Işıl Işıl Karanlık

Aslında bu sergi bitti. Maalesef son günü Cumartesi'ydi ve ben de Cuma günü görebildim. Yine de yazıyorum ki kendime arşiv olsun, Canan'la ilk tanışmamı not etmiş olayım ve bundan sonra Canan adını gördüğümde takip etmeyi unutmayayım diye. ;) Rampa İstanbul'da 15 Ocak-27 Şubat arası devam eden Işıl Işıl Karanlık sergisinden bahsediyorum. 

Aktivist ve feminist bir kadın sanatçı olarak Canan, ataerkil düzeni ve bunun kadın bedeni üzerindeki tahakkümünü sorguluyor işlerinde. Ve fotoğraf, resim, enstalasyon ve video gibi çok çeşitli alanlarda işleri var. Özel bir çeşit kağıt üzerine mürekkep ve altınla yaptığı Hayat Ağacı ve Güve Korkusu çalışmalarını görüyorsunuz aşağıda.


Ya da Büyük Biraderin Gözü: Ankara çalışması gibi tül üzerinde kumaş ve payet işlemeleriyle yaptığı aşağıdaki gibi işleri mevcuttu salonda. 


Deli Kadınlar serisinden Aynalı Kadın adlı polyester döküm heykel ya da Uzak Orman Yakın Şehir serisinden Heybeliada ve Bomonti sokaklarında çekilmiş çıplak fotoğraflarının olduğu çalışmaları ilginçti. 


Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?Julia Kristeva 
(Kara Güneş: Depresyon ve Melankoli)

18 yaş üstü için uygun olan bu sergiyi Mine'yle gezip Canan'ın dünyası hakkında bir fikir sahibi olduktan sonra hazır İsocum'a yakınken iş çıkışı onunla birlikte eve döneriz diye düşünmüştüm ki İsocum da beni bir aperitif molası için davet etmek üzere aradı. ;) Yaşasıın! 


Eve dönmeden önce güzel İstanbul'a karşı birer kadeh bir şeyler içerek şehri seyre daldık. Geceyi fazla uzatamazdık çünkü hafta sonunu Heybeliada'da geçirmeye karar vermiştik. O yüzden ertesi gün erkenden kalkıp vapurla Ada'ya geçip, tüm günü oksijen ve huzur depolamaya uygun bir ruh ve beden halinde olmamız gerekiyordu. Manzaradan ayrılmak zor gelse de bu seferlik bu kadar olsun diyerek döndük evimize. Neyse ki çok daha keyifli bir hafta sonu bizi bekliyordu. ;)

İyi haftalar!

Ipana Perfection ile Gülüşünü Göster

Merhaba Kızlar,

Bembeyaz bir kış geçirdiğimiz şu günlerde dişlerimizin beyazlığından da ödün vermemeliyiz. Bildiğiniz üzere hepimiz gibi ben de dişlerimin beyazlığına ve kusursuzluğuna çok özen gösteriyorum. Çünkü beyaz dişlerimizin sergilendiği özgüveni yüksek bir gülüşün hayatımızda açamayacağı bir kapı yok. Sözü uzatmadan, yeni ürünlere olan ilgimi hepiniz biliyorsunuz. son günlerde marketlerde ve televizyon kanallarında sıklıkla denk geldiğim yeni bir diş beyazlatıcı ürünü denemek ve deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Ipana Perfection isimli bu ürünü hemen reklamlarda gördüm diye almak yerine marka ile ilgili bir ön araştırma yapmak istedim. Öncelikle İpana ismi bir Türk markasını anımsatsa da PG (Procter and Gamble) tarafından üretilen ve Amerika’da Crest adıyla pazarlanan Amerika’nın en yaygın diş macunu markasının sadece isminin değiştirilmiş hali olduğunu öğrendim. Aynı zamanda dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten firmalarmış. Ürün ile ilgili araştırmalarıma devam ederken, İpana’nın Türkiye’de diş hekimleri tarafından en çok kullandığı ve desteklediği marka olduğunu da kulaktan duyma değil gerçek veriler üzerinden gördüm.



Marka ile ilgili tatmin edici araştırmamdan sonra gelelim yeni ürünleri, White Perfection’a. Ürünün vaad ettikleri çok iddalı. İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu olduğunun belirtilmesinin yanında yeni geliştirilen teknolojisi ile diş minesine zarar vermeden 3 günde dış yüzeyindeki lekelerin tamamını temizlediği belirtiliyor. 3 gün gibi kısa bir sürede bu kadar hızlı bir etkinin olabileceğine başta pek imkan vermedim. Ancak markaya yaptığım araştırmadan sonra güvenim oluştuğu için alıp denemek istedim.

Açık konuşmak gerekirse ürünü kullanmaya başladıktan sonra çok şaşırdım. Çünkü ürün iddasını fazlasıyla yerine getiriyor. İlk kullanımımdan itibaren dişlerimin üzerinden lekeleri çıkardığını farkettim. Yalnızca bana öyle gelmediğinden emin olmak için aileme de sordum, onlar da beni desteklediler ve fark olduğunu söylediler.

Leke çıkarmasının yanında tadı da çok hoşuma gitti. Keskin bir nane ferahlığı veren tadı damağımdan, kokusu ise nefesimden uzun süre gitmedi açıkcası. Diş minesine hiç bir zarar vermemesi ise çok önemli bir özellik.

Ürün benden tam not alınca yan ürünlerinin de faydası olur diye düşündüm ve ağız bakım suyunu da aldım. Bu ürün de beni çok memnun etti. Oral-B  3D White Luxe ismiyle satılan bu ağız bakım suyu, diş macununun etkisini tamamlar seviyede. Bildiğiniz gibi diş fırçası ile her yere ulaşmak mümkün olmuyor, ancak ağız bakım suları diş fırçasının ulaşamadığı noktalara ulaşabiliyor.



Alırken farketmemiştim sonradan ağız suyunu almak için gittiğimde farkettim. İpana markası ürününe fazlasıyla güveniyor olmalı ki memnun kalmamamız halinde paramızın 2 katını iade ediyor. Açıkcası ben çok memnun kaldığım için iade etmeyi düşünmüyorum ancak sadece deneme amaçlı satın almak isteyen arkadaşlar için çok iyi bir uygulama olmuş.

Sonuç olarak güvenilir bir markanın şaşırtıcı derecede etkili bu ürünlerini kullanmaya başladım ve sizlere de tavsiye etmek istedim. Bence mutlaka denenmesi gerekli bir ürün. Bembeyaz gülüşlü günleriniz olsun!

Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!



Ağız bakımı ile ilgili detayları öğrenmek isterseniz www.agizbakimuzmani.com linki inceleyin derim.

#ipanaperfection  #gülüşünügöster

Sevgiler,

İçerik Kaynak: http://www.tugbatunckaya.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=RZ5ymuChrW0


Bir boomads advertorial içeriğidir.

Sevgili Arsız Ölüm & Iron Lady & The Lobster

Ben kaçırmamışımdır okumuşumdur bu kitabı kesin lisede, üniversitede ama hatırlamıyorum, bir daha okuyayım diye aldım ve anladım ki hiç okumamışım, gerçekten kaçırmışım zamanında. Yazıklar olsun bana, bir de kitap kurdu geçiniyorum! Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm adlı artık bir klasik sayılan romanından söz ediyorum. Aslında bir nevi kendi yaşam hikayesinden bir kesit olan bu harika romanı mutlaka okumalısınız. Çok çocuklu bir köylü ailenin öyküsü olarak başlıyor, daha sonra çocukların biraz büyümesiyle birlikte büyük şehre taşınmaları ve şehirde tutunma hikayeleriyle devam ediyor. 

