Haftanın Filmleri: The Revenant, The Intern & 45 Years

Evet, sezonun nefis filmlerini hız kesmeden izlemeye devam ediyoruz. İlk olarak merakla beklediğimiz, beklediğimize de değen ve sanırım sonunda Leonardo'ya da Oscar'ı getirecek olan The Revenant, yani Türkçe adıyla Diriliş filminden söz edeyim. Inarritu'nun neredeyse tüm filmlerini izlemiş bir hayranı olarak bu filmine de bayıldım diyebilirim. Çok etkileyici sahneler, çok vahşi kareler barındıran gerçek bir yaşam hikayesinden esinlenilerek çekilmiş güzel bir film. Mutlaka izlemelisiniz. 

Konusu kısaca şöyle: 1800lü yıllarda kürkleri için hayvan avlayan bir  kurumun avcı ve tuzakçılarından Hugh Glass'ın (Leonardo diCaprio) ava giderken avlanması ve sonra intikam odaklı bir hayatta kalma hikayesi anlatılıyor. Hayatta kalmak için mücadele verdiği yerin Yellowstone ormanlarının ortası, mevsimin kara kış olduğunu belirtip bir de Kızılderililer gibi avlanan başka grupların da ormanda kol gezdiğini söylersek hayatın Glass için pek de kolay olmayacağını çok daha iyi anlarsınız. Üstelik bir de ayı saldırısından gazi olarak kurtulmuş halde bu ortamlarda garibim. Siz de onunla birlikte tüm o sıkıntıyı çekiyorsunuz, işte o kadar güzel aktarılmış hikaye. ;) İzleyin, seveceksiniz. 

İkinci olarak önereceğim film ise The Intern, yani Stajyer. Robert de Niro ve Anne Hathaway baş rollerde, ki bu bile izlemek için yeterli bir neden bana göre. Az beklentiyle , çok ön yargıyla izledim gerçi, kesin Robertcığımın emeklilik filmidir ve Amerikan klişeleriyle doludur, diye. Ama yanılmışım. Filmi çok sevdim. Yani elbette "Amerikan işi", ama gözüme batacak kadar değildi bu kez. 

Genç bir kadın girişimci, işkolik bir anne olan Jules'un (Anne Hathaway) şirketine, bir nevi sosyal sorumluluk projesi olarak 65 yaş üstü stajyerler alınmasına karar verilir. Başvuranlardan biri de eşini kaybetmiş, emekli bir erkek olan Ben'dir (Robert de Niro) ve işe alınır. Jules, böylesine yenilikçi ve rahat bir firmadaki işine bile hâlâ takım elbise, kravat, eski tip evrak çantası, ajanda ve hesap makinesi gibi çoktan modası geçmiş bir iş adamı tadında gelen Ben'i önceleri pek sallamaz. Ama zamanla Ben, genç patronunun dikkatini çekebilmeyi ve hatta onunla arkadaşlık edebilmeyi başarır. Yani ne diyoruz o zaman: "Tecrübe asla eskimez." Robert de Niro da asla eskimez. O yüzden bulduğunuz her yerde tadını çıkarın kendisinin. ;)

Son olarak sırada 45 Yıl filmi var. Evliliklerinin 45. yılını büyük bir partiyle kutlayacak olan Kate ve Geoff çiftinin İngiltere kırsalındaki şirin evlerindeyiz. Doğayla baş başa yaşayan güzel yaş almış bir çift, koca bir kütüphanenin olduğu salon, köpekle birlikte sabah yürüyüşleri, akşam bir kadeh şarap eşliğinde yemekler, coşup romantik bir müzikle dans etmeler falan... Kısaca hayalimdeki 75+ yaşam! Film böyle başlamışken "Ay İso, ne güzel.. Darısı başımıza," dediğimde İsocum "Dur bakalım, hemen darısı başımıza deme, bunların bu huzurlu hali pek kalıcı değil sanki," dedi ve film başladı sevgili okur. ;) 

Adamın neredeyse 50 yıl önceki sevgilisinin bir dağ tırmanışı sırasında kaybolan cesedinin buzulların arasından bozulmadan çıkarılmasının ve haberinin bu huzurlu eve ulaşmasının ardından evde uykular kaçmaya başladı haliyle. Çözülmemiş cesetle birlikte bu güne kadar çözülmemiş, hatta gün yüzüne çıkmamış sorunlar ve duygular da ortaya çıkıyor. Tam da 45. yıl partisi yaklaşırken her iki taraf için de büyük travmalar yaşanıyor ve ilişki hırpalanıyor. Charlotte Rampling ve Tom Courtenay'in oyunculukları nefis. Duygusal hesaplaşmaları tiyatro tadında. Durağan, ama güzel bir film bana göre. Ve evet bittiğinde İsocum'a şunu sordum: "Bana bak, yirmi yıl önce bir dağ tırmanışı sırasında kaybolan bir sevgilin falan olmadı, değil mi? Varsa şimdi şöyle, 38 yaşımda bunu kaldırabilirim ama bir yirmi sene sonra asla!"  ;)

İyi seyirler!

Gülümsemeye dair şaşırtıcı gerçekler: Hangi gülümseme ne anlama geliyor?

