Atatürk Gülüyor... Hem de Nasıl Güzel ve İçten...

Bu haberim Ankara'da yaşayanlar için...

Yıllardır hobi olarak Atatürk'ün değişik fotoğraflarını toplayan ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinde sergiler açarak onları bizlere sunan bir isim var: Hanri Benazus. Toplam 4,800 fotoğraftan oluşan bir koleksiyonu olan Hanri Benazus, Atatürk'ün hiç görülmemiş bir fotoğrafını almak için günübirlik Amerika'ya bile gitmiş bir isim. Cumhuriyet Bayramı haftasının coşkusu ve umuduna yakışır şekilde "Gülen ve Gülümseyen Türkiye" adıyla açtığı bu fotoğraf sergisi 7 Kasım'a kadar Anadolu Ajansı Sanat Galerisi'nde görülebilir. (Google Maps'ten gördüğüm kadarıyla metroyla Demirtepe durağında inerek rahatlıkla sergi salonuna ulaşabilirsiniz. Siz yine de benim güncellikten uzak Ankara bilgilerime güvenmek yerine şuradan adresi ve telefonu öğrenseniz daha iyi olabilir.)

Atatürk fotoğrafları toplamaya ilk olarak 17 yaşında başlayan Hanri Benazus şu an 80 yaşındaymış. Eşi Sevgi Tanrısever ise Atatürk hakkında çocuklara yönelik hikaye kitapları yazan isimlerden ilki. Bu sergide onun kitabının tanıtımı da yapılacakmış. İkisinin de ellerine, emeklerine ve yüreklerine sağlık diyor ve en içten saygılarımı gönderiyorum. Benim seçtiğim üç taneyi de ağzınıza bir parmak bal olarak aşağıya ekliyorum:














Yazar ve koleksiyoner Hanri Benazus'un 10 Kasım'da Dolmabahçe Sarayı'nda "Ağlayan Türkiye" başlığıyla açacağı diğer bir sergi daha bulunuyor. Bu sergide ise Atatürk'ün 10 Kasım 1938'den naaşının Anıtkabir'e taşındığı 10 Kasım 1953'e kadar geçen süre içinde çekilen 1,200 fotoğraf arasından seçilenler sergilenecek.

Hadi bakalım Ankaralılar! Siz bu hafta sonu bu sergiyi görüp bize anlatın, biz de 10 Kasım'da açılanı gezip size anlatalım. Ne dersiniz? :)

İmgeleme Farkıyla Boğaz'da Cumhuriyet Coşkusu!!

Bugünümüzü kısacık anlatacak olursam... İso da ben de tatilin yarım günü çalıştık. Sonra saat 14:00 gibi İso beni evden aldı ve yine Atamızın "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" sözüne uygun bir şekilde sporumuzu yapmaya gittik. :) Duş, yemek, alışveriş, yarın doğum günü olan kocacığımın son parti hediyelerinin alınması derken saat 18:00 olmuştu. Ben artık acele edelim, 19:00 gibi sahilde olmamız gerekiyor, havai fişek gösterisi başlayacak diye düşünürken bu kez bu coşkuyu farklı bir yerden izleyeceğimizi öğrendim. Meğer İso'cum çoktan planı yapmış. Çıkışta doğrudan onun ofisine geldik. Ve iddia ediyorum, ofisin toplantı odası bence Cumhuriyet Bayramı şerefine yapılan bu havai fişek gösterisini izlemek açısından İstanbul'un en güzel noktalarından biri. İşte İmgeleme farkıyla 29 Ekim coşkusu karşınızda:





Bu kez kalabalıktan uzak olduğumuz için kendi kendimize coşkumuzu yaşadık, ama kalbimiz meydanlarda toplanan tüm Atatürk ve Cumhuriyet aşıklarıyla birlikteydi. Seneye hangi noktasından katılırız bu coşkuya bilmem. Ama bir şekilde içinde olacağımıza hiç şüphem yok.

Cumhuriyet Bayramımızı bir kez daha canı gönülden kutluyorum!! Hadi hep birlikte bugün tüm gün dilime dolanan şu marşı söyleyerek bu güzel günü noktalayalım, olur mu? :)

İzindeyiz Yüce Atam,
Seninle güldü bu güzel vatan,
İlkelerin yaşayacak,
Şeref sözüdür, sen bize inan.