Köyde tulumbayla konuşan, "ağabeyim kadına gidiyorsa ben niye erkeğe gitmiyorum" diye cesur sorular soran (tabi üstüne postalarca dayağını da yiyen), bir göz odanın içinde masasının başına oturup sayfalarca şiir yazan, evin en küçük kızı Dirmit'te yazarın kendisini göreceksiniz. Elbette sürekli baskı altında tutulmaya çalışan bir kız çocuğu olarak ailesine ve topluma karşı elinden geldiğince direnişini de. Ya da kaçışını, yok sayışını mı demeliyim, bilemedim. Bildiğim tek bir şey var, o da bu toplumun büyük bir çoğunluğunda özellikle kız çocuklarının ruhunu köreltmek, yaşam enerjilerini ve yaratıcılıklarını yok etmek için inanılmaz bir çaba var ve çok yazık oluyor o ortaya çıkamadan yok olup giden potansiyele. Nefis bir roman, okuyun mutlaka. 

"İyi ki izledim, ama sever misiniz bilmem, korkudan öneremiyorum" notu verdiğim iki film var sırada. ;) Şöyle ki, bir aşk hikayesi olarak izleyeceğiniz The Lobster aşka o kadar değişik, absürt ve sarsıcı bir yerden bakıyor ki yönetmen Yorgos Lanthimos'un yazarken ne kullandığını merak ediyorsunuz. Kolay ulaşılabilir bir kafa değil çünkü ve çok zekice dokundurmalar var filmde. Kısaca anlatacak olursam, filmde yalnızlığın yasak olduğu bir dünya var. Bir otelde toplanan yalnızlar ve çiftler var. Yalnızların çiftlerin dünyasına girmek için mutlaka kendileriyle yüzde yüz uyumlu bir eş bulup birlikte yaşamayı başarmaları gerekiyor. Belli bir süre bunu başaramayanlar bir hayvana dönüşecekler. Ayrıca otelde kalacakları süreyi uzatmak için otelin dışındaki ormanda hayvana dönüşmeden kaçarak yaşamayı sürdüren yalnızları yakalamak için çıkılan av günleri de mevcut bu dünyada. Çok değişik, çok etkileyici bir bakış açısıyla aslında günümüzdeki kalıplar içinde yaşanan ilişkilere ve yalnızların üstüne vahşice gidilme durumuna dikkat çekmiş yönetmen. Ben sevdim doğrusu. 

Iron Lady, yani Demir Leydi ise tabi ki Meryl Streep'in canlandırdığı Margaret Thatcher'ın hikayesi. Erkek egemen dünyada yaklaşık 12 yıl İngiltere başbakanı olarak görev yapan muhafazakar kanadın kadın lideri Margaret Thatcher'ın güç odaklı, sert ve tavizsiz bakış açısı ve uygulamaları anlatılıyor. Ancak kendisini yaşamının son yıllarındaki haliyle ve sürekli hafızasında beliren kocasıyla ilgili görüntülerle baş etmeye çalışan yaşlı bir kadın olarak gördüğümüz için hakkıyla gıcık olamıyoruz. Bir de tabi Meryl Streep oynadığı için gıcık olamıyoruz sanırım, çünkü kadın yine mucizeler yaratmış Thatcher'ın hem seksenli yaşlarını hem başbakan olduğu yıllarını canlandırarak. Sık karşılaştığımız sağcı, muhafazakar parti lideri örnekleri gibi Thatcher da işçi ve emekçinin düşmanı, uzlaşma yoksunu, savaş sever (ama en azından kendi politikaları yüzünden şehit düşen askerlerin ailelerine el yazısıyla mektuplar yazacak kadar da duyarlı! Artık kadın olmasının mı İngiliz olmasının mı farkı bilemem), sermaye sever, sosyal devleti yok sayan ve yok eden bir lider olmuş. Eylemlerde polislerinin müdahaleleri, protesto gösterileri, o dönem Londra'daki bombalamalar, Falkland Adaları için verilen yüzlerce şehit falan gibi örnekleri görünce ve bunların yaklaşık 30 yıl öncenin İngiltere'sinde yaşandığını görünce kendi ülkemizle ilgili çok fazla bir şey beklememeye karar verdim. Bizim daha temizinden bir 200 yılımız falan vardır herhalde! 

Gerçi bugün mutluyuz, umutluyuz yine. En azından Can Dündar ve Erdem Gül özgürlüklerine kavuştular haksız yere cezaevinde kaldıkları 92 günün ardından. Yine de tam sevinememe ve ardından hep başka bir şey bekleme gibi bir ruh hali oluştu bende ya neyse. 

İyi seyirler, iyi hafta sonları herkese. 

Ressam Sabiha Rüştü Bozcalı

Nasıl hayran olunası bir kadın! Ne modern, ne yaratıcı, döneminin ne kadar önünde. Hayran olmamak elde değil. Ressam Sabiha Rüştü Bozcalı sergisi Salt Galata'da devam ediyor. Bu ay sonu sona erecekti ama tarihi bir hafta daha uzatıldı, haberiniz olsun. O yüzden 6 Mart'a kadar ne yapıp edip görün bu harika kadının yaptıklarını ve yaşam öyküsünü. 


Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e geçiş döneminde yetişen ressam ve Türkiye'nin ilk kadın illüstratörlerinden olan Sabiha Rüştü Bozcalı'nın yaşamına (1904-1998) odaklanan sergide sanatçının çeşitli desen, resim, fotoğraf, günlük, mektup ve kartpostalları ile katkıda bulunduğu yayınlar yer alıyor. O zaman önce reklam ve afişler için yaptığı çizimlerden başlayayım.


Annesinin teşvikiyle beş yaşında resme başlayan sanatçı, 15 yaşından itibaren farklı dönemlerde Berlin, Münih, Paris ve Roma’da; Lovis Corinth, Moritz Heymann, Karl Caspar, Paul Signac ve Giorgio de Chirico gibi dönemin tanınmış ressamlarının atölyelerinde çalışmış. 1928-1929 yıllarında, İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nde Namık İsmail’in atölyesine devam etmiş. Neo-Empresyonist ressam Paul Signac’ın “kabiliyetli, resim sanatının gerektirdiği hassasiyete sahip ve kendini tamamen bu mesleğin zorlu çalışmasına adayan biri” olarak tanımladığı Bozcalı, manzara ve natürmortlar yapmış ama özellikle portreleriyle dikkati çekmiş bir isim. 1932'de hakkında çıkan bir haber ve kara kalem nü çalışması var aşağıda. 


Bunlar ise suluboya çalışmalarından birkaç örnek. Ne kadar güzeller değil mi?


Aşağıda Beyoğlu Mis Sokak'taki Efi Apartmanı'nda bulunan dairelerine taşındıkları dönemlerde tuttuğu günlükten notlar var. Ve apartmanın olduğu sokağın çizimi. Arabalar, eski binalar ve balkonlar nasıl da Avrupa şehirlerini andırıyormuş o dönem. Sene 1941 bu arada. Yanlış dönemlerde doğmuşuz, kesin bilgi!


Bir tarafta Vatikan'ın resim galerisindeki Raffaello'nun Transfiguration eserini kopya etmiş, diğer tarafta Yassıada duruşmalarını izlerken çizim yapmış bir kadın Sabiha Rüştü Bozcalı.


Ve 1887 doğumlu annesi Handan Hanım'ın giyimi kuşamına, kızına yazdığı mektuplara, posta pullarından yaptığı kolajlara bakınca ister istemez zarafet, asalet, yaratıcılık, açık fikirlilik gibi özelliklerin genetik geçişi olduğunu düşünüyorsunuz. 

  
Salt Galata'daki sergisini gezene kadar hiç tanımadığım, adını bilmediğim bir isimdi Sabiha Rüştü Bozcalı. Ne ayıp, ne büyük kayıpmış. Bu kadar ilham verici bir isimle geç de olsa tanıştığım için çok mutluyum. Siz de kaçırmayın lütfen onunla tanışma fırsatını. Çok etkileneceksiniz bu ışık saçan kadından. 

İyi gezmeler.