Vücut dili kullanımının en belirgin özelliklerinden olan gülümsemenin farklı çeşitleri, altında farklı anlamlar barındırıyor. Tıpkı hissederek gülümsemenin ve mutlu olmadığımız halde gülümsemenin karşımızdaki kişiler tarafından hissedilebiliyor olması gibi, nasıl güldüğümüzün de karşımızdaki kişiler tarafından algılanış biçimi farklılıklar gösterebiliyor.

Dudakları kapatarak gülümsemek



Dudaklar kapalı şekilde gülümsemek, gülümsemenin en yaygın olarak kullanılan çeşitlerinden biri. Kolay yapılabiliyor olması, gülümsemek istemediğimiz ancak gülümsememiz gereken durumlarda karşı tarafa kibar ve nazik bir tepki vermeyi daha kolay hale getiriyor. Dudaklar kapalı olarak gülümsemek, çoğunlukla samimi algılanmayan bir gülümseme biçimi. Gerçekten hissederek gülümseyen kişilerden dişlerini göstererek gülümsemelerini bekliyoruz. Her ne kadar orta dereceli bir samimiyet belirtisi olarak algılansa da, karşımızdaki kişinin gülümserken dişlerinin beyazlığına güvenmiyor oluşunun ya da dişlerindeki problemleri gizlemek isteyişinin de dudaklarını sıkı şekilde kapatarak gülümsemeyi tercih etmesinin sebebi olduğunu da aklımızın bir köşesinde bulundurmakta fayda var.

Kendini beğenmiş gülümseme



Kendini beğenmiş ve odağın kendisinde olmasını isteyen insanların çoklukla kullandığı bu gülümseme çeşidinde, dudaklar genelde kapalı ve gülümseme sağa ya da sola çekilmiş olarak bulunuyor. Zaman zaman dudakların aralık olduğu ya da üst dudağın biraz daha kalkık tutulduğu durumlarda da gözlenebiliyor. Dudaklarla birlikte kaşlarda da bir tarafı kaldırmak gülümsemeyi tamamlayıcı olarak kullanılabiliyor.

Kendini beğenmiş şekilde gülümseyen insanların bir çoğu bulunduğu ortamda lider konumunda olmak isteyen ve odak noktası olmak isteyen kişiler. Kalabalık bir ortamda iletişim kurduğunuz kişilere bir süreliğine bu şekilde gülümsemeye devam ettiğinizde sizinle konuşurken çok daha dikkatli ve gergin olduklarını hissedebilirsiniz.

Yarım gülümseme



Kendini beğenmiş gülümsemeye oldukça benzeyen bu gülümseme türü, asimetrik bir görüntü yarattığı ve tam olarak ne yaptığınızın anlaşılmaması nedeniyle en karmaşık ve en farklı tepkiler alabileceğiniz gülümseme çeşidi. Kendine güven, utanma, ilgi, kızgınlık, dominantlık gibi birbirinden çok farklı duyguları yansıtabiliyor.

Ağız açık gülümseme



Ağız açık olarak gülümseme, dişlerin tamamının gösterildiği gülümseme çeşidinden farklı olarak, kahkaha atarken çekilmiş bir fotoğraf görüntüsünü andırır. Bu gülümseme de, şaşırtıcı şekilde çoğunlukla yapay ve samimiyetsiz bir imaj yansıtır. Her ne kadar yapay olsa da, bu şekilde gülümseyen kişiler çoğunlukla umursamaz, ben merkezci ve eğlenceli kişiler olarak tanımlanır. Özellikle fotoğraflarda fotojenik görünmenin en kolay yollarından biri, tüm dişleri göstermek ve ağzınızı olabildiğince açmak. Tabii ki öğle yemeğinde dişinizde maydanoz kalmadığından ve dişlerinizin yeterince beyaz olduğundan emin olduktan sonra:)



Bu içerik http://www.uplifers.com/ tarafından hazırlanmıştır.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

Son İzlediğim Filmler

Sinemada kaçırdığımız Casuslar Köprüsü'yle başlayayım anlatmaya. Steven Spielberg yönetmenliğini yapmış, baş rolünde Tom Hanks oynamış, elbette kaçıracak değildik. Hollywood'a bayılmasak da bayıldığımız bazı isimler var elbet. ;) Filmin konusu da son derece ilgi çekici. Soğuk savaş döneminde Amerika'da tutuklanan bir Rus ajanı olan Abel'ı savunmak üzere idealist ve hümanist bir avukat olan James Donovan (Tom Hanks) görevlendirilir. İşini herkesin beklediği ve istediği gibi göstermelik yapmadan, hakkıyla yapan avukat Donovan'a önceleri sert eleştiri okları ve toplumun nefreti yöneltilse de daha sonra Amerikalı bir savaş pilotunun Rusların eline düşmesiyle birlikte yaşanan müzakere süreci bakışların değişmesine neden olacaktır. Hatta bir Rus ajana karşılık Amerikalı pilotla birlikte bir de Amerikalı öğrenciyi kurtaran avukatımız klasik olarak bir Amerikan filmin aranan Amerikalı süper kahramanı bile olacaktır. E olur artık o kadar, sever Amerikalılar böyle şeyleri der geçeriz. ;)