Mustafa Kemal, özgürlük demek
En güzel şarkıdır dudaklarda.
Yine başımızda, nöbette yine
Kim demiş bizden uzaklarda.

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

Çok güzel hazırlanmış bir Atatürk Günlüğü olan bu siteden seçtiğim değişik yıllara ait Cumhuriyet Bayramı görüntülerine yer vermek istedim bu yazıda.

Örneğin, 29 Ekim 1929'da Ankara Palas’ta düzenlenen kostümlü Cumhuriyet Balosu resmi:













Ulu Önderimizin Türkiye Cumhuriyeti Ordularına Mesaj niteliğinde 29 Ekim 1938'de yazdığı aşağıdaki mektup:














29 Ekim 1933'de Gazi Mustafa Kemal 10. Yıl Nutku'nu okurken...












29 Ekim 1931'de Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı binasının hizmete açılış töreninde...














29 Ekim 1937'de Ata'mız Cumhuriyet Bayramı’nda şeref tribününde...














29 Ekim 1929'da Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını kabulden sonra, Meclis'ten çıkarken...
















Sen bu aralar olanlara bakıp da ebedi istirahatinin huzurunu kaçırma Atam. Bizler bugünkü hür yaşamlarımızı sana ve bu uğurda kanını akıtmaktan çekinmeyen şehitlerimize, gazilerimize ve tüm Kurtuluş Savaşı kahramanlarımıza borçlu olduğumuzu biliyoruz ve her zaman da bileceğiz. Ne mutlu bizlere armağan ettiğin Türkiye Cumhuriyeti'nin hür iradeli vatandaşları olmanın gururunu yaşayabilene. Ve her zamanki gibi bir kez daha gururla söylüyorum:

Ne Mutlu Türküm Diyene!

Camp Nou'yu İso'cumdan Dinleyelim

"Yeni Saha" anlamına gelen Camp Nou'nun Barselona takımının stadyumu olduğunu da söyleyebiliriz. Yaklaşık 99,000 seyirci kapasitesiyle Avrupa'nın en büyük stadyumu olan Camp Nou'nun içini turistik bilet alarak gezmeniz mümkün. Benim hiç ilgimi çekmediği için İso'cumu tek başına oraya gönderdim. Ben de o sırada hoşuma giden sokaklar arasında kendimi kaybettim ve biraz da alışveriş turu yaptım. Birlikte olsak ne stad turunun ne de alışveriş turunun tadını çıkaramayacağımız için ayrılarak keyifli bir yarım gün geçirdik. Gezilerinizde kimle gitmiş olursanız olun bunu yapmanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Keyif almadığınız yerde zaman geçirmeyin, çünkü zamanınız kısıtlı ve başkalarının da zamanının kısıtlı olduğunu unutmayarak onların da keyfini kaçırmayın. Yani çoğu durumlarda ayrılmanız, sinir içinde bir arada olmanızdan daha iyi sonuçlar doğuracaktır. :)

Eveeet, söyle bakalım İso'cum:

Camp Nou'ya nasıl gittin? Şehrin o ücra noktasına gidiş kolay mı? Gitmeye değer mi? Giriş ücreti ne kadar ve buna neler dahil?

- Camp Nou'ya metroyla gittim. Her zamanki gibi cin karım sayesinde (burada biraz benim parmağım var gibi..:) ) Barselona Futbol Kulübü'nün (FCB) resmi mağazasından aldığım tarif yerine daha yakın bir durakta inerek stada ulaştım. L3 hattının Zona Universitaria yönüne binerek Palau Reial durağında inmeniz gerekiyor. Gidiş merkezden yaklaşık yarım saat sürüyor. Giriş ücreti ise yetişkinler için 17 Euro ve buna FCB'nin müzesi de dahil.

Peki, gider gitmez gezmeye nereden başladınız?

- İçerisi rehberle gezilmiyor, ama oklar sayesinde rotanı çok rahat belirleyebiliyorsun. Girer girmez ilk önce Barselona takımı ile ilgili üç boyutlu kısa bir film izlemeye giriyorsun. Burada tarihi maçlardan görüntüler de yer alıyor ve sen de sanki o maç sırasında sahadaymışsın gibi hissediyorsun.

Daha sonra futbolcuların soyunma odaları geziliyor. Burası inanılmaz konforlu bir yer. Duşları, buhar banyoları ve masaj yerlerini görüyorsun. Teknik direktörlerinin taktikler verdiği tahtayı, stadın içindeki küçük kiliseyi falan gezdikten sonra sahanın içindesin.