Room, The Danish Girl, The Dressmaker, Spotlight

En sevdiğim iki tanesi ile başlayayım. Adı Gizli Dünya olarak Türkçeleştirilen Room'a kelimenin tam anlamıyla bayıldım. Son zamanlarda en etkilendiğim filmlerden biri oldu. Lenny Abrahamson'ın yönettiği Kanada-İrlanda ortak yapımı filmde baş rolde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülüne aday olan Brie Larson var. Gerçekten çok da iyi iş çıkarmış ama bence en az onun kadar iyi olan diğer isim de çocuk oyuncu Jacob Tremblay olmuş. Çok çok çok etkileyici bir film, mutlaka izleyin.  

(Dikkat! Konuyu anlatıyorum.) Filmde hayatları bir odada ve pek de harika koşullarda geçmeyen bir anne ve beş yaşındaki çocuğunu izliyoruz bir süre. Sonra şoke edici bir şekilde kadının aslında yedi yıl önce trajik bir kaçırılma olayıyla oraya hapsedildiğini, çocuğun orada dünyaya geldiğini, çocuğun dünyayı o oda sandığını ve gerçek dünyada hikayelerinin devam ettiğini bilen kimse olmadığını fark ediyoruz. O kadar sarsıcı ki onu anlamak! Sonrasında çok etkileyici bir kaçış planı. Ve sonrasında hapis dönemi kadar sarsıcı bir gerçek dünyaya uyum süreci bizi bekliyor. Sonuçta dünyayı oda, odanın dışını uzay, TV karakterlerini de dünyadaki diğer yaşayan canlılar olarak bilen, tavan penceresi dışında gün ışığına çıkmamış beş yaşında bir çocuk ve yedi yıldır yaşadığı travmayı ona yansıtmamak için ona hikayeler uydurarak küçük ama sevgi dolu bir dünya kuran, bir yandan da çocuğu kurtuluş umudu olarak görerek yıllarca sabretmiş genç bir kadın var ortada. Harika bir konu, harika bir roman uyarlaması, nefis bir film. Kaçırmayın. 


Danimarkalı Kız da bu aralar çok etkilenerek izlediğim başka bir film oldu. Stephen Hawking'i canlandırdığı The Theory of Everything filmiyle sıkı takibe aldığım favori aktörlerimden Eddie Redmayne yine harika bir oyunculukla karşımızda. Einar ya da asıl kimliği olan Lili rolüyle mucizeler yaratıyor. Keşke Leonardo ile aynı ödüle aday olmasalardı bu yıl. Eşi Gerda rolündeki Alicia Vikander da çok başarılı. Yönetmen Tom Hopper'ı zaten müthiş filmlerden tanıyoruz: The King's Speech ve Sefiller. Yine harika bir konuyla harikalar yaratmış. Tarihte ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını geçirerek bedenini ruhundaki kadın ile uyumlu hale getirmeyi seçen ressam Lili Elbe'nin hikayesi anlatılıyor filmde. Elbette eşi Gerda'nın müthiş desteği ve birbirlerine karşı sevgileri bana Laurence Anyways'i de hatırlattı. Gerçek aşkın cinsiyetten bağımsız bir şekilde kalbin mantığına kulak verilen durumlarda yaşandığını hatırlatan cinsten. İzlenmeli. 

Sırada Düşlerin Terzisi var. Masal tadında bir film. Baş rolünde çok sevdiğim Kate Winslet. Yıllar önce trajik bir olayın baş sorumlusu olarak çocuk yaştayken yaşadığı kasabadan ayrılan Tilly uzun bir aradan sonra doğduğu yere dönmeye karar verir. Artık yetişkin bir genç kadın ve iyi bir terzidir. Aslında geniş vizyonu ve yaratıcılığıyla şimdinin deyimiyle terziden çok moda tasarımcısıdır. Hafif çatlak annesi Molly'nin yanına yerleşir ve zor da olsa kasabaya kendini kabul ettirmek için uğraş verir. Bu sırada insanları düşlerindeki hallerine yaklaştıran giysi  tasarımları da kendisine bir yere kadar yardımcı olur. Ancak sonrasında orada tutunabilir mi, yoksa gemileri yakarak doğduğu topraklara sonsuza kadar veda mı eder, orasını izleyip görün derim. Çok bayıldığım bir film olmasa da keyifle izlenebilir, masal filmlerden işte. Öneririm.


Spotlight içinse konusu kendisinden daha güzel olan filmlerden biri diyebilirim. Bence öylesine güzel konu çok daha etkileyici bir şekilde işlenebilirmiş. Sonuçta yıllar önce üstü örtülmüş bir dava var Katolik Kilisesi'ndeki rahiplerin çocuklara cinsel istismarlarıyla ilgili. Her de araştırdıkça ortaya çıkıyor ki sayılar öyle böyle değil, onlarca rahibin karıştığı, belki yüzlerce çocuğun etkilendiği çok büyük bir skandal. Bu konuyu aydınlatmak üzere yeniden dosyayı açan cesur bir gazeteci ekibi ve Michael Keaton ve Rachel McAdams gibi başarılı oyuncular var.  Ama yani "vay be!" dedirten bir film değil işte bana göre. Yine de izlenebilir. 

İyi haftalar!

Üç Şehir Bir Kahve

Hem kahve hem sergi hem de Nişantaşı meraklılarının ilgisini çekecek bir sergiye götürüyorum şimdi sizi. Üç Şehir Bir Kahve sergisi 27 Şubat'a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde gezilebilir. 


Bu aralar blogda fazla mesai yaptığım için yazısı az, fotoğrafı bol bir yazı olacak bu kez. O yüzden bırakayım fotoğraflar anlatsın serginin neye benzediğini.


Girişte Türk kahvesi de ikram ettikleri için bu güzel sergiyi burnunuzda kahve kokusu ve damağınızda kahvenin tadı eşliğinde gezeceksiniz. Alın size gitmek için güzel bir neden daha. ;) Mesela ben tam da Türk kahvemi içerken Viyana kafelerinden fotoğraflara bakıyormuşum. 


Peki ya Kahire kahvelerinde durum nasılmış, ona da bakalım mı? Kahveyi ilk bulan kişinin Ahmed bin Alavi Ba Cahdab olduğunu söyleniyor. Ve hayatının son yıllarında sadece kahve ile yaşayan bu adamın "Vücudunda bir parça kahve ile ölen insan cehenneme gitmez" dediği söyleniyor. 


Bizden kahve manzaralarına bakınca tanıdık görüntüler yakalayacaksınız. Geleneksel Türk kahvelerimiz ve vapur sefamız dışında üçüncü dalga kahveleri ve modern kafeleri de iyi biliriz biz. MOC ve Karabatak'ı gördünüz değil mi? 


Son olarak bir de tiryaki kahvesini nasıl içermiş ona bakalım. Ooo, tiryakiler biraz huysuz mu oluyorlar ne? Kahve sinir mi yapıyor yoksa? ;)


Bence yediden yetmişe, sanat severlerden "sergi ne ola ki" diyenlere kadar herkesin hoşuna gidecek bir şeyler oluyor Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde. O zaman siz de bu kez #gününkahvesi'ni orada içsenize. ;)

İyi hafta sonları!

İki Kitap, Bir Mini Sergi

Son dönem okuduklarım arasında bir klasik bir de çağdaş dünya edebiyatından bir roman var. Önce klasikten başlayayım; en sevdiğim Dostoyevski'den İnsancıklar. Yazarın 1846'da yazdığı ilk romanı. Dönemin yayımcılarından Nekrasov'un "Yeni Gogol doğdu!" dediği ve eleştirmen Belinsky'ye götürdüğü kitap. Dostoyevski o sırada 23 yaşında. Belinsky'nin kendisiyle alay edeceğini düşünüyor. O ise okuduktan sonra heyecanla, coşkuyla "Siz kendinizi anlıyor musunuz?" diyor genç yazara tekrar tekrar. "Gerçeği keşfetmiş ve bir sanatçı olarak ilan etmişsiniz, size bir yetenek verilmiş, yeteneğinizin değerini bilin ve emin olun, siz büyük bir yazar olacaksınız." Belinsky ne kadar haklıymış ve ne değerli bir eleştirmenmiş. Üzerinden 170 yıl geçmiş kitaba hayran kalıyoruz sonuçta. 