Rus ajan Abel'ı oynayan Mark Rylance'i o kadar sevdim ki ona bir şey olsa "kahrolsun Amerika!" pankartlarıyla sokağa falan fırlayabilirdim! ;) James Donovan'ın gerçek bir karakter olduğunu ve Küba ile yaşanan Domuzlar Körfezi krizi sonrasında da binin üzerinde savaş mahkumunun ülkesine geri dönmesini sağlayan müzakerelerde de baş rolde olduğunu öğrenince "hımm, gerçek bir süper kahramanmış, helal olsun adama" diye düşündüm. Tom Hanks her zamanki gibi bu dürüst ve idealist avukat rolüne çok iyi gitmiş, Steven Spielberg nefis bir konu seçmiş. Berlin dönem görüntüleri  (Duvar'ın örüldüğü yıl) için de koca bir alkış. Abel'cığımı da boşa sevmemişim, onurlu adammış, Ruslar ve ailesi kucak açtılar kendisine, pek memnun oldum.  Oscarlar öncesi mutlaka izleyin derim, bu film boş dönmez sanki. 

Ancak hep övgüyle bahsedildiğini duyduğum Joy ile ilgili aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Oyuncuların hepsine ayrı ayrı bayılırım, dolayısıyla belki sırf onlar için izleyin diyebilirim. Az değil Jennifer Lawrence, Robert de Niro ve Bradley Cooper var! Hani öyle kendi hallerinde sohbet etseler bile izlerim ben bu üçlüyü. ;) Ama film eh işte. Yani güçlü kadın ve "istersen yaparsın" ve "çalışan kazanır elması kızarır" mesajlarını severim ve bunlar fırsatlar ülkesi Amerika'da sık sık rastlanan göz kamaştırıcı öykülerdir, buraya kadar lafım yok. Ama bunu doğallık ve gerçeklikten kopmadan, klişelere boğmadan yapın kardeşim. Çok mu zor? Yani bırakınız Joy'un öyküsü Cinderella tadında olmasın. Etrafındaki herkes onu köstekliyor, ama o herkesle iyi olmasın. Cinderella bile prensle evlendikten sonra üvey kardeşlerini saraya almaz, bizim Joy maşallah borç harç içinde ama işe yaramaz baba, ana, eski koca, üvey kız kardeş, iki çocuğun yükünü omuzlamış. Yine de yılmıyor, başarıyor. Evden çıkmasıyla birlikte TV'ye çıkması, üretici firmanın fabrikasında mafyatik adamlarla uğraşması, Dallas'ta üretici tehdit etmesi ve sonra yeni girişimleri destekleyecek patroniçeye dönüşmesi bir oluyor. Ya bırak allah aşkına, boğmayın beni bu klişelerle, izleyemiyorum öyle olunca. Doğal gidin. Bin süpürge satsın, borçlarını kapatıp kendi şirketini kursun yeter. Sonra iyi olsun, gözümüz yok da, başlamasıyla 100 km hıza ulaşması arasında saniyeler olmasın, dediğim o. ;) Fazla zamanınız varsa izleyin, izlemezseniz kayıp değil derim. 



Bir seneden uzun süredir evde izlenmeyi bekleyen bir Fransız filminde sıra: Dans la Maison, yani Evde. Şahane bir film bu! Sinema değil de edebiyat adeta. Kitap yazma sürecine tanıklık eder gibiyiz hep birlikte. Yazdığı bir kompozisyon ile Fransızca öğretmeni Germain'ın ilgisini çeken Claude (Ernst Umhauer) adlı esrarengiz, liseli erkek öğrenci "arkası yarın" tadında hikayeler yazmaya devam ederek sınıf arkadaşı Rafa ve ailesinin yaşamından bahseder. Aslında paldır küldür mahrem alana girmesine rağmen hikayeleri o kadar merak uyandırır ki öğretmen Germain (Fabrice Luchini) ve hatta galerici eşi Jeanne (Kristin Scott Thomas) merakla her gün yazmasını beklerler. Bu sırada bu tutkulu süreç yüzünden işlerin çığrından çıktığı da olur ama kimin umurunda, artık Claude'un hikayesi herkesi ele geçirmiştir. Yönetmen François Ozon'un çektiği bu bulmaca gibi filmi mutlaka izleyin. Sonu biraz aceleye gelmiş gibi, n'oldu ya, diye kalakalmamızı sağlamış olsa da gerçekten çok severek izleyeceksiniz.




İyi seyirler!

Garipçe Köyü ve Kıvırcık Ali'nin Yeri

Geçen hafta Cumartesi günü havanın da güzelliğini fırsat bilip kendimizi daha önce görmediğimiz Garipçe Köyü'ne attık. Hem 3. Köprü'yü hem de köyü bitmeden (!) önce biz de bir görelim istedik. Gerçekten bir köy ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Burası derme çatma köy evleriyle, kıyıdaki birkaç küçük balık lokantasıyla, tezgahlarda satılan köye ürünleriyle gerçekten de İstanbul'un yanı başında bir köymüş. 

Kaleden manzarayı ve köprüyü en açık şekilde görebilmek için birkaç dakika tırmandık. Kale dediysem, birkaç sur kalıntısının olduğu bir tepe. Belki de şimdiden belediye çay bahçesi için ayrılmış ya da o çok meşhur dondurmacıya satılmıştır arazisi! Köprünün bitmesine az kalmış. İçimiz daha da bir cız etti bu nedenle. On sene sonra bambaşka, çirkin bir manzara ve çok daha az yeşille karşılaşacağımıza neredeyse eminim. 