Nasıl yani?

- Çıktığın kapı doğrudan sahaya açılıyor. Çimlerin üzerindesin. Avrupa'nın en büyük futbol sahasındasın. Süper bir his! Ve biliyor musun, bu devasa stadyum maçtan beş dakika önce dolup, maç bittikten sonra beş dakika içinde de boşalan bir yer. Tribünlerin olduğu aşağıdaki resimlerde gördüğün her birkaç blok arasında yer alan o küçük siyah kareler stadın giriş-çıkışı için kullanılıyor. Sayılarının ne kadar çok olduğuna dikkat etmişsindir. Dolayısıyla maç öncesi ufak gruplar kendilerine ait kapıdan giriyor ve çıkıyorlar ve izdiham yaşanmıyor.

Yaşansa şaşardım zaten! Peki, stadyumun başka neleri etkiledi seni? Sonuçta maç olmayan bir zamanda bir stadyumun içinde olmak ne kadar etkileyici olabilir ki?

- Öyle deme. Gerçekten çok etkileyici bir yer. Tribünler çok dikey yükseliyor. Yukarı çıktıkça sanki bir binanın üst katlarına tırmanıyor gibi hissediyorsun kendini. Çimlerin üzerinde durup da başını yukarı kaldırdığında tribünlerin üstünde yükseldiğini görüyorsun. Yani bu anlamda bakınca teknik direktörlerin falan oturduğu yer biraz ürkütücü. Ayrıca inanılmaz temiz bir yer burası. Hem stadın içi hem de dışı öyle. Seyirci koltukları da tiyatro salonunun koltuklarına benziyor: hem çok rahat hem de öyle bizdeki gibi sökülüp, kırılacak ya da fırlatılacak gibi görünmüyor. Daha oturaklı.

Acaba koltuğu söküp fırlatan olur mu diye düşünerek öyle tasarlamadıklarına eminim. :) Daha sonra nereyi görüyorsunuz?

- En son en tepeden kuş bakışı sahayı gören ve en ileri teknoloji ile donatılmış basın tribününü gezdikten sonra FCB'nin müzesine giriyoruz.














Müzede ne var ki? Kupadan başka yani?

- Dediğin gibi en çok kupa var aslında. İspanya Ligi, Avrupa Şampiyonası, Dünya Şampiyonası gibi pek çok yerde aldıkları kupalar ve tarihlerini görebiliyorsun. Ayrıca önemli maçların biletlerinin olduğu bir bölüm var. Aynı şekilde önemli maçlardan kalma önemli formalar, kramponlar, kaptanlık bantları, kaleci eldivenleri, vs gibi şeyleri de görüyorsun.














Son olarak Camp Nou'yu gezmek ne kadar sürüyor ve kimlere önerirsin bu turu?

- Stadyum turu müze dahil yaklaşık bir saat kadar sürüyor. Gidiş geliş bölümünü de hesaba katarsanız 2-2,5 saat ayırmak gerek. Futbol ile ilgili olan herkese bu stadı görmelerini önerebilirim.

"Futbol ile ilgili herkes" çok genel bir tanım değil mi?

- Değil. Çünkü şöyle düşün: sahne sanatlarıyla ilgilenen birinin Broadway'i görmesine benzeyen bir durum var ortada. Oyuncular harika, mekan harika, tam yerindesin yani!

Hımm, bu örnek güzel oldu. Şimdi biraz anlayabildim seni kocacım. :)

- Şimdiye kadar anlayamadığını söyleseydin, daha önce de yardımcı olmaya çalışırdım güzelim. (dudaklarındaki kıvrılmada hafif bir alay seziyorum sanki!!)

Neyse! Bu arada bakıyorum da bol bol fotoğraf çekmişsin. Hiçbirinde de elin titrememiş!! Birlikte gezerken de arada bir alsan eline makinayı, çeksen beni şöyle güzel arka fonların önünde olmaz mı, hı? Ama Flu Gibi değil, şu biletleri falan çektiğin gibi!

- Röportaj için teşekkür ederim demeni, üstüne bir de köpüklü kahve yapmanı beklerdim, ama canın sağ olsun.

Bak ya! Bence tribünlere oynuyorsun şu anda! Neyse... Teşekkür ederim tabi ki, değerli zamanından ayırıp da bizlere yararlı bilgiler verdiğin için...