İnsancıklar'da Makar adlı olgun bir adam ve Varvara adında bir genç kızın mektuplaşmalarını okuyoruz.  St. Petersburg'da yoksul insanların dünyasında geçen bu mektuplaşmalar yüreğin en derinlerinden gelen yoğun duygularla yazılmış, çok içten. Çok da iç acıtan yanları var bu kadar yokluk dünyasının tabi. Okumalısınız. 

İkinci önerim ilk romanına da bayıldığım Pascal Mercier'den Sahnede Ölüm. Aslında biz Lizbon'a Gece Treni'ni yazarın ilk romanı sansak da bu ilk romanıymış. Diğeri daha önce yayınlanmış sadece. Ha bu arada biz yazarın adını Pascal Mercier sansak da aslında o romanlarında kullandığı takma adı, gerçek adı ise Peter Bieri. Bu yanlış sanılarımızı savdığımıza göre kitabı anlatmaya başlayabilirim. ;)

Kitabın adını olduğu gibi Türkçeleştirirsek "Piyano Akortçusu" adı ortaya çıkıyormuş. Gerçekten de başarılı bir besteci olma tutkusu -daha doğrusu saplantısı, takıntısı- olan bir piyano akortçusunun adının trajik bir cinayete karışmasıyla birlikte uzun zamandır birbirlerinden kopuk hayatlar sürdüren ikiz çocukları Patrice ve Patricia da bir araya gelirler. Buluşmadan önce de aradan geçen yıllar boyunca yaşadıklarını, daha çok da evden geri dönmeyecek şekilde uzaklaşma nedenlerini birbirlerine yazmaya karar verirler. Defterler dolu yazılanları buluştuklarında birbirlerine vereceklerdir. Ve o defterler öyle aile sırları, öyle psikolojik çözümlemeler, öyle ruhsal altyapılar, öyle geçmiş travmalar barındırır ki hepsinin toplamı size dört dörtlük bir roman sunar. Çok sevdiğim bir yazar, çok sevdiğim iki derin roman. Henüz tanışmadıysanız daha fazla zaman kaybetmeyin derim.
"Bakışlar tuhaf, uçucu şeylerdir; ancak biri onları okursa vardırlar; o zaman da bütün sözcüklerden daha konuşkan, daha keskindirler."
Gelelim sergiye... 

Ne zaman Boğaz'a yürüyüş yapmaya insem, Arnavutköy'deki Galeri Selvin'e uğrarım. Bu minicik galeriden daha önce de mutlaka söz etmişimdir size. Küçük ama ilgi çekici sergilere ev sahipliği yapan bir yer. Gezmesi 15 dakika falan süren bir oda hatta. ;)  Pazartesi uğradım ve bir haftası kalan nefis bir sergi gezdim.





Yunan sanatçı Martin Krastev'in "Çocuklar, Oyunlar, Kent" sergisi 22 Şubat'a kadar devam edecek. Çok güzel yağlıboya tablolar var, adı üstünde en temel motif çocuklar ve oyunlar. Kent ise canım İstanbul'un Galata'sı, tarihi yarımadası, Arnavutköy'ü... Siz de mutlaka uğrayın bir ara derim. 

Galeri Selvin iletişim bilgileri ve diğer detaylar için buraya

Bu aralar çok sergi gezdim. O yüzden sırada yine bir sergi var. Bu kez burnumuzda kahve kokusuyla sergi gezeceğiz. Kahve severler benden ayrılmayın. ;)

Bim Bam Bom Çarpınca Kalp

Adı bile yeter dikkatinizi çekmeye. Arter'de Aralık'ta başlayan ve Şubat sonuna kadar devam edecek olan Sejla Kameric'in Bim Bam Bom Çarpınca Kalp sergisini duyduğumdan beri görmek istiyordum ve sonunda geçen hafta Çarşamba günü görmeyi başardım. Bosnalı sanatçının işlerinden seçmelerin bulunduğu sergi gerçekten görmek istediğim kadar varmış.

Sanatçının çalışmalarının tamamında Bosna Savaşı'nın izlerini, o döneme ait deneyimleri ve anıları bulmak mümkün. Örneğin, en çok bilinen yapıtlarından biri olan 2003 tarihli Bosnalı Kız, Kamerić'in kendi portresi üzerine yerleştirdiği bir grafitiden oluşuyor: "DİŞSİZ...? BIYIKLI...? LEŞ GİBİ KOKUYO...? BOSNALI KIZ!" Bu metin, savaş sırasında Bosna-Hersek'te bulunan BM Koruma Gücü'nde görevlendirilmiş Hollandalı bir asker tarafından duvara yazılmış. Sanatçının bir kamusal alan projesi olarak tasarladığı "Bosnalı Kız" afişler ve reklam panoları üzerinde Saraybosna sokaklarında sergilendi. Arter'de de bu işin Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu'nda yer alan bir edisyonu gösteriliyor.(Aşağıda ortada)


Bosnalı Kız'ın hemen solundaki Kırmızı Halı, sanatçının Bosna Halısını Koruma Derneği'ndeki kadınlarla birlikte ikinci el giysilerden dokuduğu bir çalışma. Sağında gördüğünüz koliler Bosna Savaşı (1992-95) sırasında insani yardım olarak gönderilen kolilerin yeniden üretiminden oluşan Care adlı çalışma. Üstündeki kasnaklarda kullanılan beyaz iplikler ise Bosnalı kadınların yas dönemlerinde taktıkları geleneksel baş örtülerinden alınma. 


Üstte solda Haziran Her yerde Haziran (June is June Everywhere) aldlı çalışma var. Sanatçının kendi yatak odasının dış cephesinde, her akşam başını koyduğu yere denk gelen duvarın üzerindeki mermi izlerinin tekrar ve tekrar basıldığı kareler yer alıyor. Hepsi şeffaf dosyala içinde aynı fotoğraf aslında. O kadar etkileyici ki duygusu. Sağda yerde duran şiltelerde dört farklı kişi tarafından tutulmuş savaş günlüklerinden alınma notlar yer alıyor ipek nevresimlerin üstünde. Adı Uyursam İkiye Katlanacak (If I Sleep It Will Be Double). Duvarlardaki bantlı pencerelerin adı ise Kırılgan Ümit Hissi (Fragile Sense of Hope). Camın yüksek bir ses nedeniyle patlamasına engel olmak için böyle bantlanırmış. Ama aslında yanlış bir yöntemmiş, çünkü camlar böyle bantlandığında daha büyük parçalara ayrılarak patlıyor ve insan için daha daha tehlikeli bir halde kırılıyormuş. İçimde ağlama hissi uyandıran çalışmalardı bunlar. 


Son olarak yukarıdaki birkaç çalışmayı da paylaşıp kaçayım. Solda Ballot Box, yani Oy Sandığı var. Ama dikkatli bakarsanız tepesine kazınmış delik aslında bir çizgidien ibaret; yani aslında oy sandığı en başından kapatılmış ve mühürlenmiş! Hemen yanında insanın temel ihtiyaçlarını gösteren Basics adlı çalışma var. Su, yiyecek ve ışık. En temel. Sağda ise sanatçının en çarpıcı işlerinden biri bulunuyor bana göre. Dokuz aylık hamile bedeniyle üzgün palyaço Pierrot makyajı içinde, yanağında bir damla gözyaşı ile poz vermiş Sejla Kameric.  Çalışmanın adı İspanyolca hamile anlamına gelen Embarazada. Aynı zamanda İngilizce "mahcup/utanan" anlamına gelen "embarrassed" kelimesini de çağrıştırıyor. 

Birbirinden etkili diğer çalışmaları da kendiniz görmek için Arter'e uğrayın lütfen. Şubat sonuna kadar zamanınız var. Bu sergi gerçekten kaçmaz. Kaçırmayın.