Köyün estetikten uzak sokaklarında bir tur attıktan sonra balık yemek için methini çok duyduğumuz Kıvırcık Ali'nin yerine gittik, yani yeni adıyla Qarip Restaurant. Kıvırcık Ali sahibi ve gerçekten çok ilgili, hoş sohbet ve güler yüzlü bir adam. Kıvırcıklığı gençlikte kalmış, bize eski fotoğraflarını gösterdi. ;) Buradaki restoranlar içkisiz bu arada. Ben reiki nedeniyle 21 günlük arınma sürecinde olduğum için o hafta tam bana göreydi, ama normal şartlarda rakısız balık lokantası için "bizimle deyılsin" deriz. ;) Ama hakkını vermem gerek, yediğimiz her şey taptaze ve inanılmaz lezzetliydi. Sarıkanat, tekir (hem de Kıvırcık Ali'nin önerisiyle ızgarasını) ve kalamar ızgara yedik. Önden gelen mısır ekmeği, tulum peyniri ve tereyağ, kuzinede pişirilip masamıza getirilen sıcacık ekmekler ve en sonunda balığın öldüğünü anlaması için bölüştüğümüz ayva tatlısı da olaydı. Ancak fiyatlar öyle uygun falan değil. Arnavutköy'de bu fiyatlara yersiniz diyebilirim hatta. Yine de merak ettiğimiz bir yerdi, ilkbahar ya da yazın kalabalığında değil de kışın nispeten güzel bir arınma gününde denediğimiz iyi oldu. 


Dönüşte de yukarı kıvrılan köy yolu üzerinde yürüyüş yaparken de gördüğümüz Saniye Teyze'nin yerine uğradık. Oğlunun da meydanda tezgahı varmış meğer. Ama yürürken selamlaştığımız bu topluca ve güleç köylü kadının ürünlerinden almak istediğim için meydanı pas geçmiştik biz. Saniye Teyze'yle sohbet ederken bir yandan da arabanın bagajına da doğal tereyağ, mısır ekmeği, tulum peyniri ve köy yumurtası atmayı ihmal etmedik. Kavurma da ister misin kızım dediğinde "yok teyzecim, kilo almayalım" cevabı verince "aman beni görmüyor musun kızım, boşver kiloyu miloyu. Bir de bu halimle ördekleri beslemeye giderken düştüm, bak şuradan yuvarlandım, üçüncü kez aynı yerini incittim ayağımın, doktora falan da gitmedim, biliyorum artık zaten nasıl geçeceğini" diye kıkır kıkır gülerek anlatıyor kadıncağız. Kafamda deli sorular: şişman mı mutludur, köyde yaşam mı mutluluk getirir, yoksa bu kadın da biz İstanbul tiplerini şirinlikle tavlamaya çalışan Lays teyzesi tipi midir, biz neden parmağımız ağrısa doktora gideriz, biz şehirliler niye her şeyin ardında bir neden, bir hikaye, bir kalıp bulmaya çalışırız, bir gün doğal yaşamı turistik bir aktivite olarak değil de gerçekten içselleştirerek yaşayabilecek miyiz, falan filan...

Hadi hepimize iyi haftalar!

Boğaz'da Yürüyüş ve "Herhangi Şeyler"

Cuma günü hava nefis olunca kendime sergi ve yürüyüş temalı bir program yapayım dedim. Bomba patlama ihtimalinin daha az olduğunu düşünerek İstiklal'deki Arter yerine Arnavutköy'deki Galeri Selvin'e uğradım. Güvenli şehrimizde neye niyet neye kısmet oldu biraz ama n'apalım artık. :/ 

Öncesinde kahve (Cup of Joy), sohbet ve yürüyüş, dönüş yolunda ise bu mini galerinin mini sergisi ve Beşiktaş'ta alışveriş ile geçen keyifli bir gün daha yaşadım keyifsiz gündeme rağmen. Bu arada Arnavutköy'de önünden geçtiğim her seferinde hayran hayran izlediğim İstanbul'un "painted ladies"inin de fotoğrafını bir kez daha çekmeden edemedim. ;)
   

Gülgün Başarır'ın Herhangi Şeyler sergisini ise toplam on dakika içinde gezebilirsiniz. Mini demiştim değil mi? ;) Basın bülteninden sergiye dair sanatçının notları ve birkaç resim ise aşağıda:

"Herhangi Şeyler" isimli bu sergimde, birbiri ile ilişkilendirilmiş farklı konuları farklı şekilde ifade etmeyi seçtim. Donalt Kuspit'in "Sanatın Sonu" kitabındaki "Kimi insanlar site adı verilen birbirinin aynısı konutları beğenmediklerini söylüyorlar ama, sanat galerilerindeki birbirinin aynı sıra sıra kutulara hayranlıkla bakıyorlar" sözü farklı konuları seçmemde yol gösterici oldu. Çünkü ben de galerilerdeki birbirinin aynı resimleri artık görmek istemiyorum. Sanat eseri, bir konunun ömrü billah tekrarı ile değil, sanatçının tuval üzerindeki eyleminin tekrarı ile oluşur.