- Rica ederim. Ne zaman istersen. O zaman ben içeri gidiyorum artık. Kahvemi de salona alayım, lütfen!

Miro Müzesi

İşte Barselonalı 90'lık bir ressam daha: Joan Miro! Nam-ı diğer sürrealistlerin şahı! Her ne kadar ben birçok tablosunda bizlerle dalga geçtiğini düşünsem de Barselona'nın simgesi olmuş sanatçılardan biri olduğu tartışılmaz. Barselona'nın simgesi olan sanatçıları sayalım mı? Elbette Dali-Picasso-Miro üçlüsü (ki üçü de birbirinden deli ve dahi sanatçılar) ve adı Barselona ile birlikte anılan ve mimari dehasına ve anlayışına hayran kaldığım Gaudi. Dali 'yi İstanbul'da ziyaret ettiğimiz için orada bir daha gitme gereği duymadık. Picasso'ya uğradık, ama bildiğimiz tarzda Picasso eserlerinin Paris'te olduğunu öğrendik. Yine de keyif aldık. Miro'ya ise uğradık, ama uçuyordu, yakalayamadık! :) Valla Miro karşısında hissettiklerimi aynen bu kelimelerle tanımlayabilirim. Adam uçmuş, belli! Sana da saygı duyup, uzaktan öylece bakmak kalıyor! Ben öyle yaptım, yanına pek yaklaşamadım, içine giremedim, hatta bazı resimlerde gerçekten de ti'ye alındığımızı düşündüm.

Örneğin, kocaman bir tuvalin sağ üst köşesine kondurulmuş mavi bir noktaya "Manzara" adını vermiş. Yok ya! Ya da bir oda büyüklüğünde bir girintinin üç duvarında neredeyse duvar büyüklüğünde tuvaller var ve her birinin üzerinde birer tane çizgi! Bununla ilgili olarak "o üç çizgiyi 10 dakikada çizdiğini, ama senelerce ruhunu dinleyerek onları kurguladığını, en sonunda o çizgileri çekince de ruhunun neşeye kavuştuğunu" söylemiş bir yerlerde. Peki, ya benim ruhumda yarattığı tufan ne olacak?!? Sonra kadın, kuş ve güneş olayına takmış belli! Anladık adam sürrealist, yani az çok kadınının kadına, kuşunun kuşa ve güneşinin güneşe benzemeyeceğini tahmin edebiliyoruz. Ama iki gezegen tarafından kovalanan saç teli de nedir yahu? Aşağıdaki tablo benim rüyalarıma girmez mi?! (Resmi müzenin web sayfasından aldım.)

Neyse efendim, anlayacağınız Miro'dan pek bir elektrik alamadım ben. Sevenlerinin rengarenk, çocuksu ve mizahi bir anlatımı olan neşeli ressam olarak tanımladığı Miro'nun o capcanlı tablolarından bile pek bir keyif alamadım. Birçok tablosunun isminin tablodan saha güzel olduğunu bile düşündüm doğrusu! Örneğin, "hope of a man condemned to death", yani "idama mahkum edilen bir adamın umudu" gibi. Bahçedeki heykeller ise eğlenceliydi gerçekten. Çocukların oyun hamurlarıyla yaptıkları türden figürlere benziyorlardı. Eğlencelilik anlayışı kişiden kişiye değişir elbet! :)


Gittiğimiz gün Merce'09 Festivali kapsamında müzelerin birçoğunun girişinin ücretsiz olduğu bir gündü ve dolayısıyla kişi başı 8 EURO giriş ücretini ödemeden müzeyi gezdik. Cebimizden 16 EURO çıkmadığı için hiç bu kadar sevinmemiştim. :)

Neyse, Miro Müzesi'nden çıktıktan sonra teleferiğe binerek kendimizi sahile atıyoruz. Aslında başka bir teleferik ile daha da tepelerdeki bir kaleye çıkabiliriz, ama Barselona'yı tepeden görmenin de çok fazla bir özelliği yok bence. İçinde bulunduğumuz Montjuic Parkı da çok keyifli bir yer. Füniküler, eğlence alanları, müzeleri, bahçeleri ve çeşitli eğlence kompleksleriyle içinde daha fazla vakit geçirilebilecek bir yer. Ama bizim bir an önce gerçek kuşları, saç tellerini ve güneşi görmeye ihtiyacımız var! Dolayısıyla hemen sahile iniyoruz.