Yoldan Çıkan Oyun

Haftaya her Pazartesi Zorlu PSM'de sahne alan ve size Pazartesi sendromunu unutturabilecek kadar keyifli bir oyunla başlayayım dedim. Talimhane Tiyatrosu'nun Yoldan Çıkan Oyun adlı komedi oyunu gerçekten çok keyifli. Her şeye kolay gülemeyen ve gamlı baykuş temalı oyunları daha çok seven bir çift olarak biz bu oyuna bayıldık. Çok güldük, çok keyifle izledik. Güzel bir komedi izlemek isteyen herkese öneririz. 


Açıkçası oyuncuları sayesinde bu kadar popüler olduğunu, çok da güzel olmayabileceğini düşünüyordum giderken. Hani Sarp Apak, Bartu Küçükçağlayan ve Öner Erkan'ı bir arada görünce Yalan Dünya kontenjanından ne yapsalar izletirler diye düşünmüştüm. Ah bu önyargıların gözü kör olsun, dostum! 2014 yılında Londra'da West End Duchess Theatre'da gala yapan ve 2015 yılı Oliver Ödülleri'nde "en iyi komedi" ödülünü alan bu oyunu -sanırım- Nisan sonuna kadar her Pazartesi akşamı Zorlu PSM'nin Drama Sahnesi'nde izleyebileceksiniz. Biletler için buraya tık tık

Oyunun kısaca konusu şöyle: öncelikle oyun içinde oyun var! Yani oyunda amatör bir tiyatro grubunun sergilemeye çalıştığı Malikanede Cinayet adlı bir tiyatro oyunu var. İşte yoldan çıkan da tam olarak bu oyun zaten. O kadar ki sahne ışığından dekoruna, rejisinden oyuncusuna kadar oyunda her şey yoldan çıkmış durumda. ;) Tabi oyuncular seyirciye bunu çaktırmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yeri geliyor bambaşka bir Florence'la karşılaşıyoruz mesela... Ya da şamdanları şömine niyetine tutan bir çift el oluyor bazen... Winston'un kendisi olmasa da tasması atlayabiliyor ya da... Asansör bozulursa üst kata tırmanılabilir pekala... Not defteri yerine bardak, anahtarlık yerine kalem kullanmanın nesi var, değil mi? İzleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ve çok güleceksiniz. 

Talimhane Tiyatrosu ve tüm oyunculara kocaman tebrikler. Yukarıda bahsettiğim oyuncular dışında hepsine, ama özellikle de müfettiş rolündeki Gökçen Gökçebağ ve çakma Florence Defne Koldaş'a ayrıca bayıldım bu arada.

Tiyatro, şiir, film, kitap iyi gelir bünyeye; siz bana kulak verin ve onlarsız kalmayın.;)

İyi haftalar!

Tromso'de Balinalar ve Huskyler

Tromso ile ilgili gezinin son yazısında yine baş rolde doğa var. Burası doğasıyla beni aşık eden bir yer oldu ve Norveç fiyortlarını da görme planlarını öne çekme isteği doğurdu içimde. Zaten her zaman gezilerde en etkilendiğim yerlerin uçsuz bucaksız doğayla baş başa olduğum ve doğal yaşamı yerinde gözlemleyebildiğim yerler olduğunu fark ediyorum. Burada da yapabileceğiniz gündüz aktivitelerinin başında balina gözlemlemek var. Genellikle sabah 09.00'da başlayan bu turlar yarım gün sürüyor ve öğleden sonra 14.00-15.00 gibi dönüşe geçiliyor. Ama sağ olsun bizim Kuzey Işıkları için de ilk akşam tercih ettiğimiz Soroya Havcruise son günümüzde iki saatlik kısa bir öğleden sonra turu ayarladı bize ve iki Amerikalı turiste daha. Biz bu esnekliği ve hem gece hem gündüz sundukları pratik program alternatiflerini çok sevdik onların. Ve birlikte hem harika ışıklar hem de harika balinalar gördük. 


Bu gördüğümüz balinalar humpback whale olarak bilinen kambur balinalarmış ve bu mevsimde oralarda ancak onlar görülebilirmiş. Gitmişken birkaç tane katil balina Orca da görmek isterdik ama maalesef onlar çoktan göç etmişler o sulardan. Yaklaşık 15 metre uzunluğunda ve ortalama 35 ton ağırlığa sahip bu dev balıkların suda yüzerkenki zarafetine hayran kalacaksınız. Beni Instagram'dan takip edenler bunu görmüşlerdir ama görmeyenler için bir de burada paylaşayım. Arada bir teknenizin dibinde kocaman bir poflama sesi duyarsanız korkmayın, sevinin. Kendini size göstermek için suyun yüzeyine çıkmış bir balinayla selamlaşabilirsiniz. ;)


Ben illa ki bu güzel insanlarla tanışın ve onlarla birlikte hem gündüz hem de gece turuna çıkın derim. Kaptan Cato ve the Boss, yani Gelli şahane insanlardı. Onlara da bizden selam söyleyin. Kambur balinalara da tabi! ;)

Gelelim diğer bir kış aktivitesi olan Dog Sledding, yani Husky'lerin çektiği kızaklarla turlamaya. Buna ben katılmadım, İsocum gitti. Her gece donacağız zaten bir de gündüz sabahın 9.00'unda donamam dedim. Sadece husky'leri sevmek için çiftlikteki sıcak çadırda bana kahvaltı verirlerse gelirim, dedim. Hatta husky'leri de çadıra yanıma getirseler, olmaz mı, dedim. Olmadı! ;) İsocum gitti, hem de kızak arkadaşı olarak Avusturyalı Catherine'le birlikte pek keyifli bir yarım gün geçirdi. Turu ayarlarken kızakta "bay yanı" istiyoruz demeyi unutmuşum, a dostlar!! Kıh kıh. ;)  



Husky turu için Tromso Villmarkssenter'ı seçtik. İsocum transfer, tur, rehberler, öğle molası, verdikleri giysiler, vs gibi her detaydan gayet memnun kaldığını söyledi. Onun yalancısıyım bu kez yani.;) 

Çocukluklarından itibaren çiftler halinde bir arada kalmaya alıştırılan ve kızaklar için de o şekilde terbiye edilen köpeklere çok iyi bakıldığını söylememe gerek yok sanırım. Kızaklara koşulmak onlar için bir eziyet değil, bayıldıkları bir aktivite olanağı. Adeta spor saatleri ve endorfin salgılıyorlar. Haftada bir gün tatil günleriymiş ve o gün yuvalarında bekleyecekleri için acayip mutsuz oluyorlarmış. Açıkçası kızak olsa da olur olmasa da olurdu benim için ama şu güzellikleri sevdikleri bölüme içim gitti diyebilirim. 


Sun & Moon mu?! Ya ben sizi parça pinçik edersem görürsünüz Sun'ı, Moon'u! Bu ne tatlılıktır, çıldıriciiim! ;)

Bu arada husky safari alternatifleri arasında Kuzey Işıkları'nı da görebileceğiniz akşam turları da düzenleniyor. İkisi bir arada diye düşünmeyin derim, çünkü husky'lerle gezintiyi çevreyi görebileceğiniz gündüz saatlerinde yapmanız çok daha mantıklı. Ayrıca Kuzey Işıkları için şehrin çok daha dışındaki tamamen doğal ortamlara gitmek de daha mantıklı. Dolayısıyla bence ikisi bir arada yaparak yarımşar porsiyon tat almayın derim. 

Biz her gece Kuzey Işıkları turu dışında bunları yapabildik. Onun dışında kar motoru, kar ayakkabılarıyla trekking, ice fishing (buzda balık tutma), geyik çiftliği ziyareti ve geyiklerin çektiği kızaklarla gezinti ve benzeri aktivitelere katılmanız mümkün. Gitmeden önce Visit Tromso sayfasındaki aktivitelere göz atmalısınız. Hem programları, hem fiyatları, hem de yer olup olmadığını oradan görebilirsiniz.

Nefis bir gezinin daha sonuna geldiğimiz şu günlerde benim içimde hafiften bahar kıpırdanmaları başladı sanki. Sizin? ;) Keyifli bahar ve yaz hayalleri kurup, sonra da onları gerçekleştirme planları yapacağımız bir hafta sonu olsun o zaman. 