Sanat kendini kendinde saklayan olarak, her zaman gizemini korusa da, sadece konusuyla değil malzemesiyle, resmin beklediği renkle, sanatçının tuval yüzünde bıraktığı izle, insana dokunur. Seçtiğim konular, hem dış gerçekliğin bir ürünüdür hem de kendi öz belleğimin. 
Resimlerin her birinde farklı bir armoni kullanılması, resmin beklediği rengin seçilmesiyle ilişkilidir. Resimde kullanılan monokrom renk, imgenin gücüyle dolar. Bazı resimlerde monokromu bozan kırmızı renk resmin elemanıdır ve farklı imgelere karşılık gelir. Resimlerde, tek büyük bir düzlem ve sonsuz tek renk kitlesi farklı etkilerin, izlenimlerin, farkındalıkların algılanmasının gösergesidir. Yaşanmış ve yaşanmakta olanın göstergesi olan doku tuval bedenini bir kabuk gibi örter, tıpkı bizi örten bastıran sıkan her şey gibi.


Malzemenin olanakları içinde hedefim, çoşkuyla bir duyum bileşiği yaratmaktadır. Ancak o zaman sanat eseri hayatiyet kazanır. Yaratma, elin maharetinin bir göstergesi değil, tam tersi karşılaşmalarla ortaya çıkan, kaygıyla yoğrulan, kendini verişle ifadesini bulan bir süreçtir.

Sergi 14-31 Ocak 2016 tarihleri arasında Galeri Selvinde ziyaret edilebilir.
İyi hafta sonları. 

Kaç Zil Kaldı Örtmenim?

Kayınvalidemin önerisiyle nefis bir kitap okudum geçen hafta. O kadar ki bitmesin diye sürekli bırakıp, araya reiki kitapları falan alıp, elimden bırakma süremi uzatmak istedim. Bambaşka bir hayatın içine girdim. Bu aralar ve onlarca yıldır uzaktan ahkam kestiğimiz ama ülkemizin bir parçası olmasına rağmen oradaki yaşam hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı, "orada bir köy var uzakta"daki köyden bile uzak olan (mesafe olarak değil, anlama kapasitesi olarak uzak) Doğu'nun bir köşesine götürdü kitap beni. Hem de yirmili yaşların ilk yarısında mecburi hizmetini yapmak için giden genç bir kadın öğretmen olarak. Filiz Aygündüz'ün Kaç Zil Kaldı Örtmenim? kitabını okumanızı kesinlikle öneririm. Bambaşka bir gözle, siyaset ya da başka kirli hesaplar olmadan insan gözüyle Silvan'da bir yılını geçiren genç bir İstanbullu öğretmenin hikayesini yaşamak, kendi ülkemizin farklı bir coğrafyasındaki hayatlara dahil olmak için okumalısınız. Birbirimizi tanırsak, anlarsak ancak o zaman empatiden söz edebilir, ancak o zaman "o onun çocuğu, bu bizim çocuğumuz" demeden, içimizden gelerek, insanca "çocuklarımız ölmesin" diyebilir, acılarımızı paylaşabilir, hafifletebiliriz. 

Kitapta karma sınıflar halinde ders alan öğrencilerin bazılarının ilkokulu yarılamış olmalarına rağmen hâlâ dil bilmiyor olmaları, kız öğrencilerin zayıf bir karne sonrasında illa ki okuldan alınmaları, ısınmak için önlüklerini pijamalarının üstüne giyerek okula gelmeleri gibi eğitim sisteminin ve sosyal ve ekonomik düzenimizin aksak yanlarına dikkat çekilirken öğrencilerin öğretmenlerine olan saygı dolu hayranlıklarıyla da aslında kendileriyle ilgilenilmeye ne kadar ihtiyaç duydukları görülüyor. Can güvenliğinin olmaması, bazı şeylerin hiç konuşulmaması, silah seslerinin, tehditlerin ilçenin gündelik yaşamının bir parçası olması, farklı grupların farklı etkileri sayesinde yaşamın nasıl kapalı, boğucu, donuk bir şekilde sürdüğünü görmek ve o iç sıkıntısını hissetmek çok etkileyici. Yine de o donuk yaşamı canlandıracak bir aşk hikayesi bile var bu romanda. Gerçi "aşk için ölmeli, aşk, o zaman aşk" sözleri yazan Batı kafası için ölümden geçtim de kendi konfor alanından çıkarak farklılıkları anlamaya çalışmaya çalışmak bile büyük bir aşama olabilir. Yapılabilir mi, işe yarar mı, okuyup görün bakalım.

Alıntılar..
...Yadırgadığım kendi ülkem, yazık ki; benim hiçbir şeyin farkında olmadan kalkıp doğusuna geldiğim kendi ülkem. O gün için şaşkınlık, bunun adı. On beş yıl sonra bugün, mahcubiyet...
...Samimiyetin sözsüz dili Türkçeden de Kürtçeden de daha anlaşılırdı...
...Ateşin düştüğü evler iki taneyse ve sen sadece birine bakıyorsan, o evlerden birindekini söndürüp diğerini görmezden geliyorsan, yangın söner mi?...
...Acımak ya da şikayet etmek dışında bir dil kurulduğunda mucizeye hazırdı Silvan...
Çok etkilendim ben bu romandan. Kesinlikle öneririm. 
İyi hafta sonları!