Bu arada Merce de ne ola ki diyenler olursa hemen açıklayayım: Merce, Barselona'da her yıl düzenlenen yaza veda festivali. Bu gezimizde hem Madrid'de hem de Barselona'da hep şenlikli dönemlere denk geldik. Yine her meydanda ve sahilde, hatta şehrin her köşesinde konserler ve çeşitli etkinlikler vardı. Gün boyu o kadar gezip, akşam da tapasçılar arasında turlayıp, gece saat 1 gibi otele döndüğümüz bir festival akşamı kulağımıza "Babamız bizi sevmedi, sevmedi, sevmedi..." falan gibi bir şeyler geldi. Doğru mu anladık yoksa fazla mı içtik diye durduk ve bir daha kulak verdik. Doğru anlamıştık. Otelimizin de bulunduğu Jaume Meydanı'nda konser veren grubun söylediği şarkı da bu sözler geçiyordu. Başımızı çevirip de sahneye baktığımızda ise Baba Zula'yı gördük. Bu seneki Merce'nin konuk şehri İstanbul'muş meğer! Türkiye'den katılan sanatsal etkinlikler arasında Baba Zula konseri de varmış ve hemen otelimizin dibindeymiş! Vay be! Keyfe bak! Yorgunluğumuzu unuttuk. Sokakta bira satan kara kuru adamlardan birini bulduk ve adını unuttuğum ama tadı güzel olan o kırmızı kutudaki İspanyol birasından alarak konserin kalan kısmını izledik. Her zmaanki gibi keyifli bir günümüz daha otele döner dönmez bayılırcasına kendimizi yatağa atmamızla sona ermiş oldu. Pişman mıyız? Tabi ki değiliz! Miro'dan bile! :)

Akrepler Buluşması !! :)

Babam hafta başında süper bir sürpriz yapmaya karar verip beni aradı. Cumartesi doğum günü olan anneme İstanbul'da hafta sonu toplantı var diyip, buraya getirecekti. Uçak biletlerini ve oteli ben ayarlıyorum, İstanbul'da gideceğimiz yerleri ayarlamayı da size bırakıyorum dedikten sonra Ongun ve Dido'yla uzun fikir teatilerine girildi. En sonunda hafta sonu planı yapılmıştı.

Cuma akşamı saat 17:00 gibi otele yerleşen misafirlerimizi o akşam Dubb'a götürdük. Daha önce de yazdığım gibi zaten bayıldığımız bu Hint restoranında her şey yine muhteşemdi. Üstüne de hazmettirici olarak Tophane'deki Ali Baba 'ya gittik. Çaylar, nargile, sohbet derken saat gecenin 1'i olmuştu. Bizimkileri otele bırakıp eve döndük. Annem artık o akşam itibariyle şoku atmıştı. Babam da hepimizden feci puan toplamıştı. :)














Ertesi gün öğlene doğru Beşiktaş İskelesi'nde buluşup doğum günü çocuğunun isteği üzerine Emirgan'daki Mehtap Cafe'ye gidildi. Burası en annemin favori mekanlarından biridir. Yazdan kalma muhteşem bir günde orada çaylarımızı (çorbalarımızı ve ayranlarımızı! :) ) içtik ve sonra biraz sahil yürüyüşü yaptıktan sonra kendimizi Ortaköy'e attık. Saat 16:00 ile 18:00 arasında da Ortaköy'de soğuk biralarımızı içerek o günkü harman menümüze bir renk daha eklemiş olduk!

Daha sonra akşam için hazırlanmak üzere ayrıldık. Oh, ne keyifliymiş ya böyle! Eve gel, giyin kuşan, çık, gez, dolaş, eve gel, başka bir giyin, çık, içmeye git, eve gel, uyu, uyan, giyin, çık, kahvaltıya git... Süper bir kısır döngü! Keşke her kısır döngü böyle olsa. :)

