenin arkasına oturmak isteyebilir, otelin girişine uzanmış olabilir, barda yanınızdaki taburede oturmuş sütünü içiyor olabilir, terliklerinizin yanından ağır aksak geçiyor olabilir, denizde yanında yüzüyor olabilir (sadece kaplumbağa değil, köpek de. ;) ) ve daha neler neler. Onlar da oradaki hayatın içinde ve her yerindeler. Hele bir de Çınarlar Beach'teki iki aylık üç kardeş vardı ki son güne kadar yanımda İstanbul'a getirme hayalleri kurduysam da İsocum'u ikna edemedim. Instagram'da sarı olanını takip etmiş olanlarınız vardır.

 Ah, bi lokmalık maymunum!

İsocum denizde kaplumbağa peşinde

Yeme-İçme Durakları

* Elbette yeniden yuvaya dönen Üzüm Kızı Meyhane'yi liste başına yerleştiriyorum. Çınarlar Beach'in girişindeki leb-i derya manzarasıyla dönüşü muhteşem olmuş. Ortakları ve çalışanlarının hepsi yine çok ilgili ve hoşsohbetler. Mezeler (midye pilaki alın mutlaka) , ara sıcaklar (ahtapot ızgara favorim her zamanki gibi) ve balık kokoreç yine çok başarılı. Müzikler, üzümlerle süslenmiş ehli keyiflerde sunulan rakılar, Üzüm Kızı deyince akla gelen o Atatürk'ün rakı kadehli fotoğrafı ve önden sunulan Atamızın rakı atıştırmalığı leblebi ve cacık, ağaçlardan sallanan dekoratif balkabakları ile yapılan aydınlatmasıyla ambiyans yaratmak zaten onların işi. E o zaman ne yapacaksınız. Rezervasyon için: 0-532-407 43 97 ya da 0-530-115 48 55'i arayacaksınız. Bir gün yetmezse bizim gibi iki gün gideceksiniz. Cila için başka yere gitmek üzere kalkamazsanız, hesabı ödedikten sonra bizim gibi bir daha hesap açtırıp cila niyetine birer kadeh daha rakı ve helva ile kapanış yapacaksınız. Mecbuur! ;)


* Akşam üstü güneşi batırma birası ritüeli için bu yıl Deja Vu'ya hiç gitmedik desem? Çünkü hemen yanında Ayı kocaman bir bira bahçesi olarak yer açmış bu sene Kaş'ta. Yer harika, bira çeşitleri, kokteyller ve müzikler çok iyi. Ferah bir açık hava mekan, ama biraz fazla mı büyük olmuş Kaş'a ne? Akşam ya da gece defalarca uğradık ama dolu halini hiç göremedik. Sezon da yeni yeni açılıyordu gerçi, Haziran buz gibi geçtiği için her yerde (ben bile iki gün falan denize hiç giremedim, çünkü buz kovasına atlama hissinden pek hoşlanmıyorum hani!). Ama Kaş'ın en dolu günlerinde bile burası nasıl olacak bilemiyorum. Servisle ilgili de birtakım sıkıntıları olduğu belli çünkü. Umarım iyi iş yaparlar, merakla takipteyim.


* Retro Bistro da klasik Kaş duraklarımızdan biri bizim. Yemeklerinin ve tatlılarının hastasıyız; aynı zamanda şef de olan sahiplerine de bayılıyoruz. Et yemekleri ve makarnalar konusunda olaylar. Tiramisu ve patlıcanlı creme brulee'yi de yazmaktan elimde tüy bitti, hâlâ denemediyseniz daha da bir şey yazmam size. ;P İki kez uğradığımız duraklardandı burası da yine. Bu kez denediğimiz farklı lezzetler ise üç gün pişirilen dana yanak, deniz ürünlü makarna ve salty dog adlı greyfurtlu kokteylleri oldu. İki kez de patlıcanlı creme brulee paylaştık tabi, Rafinera affetsin! ;)


Bu arada yazmaktan yoruldum. Ben biraz spora kaçsam, kalanına sonra devam etsem olur mu? Oburluk günahında boğulmuşuz yahu, yaz yaz bitmedi. Arkası yarın diyorum. Çok az şey kaldı aslında ama ne yapalım bu seferlik bu kadar. En azından "sık kullanılanlara eklediğimiz" üç mekan ile açılışı yapmış oldum.;)

Görüşürüz.

DEĞERLİ EŞYALARINIZ ELİNİZİN ALTINDA, EL BAGAJINIZDA OLSUN!

Kredi kartınızı, pasaport, ehliyet ve araç ruhsatı gibi her an ihtiyacınız olabilecek belgelerinizi; nakit paranız, değerli takılarınızı; uçuş sırasında ya da uçuşunuzun hemen ardından ihtiyacınız olabilecek ilaçlarınızı; bilgisayarınız ve cep telefonunuzu; sözleşmeler, tapu, diploma gibi önemli evrak ve belgelerinizi el bagajınızda taşıyın, aklınızı onlarda bırakmayın.


Bir boomads advertorial içeriğidir.