Poz

Meğer yine nefis bir İkinci Kat oyunuymuş. Geçen sene görüp de çok feci ihmal etmişim. Bu sene iyi ki kaçırmadım, izledim dediğim oyunlardan biri oldu. Herkese de tavsiye ediyorum ama geçen seneye göre daha az oynuyor galiba. Web sayfasından tarihleri takip edin ve mutlaka izleyin bu güzel oyunu der ve kısaca konuya geçerim. 


"Demokrasi şehidi" olarak anılması planlanan, "saygın" gazeteci Rıdvan Kahraman'ın ölümünün üzerinden biraz zaman geçmişken, eşi Fazilet (Selen Uçer) bir partiden aday olup siyasete atılmak üzereyken Rıdvan'ı tanıyan bir gazeteci (Banu Çiçek Barutçugil) onun hakkında bir belgesel çekmek ister. Evde onu yakından tanıyan üç kadın olacaktır. Biri elbette eşi Fazilet, diğeri neredeyse sağ kolu, asistanı sayılan Azra (Esra Dermancıoğlu) ve üçüncüsü ise üniversitedeki öğrencilerinden biri olan, tezine de yardım ettiği İrem (Gülce Oral).

Rıdvan Kahraman'ın yıllar önce çektiği ödül almış bir fotoğraf karesiyle başlar çekim. Belki de tam da o karenin özüne inilmesiyle her şey birer birer çözülür. Uzak -hani şu bize hep çok uzak olan!- bir köydeki vahşi bir katliam sonrasında köy meydanında ölmüş bir annenin kucağındaki "ölü" çocuğuna sarılan "poz"uyla ödül alan gazetecinin ahlak anlayışı dört kadın tarafından masaya yatırılır. Sırlar ortaya çıktıkça, insanlığın yerlerde süründüğü anlar gelir. Her şeye rağmen gecenin sonunda yeni bir fotoğraf karesi daha vardır elde. Rıdvan Kahraman'ın ödüllü pozuyla açılıp, Fazilet ve İrem'in pozuyla kapanan oyunda gerçeklik-sahtelik ödülleri de seyirci tarafından verilmiş olur.

Oyuncuların hepsi birbirinden başarılı. Selen Uçer'i ilk kez izledim sahnede ve bayıldım. Esra Dermancıoğlu'nun abartıldığını düşünürdüm, yanılmışım, kadın bildiğin o Azra'ydı. "Hitchcock karakteri" diyoruz kendisine artık. ;) Gülce Oral'ı daha önce iki kez sahnede izledim, acayip doğal bir oyunculuğu olduğunu düşündüğüm ve çok beğendiğim genç oyunculardan biri. Yine çok iyiydi. Sami Berat Marçalı yönetmiş, ki şu ana kadar çıkardığı işlere hep bayılmışızdır (bir tek P*rk, eh işte).  

Kısacası bulduğunuz yerde kaçırmayın, izleyin derim.
İyi seyirler, iyi haftalar!

Tespih Ağacının Gölgesinde

Ta TAC yıllarımda ders olarak İngilizcesini okuduğum Bülbülü Öldürmek romanının yazarı Harper Lee, 55 yıl aradan sonra ikinci romanını yazmış diye duyunca direkt attım İdefix sepetine. Daha sonra Bülbülü Öldürmek romanındaki karakterlerin hayatlarında 20 yıl sonrasına gideceğimizi duyunca içimden bir eyvah dedim. Pek harika olmayan hafızamı ve o yıllarda henüz imgelemelerimde bile yer almayan blog notlarımı düşünerek ilk kitapla ilgili kısa bir hatırlatma için nerelere başvursam dedim ve Google ve Ekşi karışımına karar verdim. Fırlama Scout'u, müşfik ve adalet timsali avukat baba Atticus'u, ölen ağabey Jem'i, hala karakterini, yaşadıkları Maycomb kasabasını ve 1930lu yılların ABD'sinde had safhada olan zencilere karşı ırkçılığı özetle hatırladıktan sonra hoop 1950li yıllara geliyoruz. 

Jean Louise (bir zamanların fırlama Scout'u) artık New York'ta tek başına yaşayan ve kendi ayakları üstünde duran, yaşıtlarının pek çoğu gibi kasabada evlenip çoluk çocuğa karışmamış dönemin nadir genç kadınlarından. Ziyaret için geldiği bu Güney kasabasında da yaşamın ve karakterlerin pek de değişmediğini, aynı küçük kasaba kapalılığı, dar görüşlülüğü, dedikoduları ve kalıp yaşamlarının devam ettiğini görüyor. Ancak bu kez onu hayal kırıklığına uğratan iki isim var. İlki ve en önemlisi gözünde adeta Tanrısallaştırdığı babası Atticus, diğeri ise babasının desteğiyle eğitimine devam ederek şimdi onunla birlikte çalışan ve gençliğinden beri genç kadına aşık olan Henry. Bir zamanlar eşitlik ve adalete inanan, insan hakları savunucusu babasının da zencilere karşı bakış açısının değişmiş olabileceğini görmek Jean Louise için büyük bir yıkım oluyor. Hayattaki en büyük inancı, güven duyduğu dayanak noktası en temel yerinden sarsılan genç kadın ve kasabayı temsil eden diğerleri arasındaki ilişki tastamam kopar mı, yoksa bir orta yol bulunur mu? Kendinizi kaptırın, çok da harika olmayan çeviriye çok takılmadan zevk almaya bakın ve okuyun derim. 