İyi hafta sonları!

İftarlık Gazoz & Carol & Timbuktu

Pazar akşamını sinema günü yapalım diyerek kendimizi İftarlık Gazoz'a attık. İyi ki de atmışız. O ne güzel bir filmmiş öyle, hayran oldum! 1970li yıllarda bir Ege kasabasındayız. Tütün işçileri, gazozcusu, yazlık sineması, toprak ağası, imamı, halk evlerinde toplanan solcu -yani tabi ki anarşik- delikanlıları, kara önlüklü öğrencileri, bigudili huysuz teyzeleri ve daha pek çok karakteriyle bizden numunelerle dolu sımsıcak bir yer. 

Okulların tatile girdiği yaz döneminde kasabanın gazozcusu Cibar Kemal (Cem Yılmaz), başarılı bir öğrenci olan Adem'in (Berat Efe Parlar) yanında çıraklık yapmasını ister. Adem dünden razıdır. Ailesini de ikna eder ve bisikletli gazoz kasasının başına geçer. Bu arada o yıl Ramazan da yaz dönemine denk gelmiştir. Ailesinin aksi yöndeki tüm ısrarlarına rağmen Adem artık büyüdüğünü ve oruç tutabileceğini iddia eder ve o sıcaklarda nefsini sınamaya kalkar. Beceremezse 61 gün kefaret orucu tutması gerektiğini imamdan öğrenmiştir ve 61 koca gün düşüncesi adeta kabusu olmuştur. 

Artık kırıntısı bile kalmamış olabilecek o hoşgörülü ortam, dünya üzerinde sadece bizde örnekleri olabileceğini düşündüğüm sağcı işçiler ( ;) ), insanı Müslümanlıktan soğutmayan bir din adamı ve din anlayışı, bikinili gençlerle piknik tüpüyle gelmiş yaşlı teyzenin hem de Ramazan'da bir arada oturabildiği bir plaj, işçilerin iftar sofralarında onlara gazoz dağıtan ağa oğlu, üniversiteli Hasan, işçilerin tarlada birlikte türkü söyleyerek ekin toplama sahneleri o kadar güzeldi ki. Bunu böyle anlatabilmek yönetmenin işi ne de olsa, Yüksel Aksu'ya helal olsun. Mutlaka görmelisiniz bu güzel filmi. Sonunda bize ait o bitmeyen acılarımızdan birini barındırıp, içimizi parçalasa da izleyin derim. 

Sırada Carol var. Başrollerinde Cate Blanchett ve Rooney Mara oynuyor. Bu kez 1950lerin Amerika'sına gidiyoruz. Varlıklı kocasından boşanmak üzere ve bir kız çocuğu annesi olan Carol (yani Cateciğim), Şükran Günü öncesi kızına oyuncak almak için gittiği mağazada satış elemanı Therese ile karşılaşır. Tesadüfen buluşan o gözlerde farklı bir kıvılcım çakar ve iki kadın birbirlerine aşık olurlar. O dönemlerden bahsediyoruz, sınıfsal da bir farktan bahsediyoruz ve bir de boşanmak üzere olan bir kadından bahsediyoruz. Carol'ın işi oldukça zordur anlayacağınız. Bence Therese için pek bir problem yok gibi, zira insanın içindeki lezbiyeni keşfetmek için karşısına Cate Blanchett gibi bir kadının çıkması bildiğin talih kuşu olabilir hani. ;) 

Neyse, sonuçta iki kadının ağız tadıyla birlikte olabilme mücadelesini izleyeceksiniz filmde. İki kadının da oyunculukları çok iyi bu arada. Rooney Mara'yı ilk kez izledim ama çok başarılı bulduğumu söylemeliyim. Patricia Highsmith yazmış, Todd Haynes yönetmiş, biz de izledik. Bence siz de izleyin, seveceksiniz.  

Son olarak Timbuktu adlı filmden bahsedeceğim. 2015 yılının yabancı dilde en iyi film dalında Oscar adaylarından biri olan bu film ile de Afrika'nın Mali ülkesinin Timbuktu kasabasına gidiyoruz. Radikal Müslüman grupların iktidarı ele geçirdiği bu kasabada şeriat kuralları her geçen gün daha sert bir şekilde uygulanır. Şeytan işi müzik yasaklanır, kadınlar çarşafa ek olarak ellerine eldiven giymek zorundadır, erkeklerin futbol oynaması yasaktır, taşlama cezaları, elleri kolları otomatik silahlarla dolu, ciplerin tepesinde terör estiren sakallı manyaklar düzeni (!) sağlamaktadır. 

Bu ortamda bile kendi hallerinde, sevgi dolu aile ortamlarında yaşayan insanlar bulunmaktadır.  Çöl bedevilerinden olan Kidane, karısı Satima ve kızları Toya onlardan biridir. Hem birbirlerine hem de hayvanlarına çobanlık yapan İssan'a sevgiyle yaklaşırlar. Ancak bir gün İssan hayvanları otlatırken sürüden kaçan bir sığırın balıkçı Amadou'nun ağına takılmasıyla birlikte çölde kurdukları sakin ve huzurlu yaşam alt üst olur. 

Güzel bir filmdi. Çok etkilendiğim bir sahnesi de köyün erkeklerinin topsuz futbol oynadıkları sahneydi. Rose Water'da hapse atılan gazeteci Bahari'nin zihninde çalan Leonard Cohen şarkısıyla dans etmesi türünden bir direnişti bu da zihni körelmişlere karşı. Diğerleri kadar şiddetle öneremeyecek olsam da Afrikalı yönetmen Abderrahmane Sissako'nun bu filmi izlemeye değer.  

İyi seyirler.      

The Art of Banksy

Evet, The Art of Banksy sergisinin Global Karaköy'e geldiğini duyunca çok heyecanlanmıştım. Daha sonra "dünya prömiyeri" olarak lanse edilen serginin Banksy'nin haberinin bile olmadığı ve felsefesine tamamen aykırı bir şaklabanlık halinde sunulduğunu okuyarak daha gitmeden hayal kırıklığına uğramıştım. Bir de giderek hayal kırıklığına uğrayalım dedik ve bu Pazar normal zamandaki 35 TL giriş ücreti yetmezmiş gibi, hafta sonu olduğu için kişi başı 40 TL'ye çıkan giriş ücretini vererek hayal kırıklığının üstüne bir de keriz gibi hissetme duygusunu yoğun bir biçimde yaşadık! "Ah Banksy ah, ne Dali'ler ne Monet'ler geldi buraya da yarı fiyatından daha aza takdir edilip döndüler memleketlerine. Senin gibi protest bir sanatçıyı kapitalizmin maymunu yapanlar utansın, ne diyelim artık!"



Neyse ki, biz öyle yazıda bahsedildiği gibi Hizmetçi Kız ya da Kırmızı Balonlu Kız canlandırmalarıyla karşılaşmadık. Çıkışta dükkandan geçtik elbette ve üzerinde balonlu kız olan anahtarlığı sevmeme rağmen daha fazla alet olmamak için alamadım, ama aklımda kaldı. Neyin hesabını yapıyorsam artık! ;) İki yüzünde aşağıdaki iki çizim olan o anahtarlığı birileri bana alabilir mi? O sayılmaz çünkü. ;)


Savaş karşıtı, tüketim çılgınlığı karşıtı, din sömürüsü karşıtı, işlerine bayıldığım bir gerilla sanatçı olan Banksy'yi siz de seviyorsanız, sergideki işlerinin çoğunu zaten tanıyacaksınız. Kendisi işlerinin sergilenmesine de karşı. Ama menajeri Lazarides'in -gerçi on yıldır falan görüşmüyorlarmış- açtığı ilk izinsiz sergi değil bu. 2014 yılında da sanatçının resmi onayı olmamasına rağmen işlerini toplayarak "izinsiz retrospektif sergisi" açmış.  