Alıntılar...
* "İnsanın doğumu son derece tatsızdır. Pistir, fazlasıyla acılıdır, bazen de tehlikelidir. Ve illa ki kanlıdır. Aynısı uygarlık için de geçerli. Güney, müthiş ıstırap veren son doğum sancılarını çekiyor. Yeni bir şey doğurmak üzere."
* "...(Jean Louise zencilerden bahsediyor) Onların insan olduklarını yadsıyorsun. Onlara umudu yasaklıyorsun. Bu dünyadaki her insan, kafası, kolları ve bacakları olan her birey yüreğinde umutla doğar. Bunu Anayasa'da bulamazsın..."
* "...(Jean Louise ırkçıları Hitler'e benzettiğinde babasının şaşırması üzerine devam ediyor) Daha iyi değilsiniz. Tek fark, insanların bedenlerini değil, ruhlarını öldürüyorsunuz. Onlara şöyle diyorsunuz: 'Bak uslu durun. Terbiyenizi takının. Efendi olur, dediğimizi yaparsanız hayattan bir sürü şey elde edersiniz, yok sözümüzü dinlemezseniz, sizi eli boş bırakırız, dahası şimdiye kadar verdiklerimizi de alırız." (Tanıdık geldi mi?)

* "Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: her ikisi de mantığın bittiği yerde başlar."
Seveceksiniz. Daha da önemlisi ırkçılık ve ötekileştirmenin dinamiklerinin her yerde nasıl da aynı zalimlikte olduğunu görerek, kendi ülkemizden de benzerlikler bulacaksınız.  Bense çoktan kendi ülkemize döndüm bile: elimde Filiz Aygündüz'ün Kaç Zil Kaldı Örtmenim? romanı var. Yepyeni bir dünyaya yolculuk etmeye hazırım. 

Keyifli okumalar dilerim.   

Yılın İlk Filmleri

Yeni yıla karla, iflah olmaz iyimserliğimizle beslediğimiz umutlarla, aldığımız birbirinden güzel gelişim kararlarıyla ve filmlerle girdik. ;) Aldığım kararların en önemlileri reikiye başlamak (dolayısıyla ruhumu önce arındırıp sonra beslemek), motosiklet öğrenmek, Kaş'ta daha çok zaman geçirmek, Kuzey Işıkları'nı görmek ve mümkünse Uzakdoğu'da bir yere giderek açılışı yapmak (Vietnam, Japonya ilk tercihlerim), daha fazla kültür-sanat-kitap daha az sosyal medya, fiziksel ve ruhsal anlamda kendime iyi bakmak. Bunlar elimde olanlar, yapabileceklerim. Elbette sağlık açısından şansın da yanımda olmasını diliyorum. Halihazırda kendi yarattığımız keyifli hayatımıza devam etmeyi ve bu hayatın tadını çıkarabilecek maddi ve manevi zenginliğe bir ömür boyu sahip olmayı seçiyorum. Hayatımın sağlık, aşk, bolluk ve bereketle dolu olacağını, şükredecek pek çok şeye her geçen gün yenilerinin ekleneceğini biliyorum. Sahip olduğum ve olacağım her şey için şimdiden kocaman bir şükür yolluyorum. Gelelim çoğunlukla eve kapandığımız geçen hafta izlediğimiz filmlere.

  
İlk önerim 3 dvd'den oluşan -yani 6 saatlik- Best of Youth (La Meglio Gioventu) adlı 2003 İtalyan yapımı film olacak.  Bir İtalyan ailesinin 1960'lardan 2000'lere kadar uzanan ve büyük bir doğallıkla işlenen hikayesini severek izleyeceksiniz. Acısıyla tatlısıyla gerçek hayat, gerçek karakterler filmi en etkileyici yapan yönü. Uzunluğu gözünüzü korkutmasın, sıkılmayacak, aksine kendinizi kaptırıp aileden biri olacaksınız. 


İkinci film önerim hastası olduğumuz Woody Allen'ın yazıp yönettiği Irrational Man, yani Mantıksız Adam. Büyük bir varoluşsal boşluğa düşmüş, hayattan keyif alamayan felsefe hocası Abe (Joaquin Phoenix), öğrencilerinden biri olan Jill (Emma Stone) ile birlikte bir restoranda kulak misafiri olduğu sohbet sayesinde hayatında tutunacak yeni bir anlam bulur. Yaşam enerjisini yeniden yerine getiren bu "karanlık" anlama tutkuyla bağlanır ve onu gerçekleştirmek için her şeyi yapar. Biz de onu izlerken kafamızda etik, suç -ve ceza-, hayatın anlamı, söylem-eylem gibi kavramlar üzerinde düşünürken, karamsarlığa boğulduğumuz kendi dünyalarımıza ve büyük çaresizliğimize de dönüp bakmak zorunda kalıyoruz. Hatta bana bir ara "mantıksızlık" gayet güzel bile göründü, yalan söyleyemeyeceğim. ;) Neyse, 80 yaşındaki dehanın bu filmini de izleyin derim kısaca. 


Sırada Deniz Gamze Ergüven'in Cannes'da büyük övgüler alan ve bu sene Oscar ödüllerinde Fransa'yı temsil etmesine karar verilen Mustang filmi var. İsmini Kuzey Amerika'nın uçsuz bucaksız çayırlarında koşturan yabani atlardan alan Mustang'de hikayeleri anlatılan beş kız kardeş de aynı vahşi atlara benzetilmiş. Bedenleri, bellerine kadar gelen saçları, özgür ruhları, dizginlenmesi zor coşkuları, her şeye gülme potansiyeli taşıyan muzip gözleri ve aslında tüm masumiyetleriyle kadın olma yolculuğundaki genç kızlar onlar. Ne yazık ki yaşadıkları coğrafya (Karadeniz'in bir kasabası) itibariyle o özgür ve neşeli enerjilerinin canına okunacağını filmin en başından anlıyoruz! Gerçekten de kızların ışığını söndürecek gelişmeler yaşanırken evleri adeta bir hapishaneye dönüşüyor. Her şey biraz fazla hızlı, mesaj kaygılı, 180 derece zıt kutuplarda yaşandığı için filmin gerçeklik algısında bir sorun olduğunu düşünmekteyim. Ama ne olursa olsun o kızların -dolayısıyla kültürümüz kadınlarının birçoğunun- yaşadığı ruh çürüten dönüşümü etkilenmeden izlemek mümkün değil. Öneririm. 


Ve son olarak kitaplarını okumaya zaman ayırmayı hiç düşünmediğim ama filmini önümde görünce "dur bakalım, şu Christian Grey ne menem bir sapıkmış, öğrenelim" ;) diye alıverdiğim Grinin Elli Tonu var sırada.  Dakota Johnson ve Jamie Dornan'ı karakterlere yakıştırdım. Hikayeyi herkes gibi ben de az çok duymuştum, beklentimin dışında bir şey çıkmadı. Hatta tuhaf zevkleri olduğunu iddia eden, hazırladığı kontrata ve "oyun odası"na bakınca da insanın koşarak kaçası gelen Christian Grey karakterini filmde neredeyse normale yakın buldum. Daha abartı olabilirdi. Ayrıca kitapları bilmediğim için cahilliğimi bağışlayın ama "bu adamın neden bu hale geldiğini anlayabiliyor muyuz hikayenin devamında?" Yani sanki normalleşmek istiyorum der gibi melül melül bakan zoraki tuhaf biri var gibi karşımızda. Son olarak bir de Anastasia'ya seslenmek itiyorum: "öyle hüngür hüngür ağlayıp, her şey bitti triplerine girecek bir şey görmedin, şekerim. Abartma! Adam o boy boy kırbaçları, kelepçeleri dekorasyon amaçlı almadı herhalde. Biliyordun başına gelecekleri, toparlan hadi, hazırlan yeni maceralara, kıh kıh.." ;) İşte izleseniz de izlemeseniz de olacak filmlerden. Merak edip aldım, pişman değilim, ama karar sizin.

İyi haftalar ve cümleten iyi yıllar diliyorum hepimize.
Başladık bakalım, hayırlı uğurlu olsun! ;)

Çamaşır Yıkamanın Keyifli Hali

Ev işleri arasında her hanımın farklı favorileri vardır. Mesela kimi ütü yapmayı sever , bazıları ise yemek yapmayı. Sevdiğiniz işlerin size verdiği keyif ise bambaşkadır ve terapik etkileri vardır. Başka dünyalara gider, hayaller kurar, güzel anları hatırlar, planlar yaparsınız.

Size harika bir haberimiz var. Artık bu keyfi size yaşatan favorileriniz arasına çamaşırı da ekleyebilirsiniz :) Çünkü Rinso bunu mümkün kılıyor.

Rengarenk paketleri ile raflarda dururken bile enerjisini yansıtan Rinso, çamaşır yıkamayı kolay ve eğlenceli bir hale getiriyor. Rinso’nun Kır Bahçesi (Yeşil), Çiçek Bahçesi (Pembe) ve Büyülü Bahçe (Mor) şişeli sıvı deterjanları hem beyaz hem de renklileriniz için tortu bırakmayan bir temizlik vaat ediyor.



Rinso’nun gerçek eğlencesi, yıkama sonrası çamaşır makinenizi açtığınız anda başlıyor. Öyle ki kapağı açtığınız anda tertemiz çamaşırlarınıza eşlik eden muhteşem çiçek kokuları tüm banyoya yayıyor. İşte o an, hissettiğiniz duygular tarif edilmez. Sanki bir anda sevdiğiniz bir melodi çalmaya başlıyor ve o koku sizi alıp bambaşka bir yerlere götürüyor.

Bu kokular o kadar kalıcı ki tertemiz çamaşırlarınızı asarken, kuruturken, ütülerken ve tabii ki giyerken makineyi açtığınız o andaki duygular size kendini hatırlatmaya devam ediyor. Rinso kalıcı bahar kokuları ile çamaşır yıkamayı keyfe dönüştürüyor.

Mutluluk ve keyif zaten anlık değil midir? Mühim olan o anlara hayatınızda yer açmak. İşte Rinso bunu mümkün kılıyor.


Bir boomads advertorial içeriğidir.