Neyse, ben gördüğüme bakarım. Banksy'nin işlerini seviyorum. Ne olursa olsun market arabası avcılarını, Rahibe Teresa'dan öğrendiği o çok önemli dersi, hizmetçi kızın halının altına süpürdüklerini duvarın üstüne yansıtmasını, değişik diyarların duvarlarında karşımıza çıkmasını ve bunu yaparken yetkililere nanik yapmasını ve daha pek çok işini görmek hoşuma gitti. İstanbul'da yaşayan insanlar olarak kandırılmışlık ve kazıklanmışlık hissi bize koymuyor zaten, o yüzden "acımadı kiii" arsızlığında bakabildik duruma. Siz de o ruh halindeyseniz, gidin görün derim. 

İyi gezmeler. 


Kuzey Işıkları

Tromso'de kaldığımız üç gün boyunca her gece Kuzey Işıkları'nı görmek için çıktık. İlk gün tekneyle açıldık. Sonradan fark ettik ki, Soroya Havfiske Cruise ile çıktığımız 28.01.2016 gecesi henüz acemi olduğumuz için gördüğümüz güzelliğin kıymetini bilememişiz. Biz Instagram ya da Google görsellerdeki gibi capcanlı yeşillerle, morlarla karşılaşmayı, ışıkların gökyüzünde saatlerce dans edeceğini falan bekliyorduk. Meğer o iş öyle değilmiş, sevgili dostlar. Saatlerce gökyüzüne bakıyormuşsun, arada bir yeşillik belirip, bir iki dakika içinde yok oluyormuş. Sonra başka bir yerde belli belirsiz bir ışık görünüp gidiyormuş. Bazısı yeşil bile değilmiş, beyaz bir sis gibi belirenler oluyormuş. Ancak Kuzey Işıkları ayarıyla çekilen fotoğraflarda o solgun ışıklar capcanlı yeşiller olarak karşınıza çıkıyormuş! Bu arada her turda profesyonel makine kullananlar için shutter speed, İSO, vs ayarlarının ne olması gerektiğini anlatıyorlar ve pek çok turda da size o gecenin fotoğraflarını gönderiyorlar. O yüzden benim gibi fotoğraf çekmekle falan uğraşmayıp, sadece gecenin tadını çıkarmaya odaklanabilirsiniz. 

İlk akşamımızda kısacık görünen bu görüntüler bizi biraz hayal kırıklığına uğratır gibi oldu haliyle. Dönüşe geçerken tekne hareket ettiği için artık içeride oturup ısınmaya karar verdik. Tam şehre yaklaşırken tekneyi işleten kadın "belki dışarı gelmek istersiniz, bir hareketlenme başlıyor" deyince hepimiz güverteye fırladık. Ve o gecenin kapanışında öyle canlı, öyle hareketli, öyle etkileyici bir ışık oyunu gördük ki ağzımız açık kaldı. Demek aktif anını görmek böyle oluyormuş diye düşündük. Yaklaşık beş dakika süren nefis gökyüzü şovunda renkler o kadar canlıydı ki benim makinemin otomatik ayarında bile yakalayabildim ışıkları. Çok şanslıydık o akşam. Ama diğer akşamlarda çok daha uzaklara, daha ışıksız doğaya ve apaçık gökyüzüne gideceğimiz için çok daha iyilerini illa ki görürüz diye düşünüyorduk. Meğer o işler öyle olmuyormuş. ;)


İkinci gün Arctic Holidays ile keşfe çıktık. Hatta üçüncü gün için onları ayarlamıştık gitmeden ama birlikte bir günün gayet yeterli olduğunu düşündük. En pahalı alternatiflerden biri olduğu için en özel ve konforlu turlardan da biri olacağını düşünmüştüm ayarlarken. En fazla sekiz kişi olacak, sıcak tutan termal tulumlar, eldivenler ve botlar verilecek ve kamp alanında ışıkları izleyeceğiz. Baktık gökyüzü bulunduğumuz yerde kapalı, o zaman Finlandiya'ya kadar yolu var bu işin, illa i o ışıkları bulacağız. Bunlar bize vaat edilenlerdi. Vaat ettiklerini de verdiler. Sadece ben kamp alanını ve kamp ateşini farklı hayal etmişim. ;) Hani en azından arada bir içeri girip ısınabileceğimiz bir kulübenin, tuvaletlerin olduğu bir yerde oluruz diye düşünmüştüm. Meğer yoga matını yere atıp oturduğumuz yer kamp alanımızmış! Ve dağların arasında, gece ayazında saatlerce yerde oturmak kamp yapmakmış. Yo dostum yo! Hayalimdeki geceyle pek örtüşmüyor bu sanki. 

Rehberimiz Richard çok ilgili olsa da, fotoğraflarımızı çekse de, bize sıcak çikolatalar, sıcak su döküp karıştırılarak hazırlanan kamp yemeği hazırlasa da bu turun macera dozu beklentimin bir tık üzerinde oldu. Üstelik 29.01.206 gecesi, yani ikinci günümüz nazlı Lady Aurora'yı (kadın olduğu düşünülüyor öngörülebilir olmadıkları için ;)) en az gördüğümüz gün olunca ve benim önceki geceden kalma hafif bir üşütmem olunca açıkçası beni zorladı. Aslında gerçekten hayatta bir kere yaşanabilecek cinsten çok özel bir deneyim ve tulumlarla üşümeniz imkansız.


Artık gözlerimizin yukarıda fotoğraflarda gördüğünüz yemyeşil ışıkların çok daha soluğunu gördüğünü biliyorsunuz, değil mi? Evet, öğreniyoruz yavaş yavaş. Aurora borealis'i görmek için açık hava çok önemli. Bulutlu havalarda görme olasılığınız daha düşüyor. Biz o açıdan çok şanslıydık, her gün yıldızlarla dolu pırıl pırıl bir gökyüzü vardı üstümüzde. İkinci ve en önemlisi ise güneşteki aktivitenin yüksek olması. Güneşte fırtınalar kopacak ki biz gökyüzünde bu ışıkları görelim kısaca. Ancak konuştuğumuz herkesten öğrendiğimiz şu oldu: ne hava tahminleri ne de solar aktivite tahminleri tutmuyor Tromso'de; bu iş şans işidir!

İkinci güne rağmen şansımıza güvenmeye devam ederek üçüncü güne girdik. Ve bu kez hayalimdeki kamp alanını da buldum. Birçok yerde kamp alanları olan Tromso Safari ile bu kez iki otobüs dolusu insan Kuzey Işıkları avına çıktık. Çok sayıda insan olması dezavantaj falan değilmiş. Alan o kadar büyük ki, herkese ve her şeye yetiyor. Breivikeidet kamp alanında dışarıda kocaman bir kamp ateşi ve etrafında üstüne geyik postları serilmiş banklar, içeride beş altı tane sobanın, masaların, termal tulumların ve sıcak çikolata ve tatlı ikramının bulunduğunu büyük bir kulübe, içinde ateş yanan başka bir küçük bir kulübe, tuvaletler bulunuyor. Dışarısı yine koyu karanlık, yine uçsuz bucaksız gökyüzü, yine doğanın göbeği. İşte aradığım konfor sadece buydu! Keyfim yerine geliyor. O kadar ki termal tulum bile giymeye gerek yok, zaten ara sıra içeri gidip soba başında ısınabiliyoruz. Yaşasın!


İlk kez bu kadar yıldızı bir arada gördüğümüz 30.01.2016 gecesi gerçekten çok etkileyiciydi. Fotoğrafların tamamı için buraya tık tık. Sanki kamp alanının etrafındaki tepelerin ardına bir uzay gemisi konmuştu ve oradan ışıklar saçıyordu. Böyle başlayan görüntüler gece boyunca devam etti. En son otobüslere binip ayrılırken oluşan ve dev bir yılan gibi boylu boyunca gökyüzünü kaplayan aurora ise kapanış bonusumuz oldu. Açılış bonusunu değerlendirebilecek bilgiye sahip değildik ama kapanış bonusunun kıymetini bildik. Onu hafızamıza kazıyarak döndük turdan.

İlk gece teknede de birlikte olduğumuz Belçikalı çifti, son gecemizde de gördük. Ve onlar da hâlâ daha "meğer biz ilk gece ne güzel bir şey görmüşüz ya" modundalardı. Çünkü o gün hareketli bir şov da gördük. Tek bir noktadan etrafa saçılan ışık demetlerinin olduğu o hareketli aurora demetine corona adı veriliyormuş bu arada. Üç yıldır teknede çalışan yardımcı kız bile ömrü boyunca sekiz defa falan corona gördüğünü söylüyor. Şanslıymışız, çok şükür! Oralara kadar bu kaprisli ışıkları görmeye giden herkes için dilerim ki siz bizden daha şanslı olursunuz ve ışığınız çok daha bol olur.;)

Tromso'de yapabileceğiniz diğer kış aktivitelerinden bazılarını da son bir yazıda toplayacağım. Onların da ilginizi çekeceğine eminim. O yüzden gözünüz burada olsun, kaçırmayın derim.  

Tromso

Oslo'dan Tromso'ye 1,5 saatlik bir uçuş ile ulaşıyorsunuz. Artık daha da kuzeydeyiz. İniş sırasında gördüğüm (ve yanımda telefon ya da fotoğraf makinem olmadığı için çekemediğim) o nefis manzaraları hafızama kazımak istiyorum. Sıra sıra bir sürü karla kaplı dağlar ve tepeler, üstlerinde yer yer her nasılsa karsız kalabilmiş, koyu yeşil ağaç öbekleri, aralarda geniş girintiler haline yerini bulmuş lacivert deniz. Nefis bir manzaraydı. Bir fikir vermesi açısından şuradaki ve şuradaki Youtube videolarındaki görüntülere benziyordu. Dönüşte yanıma makinemi aldım ama o kadar karlı bir havada kalkış yaptık ki aşağıda hiçbir şey görünmüyordu ne yazık ki. 

Neyse. Otelimize gitmek için Flybussen havaalanı shuttle'ına bindik. Gidiş-dönüş bilet 140 NOK, yani yaklaşık 16 USD. 15 dakika gibi bir sürede otelde oluyorsunuz. Otelimiz Tromso'de birçok otelli bir zincir olan Clarion Collection Hotel With'di. Burada bütçeden çok rahatlık, oda genişliği ve konuma bakarak otelimizi seçtik, çünkü geceleri saatlerce Kuzey Işığı avında kalıp da döndükten sonra biraz konfor hakkımız diye düşündük. Otelden çok memnun kaldığımızı söylemeliyim. Deniz kenarındaki konumu, geniş odaları, tüm gün misafirleri için ortada duran çay, kahve ve alkali su köşesi, akşam waffle saati, ilgili personeli ve temizliğiyle herkese gözü kapalı önerebileceğim bir otel diyebilirim. Sahilde sıralanmış üçgen çatılı binalardan kırmızı okla gösterilmiş olanı. 


Otelden çıkınca karşı kıyıda beyaz üçgen yapısıyla meşhur Arctic Katedrali'ni görebilir, sola dönüp yürüyerek de Polar Museum'a ulaşabilirsiniz. Karşıya uzanan o köprünün üzerinden hem araçlar hem de yayalar geçebiliyor, ama takdir edersiniz ki o soğukta yürümek pek de akıl kârı olmazdı. Cable Car ile geçebiliyorsunuz, ama o da yapım çalışmasından dolayı kapalıydı. Biz de açıkçası Katedral'i yakından görmeye pek de meraklı olmadığımız için karşıdan görmekle yetindik.


Şehrin en merkezi caddesi olan Storgata üzerinde yer alan Katedral bence çok daha güzel görünüyordu. Bu cadde aynı zamanda alışveriş meraklıları için de en önemli yer olacak.


Şehirde aklınızda kalacak bir diğer güzel bina da Kütüphane binası. Bayıldım! Tromso, üniversitesiyle bir öğrenci şehri. Keyifli barları, restoranları da bu nedenle bol sanırım. Soğuk olmasına rağmen sevdiğim, 80,000 kişilik çok düzenli, şirin, sakin bir şehir. İki katın üstünde bina görmemiş olabilirim. Hani "yola adım attığınızda duruyorlar" geyiği vardır ya yurtdışından dönen Türkler arasında, bunlar medeniyeti bir seviye daha ileri taşımışlar: "karşıya mı geçsem, diğer yoldan mı devam etsem" diye kararsız kalıp kaldırımda kendi aranda tartışırken falan arabalar duruyor!


Ama güzellik bir yere kadar tabi. Eğri oturup doğru konuşalım: yılın sekiz ayı yün içlikle gezmemin gerekeceği bir şehirde yaşamak olmaz! Otele gelip soyunmamız baya bir zaman alıyordu. Soyundun bitti, en alttaki kat ne? Yün içlik! Ay asla olmaz! :)) Benim odaya geldikten sonra ısınabilmem ancak sabahı bulduğu için o yün içliklerle ve yün çoraplarla yorganın altına girdiğim bile oluyordu. Kendileriyle adeta bütünleştim ve bu durumdan hiç hoşlanmadım diyebilirim. Yani kusura bakma Tromso, bir daha gelirim ama sende yaşayamam. ;)

Yemek Durakları

Başka bir yazıda Kuzey Işıkları turları ve şehirdeki diğer kış aktivitelerden bahsetmeden önce yeme-içme önerileriyle bu yazıyı bitireceğim. Şehirde nefis yemekler yiyebilirsiniz. Elbette deniz ürünleri ve geyik eti tercih etmeniz önerilir. Genellikle akşamları uzun saatler açık havada olacağınız için sıkı bir yemek yemeniz öneriliyor. Soğuk enerji harcatıyor biliyorsunuz. O yüzden bir de her gün yaklaşık 16:00 gibi kuvvetli bir öğün yapıyorduk. Tabi bu durumda akşam yemeği menüleri değil daha az alternatif olan öğle menüleri karşımıza çıktı.

Denediğimiz ve ayrı ayrı hepsine bayıldığımız restoranlar şunlar oldu:

* Bardus Bistro - Duvarlarında Zerrin Tekindor, Nuri İyem, Fikret Mualla karışımı kadınlara rastladığımız bu keyifli bistroda önden gelen balık çorbası şu ana kadar tattığımız en iyisi olabilirdi. Günün balığı olarak yediğimiz ızgara morina (cod) da nefisti. Ortam keyifli, servis hızlı, yemekler lezzetli. Daha ne olsun? Biz çok sevdik burayı. Giderseniz aklınızda olsun. Web sayfası budur. Menüyü inceleyebilir, daha detaylı bilgi alabilirsiniz.



* Emmas Under - Şehrin merkezindeki Katedral'in hemen karşısında yer alan, pencere kenarındaki masalarda oturması çok keyifli, şirin bir restoran Emmas. Yine öğle menüsüne denk geldik ve ben kızarmış morina balığı, İsocum da ren geyiği sosisi denedik. Üstüne tabi ki ışık avına! ;) Burası da ortamıyla, servisiyle ve yemekleriyle çok sevdiğimiz bir restoran oldu. Öneririm.


* Son olarak, mutlaka balina eti denememiz yönündeki yorumlara dayanamayıp, araştırmalarımız sonucu bulduğumuz Ra Sushi var sırada. İnanılmaz lezzetli bir sushi restoranı burası ve nefis çeşitler var. Önden başlangıç olarak gelen kızarmış balina ve sashimi olarak denediğimiz balina sayesinde değişik bir lezzet ile tanışmış olduk. Somonlu, kral yengeçli ve diğer sushi çeşitleri de olağanüstüydü. Sushi severlere burayı kesinlikle öneriyorum.


Evet, yemeye mi geldik yahu? Ayaklanın bakalım, Aurora Borealis bizi bekler. Artık üç gece boyunca hangi turlarla kuzey ışıklarını görmeye gittik, onu anlatma zamanı.

İyi haftalar!