Neyse, akşam Beyoğlu'ndayız: 1992'den beri hizmet veren Kallavi'de. Beyoğlu meyhaneleri arasında en sevdiklerimden biri olan Kallavi'nin yeni yerine ilk kez gidiyoruz. Yemeklerinden, fasılından şüphemiz yok, ama yeni yerini merak ediyoruz doğrusu! Bence Kallavi sokaktaki karşılıklı iki yerden sonra AFM Fitaş'ın arka sokağındaki tek mekan çok daha keyifli olmuş. Yemekler ve mezeler yine çok lezzetli, ortamı ve müziği nezih, duvarında Atatürk'ümüzün rakı sofrasındaki resmi, ilgili garsonları ve eğlencesiyle kesinlikle doğru seçimi yaptığımıza karar verdik. Siz de Nevizade ya da artık neredeyse o kadar kalabalık olan Asmalımescit'ten bunalıyorsanız, Kallavi'nin ortamını deneyebilirsiniz. Ama bizim bu hafta sonu eğlendiğimiz kadar eğlenebilir misiniz bilmem? Galiba bu keyfin nedeni ailemizin Akrepleriydi. Annemin doğum günü bahanesiyle aslında Ongun, İso ve Dido'nun doğumgünleri için de bir ön kutlama yapmış olduk. Çok güldük, çok eğlendik, unutulmayacak bir hafta sonu geçirdik. Gerçi bir küçük rakıdan sonra ben gecenin son yarım saatlik kısmını unutmuşum ama olsun, pişman değilim! :) (Kallavi'den yer ayırtmak için : 0-212- 245 12 13.)





Pazar günü annemle babamı otelden alıp Ongun ve Dido'nun evine gittik. Burada da akrepler için pasta ve hediye faslı gerçekleştirildi. Çaylar, kahveler, pastalar, börekler ve üstüne de Tabu oynayarak tam bir evde Pazar sefası yaptık.

Bu keyifli haftasonunun fikir babası olan babama yıldızlı aferin ve kocaman bir teşekkür gönderiyorum. Ailemizin akreplerinin doğum günlerini buradan bir kez daha kutluyorum. Kallavi'ye, Dubb'a, Mehtap'a ve İstanbul'un havasına öpücüklerimi yolluyorum; onlar da keyfimize keyif kattılar. Şu an uçmakta olan annem ve babamdan sık sık böyle güzel sürprizler beklediğimizi belirtmeme gerek yok herhalde. Yarın yeniden bilgisayar başına, çevirime dönmek pek zor olacak, ama ne yapalım artık. Tek zorluğumuz bu olsun değil mi?

L'Aquarium Barcelona

Liman bölgesine inmişken burada görmeniz gereken dev bir akvaryum olduğundan da bahsetmem gerek. 1995 yılında açılmış bu dev komplekste 35 tane akvaryum tankı ve 450 farklı türden 11,000 deniz canlısı bulunuyor. 6 milyon litrelik bu dev akvaryumun içinden 80 metre uzunluğunda bir tünel geçiyor. Yani yürüyerek tünelden geçerken yanınızdan yüzen köpekbalıklarını, deniz çupralarını, yılanbalıklarını falan izleyebiliyorsunuz. L'Aquarium, Avrupa'nın en büyüğü ve şimdiye kadar 14 milyonu aşkın insan tarafından ziyaret edilmiş. Sabah 9.30'da açılan bu dev kompleksi hafta içi akşam 21.00'e, hafta sonu ise 21.30'a kadar gezebiliyorsunuz. Yaz aylarında kapanış saati gece 23.00'e kadar sarkabiliyormuş. Giriş ücreti ise 17 EURO.














Akdeniz'de yaşayan deniz canlıları ve balık türleri bakımından dünyanın en zengin dev akvaryumunu gezerken bu canlılar hakkında çok ilginç bilgiler de edinebiliyorsunuz. Renkleriyle zehirlerini belli edenler mi ararsınız, ısıranlar, koparanlar, derinlerde bir kaya parçasına yapışıp kalanlar mı? Hepsi burada. Kızıldeniz'den gelenler de var tropik sulardan gelenler de. Bir ağaç dalı gibi deniz bitkilerinin arasında kamufle olan minicik canlıları da görmeniz mümkün, hiçbir şeye benzemeyen ve balıkçıların ayın denize yansıması sandıkları için "Moonfish" (Ay Balığı) adını verdikleri tipsiz dev balıkları da. Ahtapot, çupra, mürekkep balığı, ıstakoz gibi yenebilir canlıları da görebilirsiniz, sizi yiyebilecekleri de..:) İşte tüneldeki en ilgi çekici deniz canlılarından biri: Köpekbalığı!














L'Aquarium'un web sayfasından öğrendiğime göre bu akvaryumda köpekbalıklarıyla birlikte yüzmeniz de mümkünmüş! Elbette deneyimli dalış meraklıları için düzenlenen bu program birkaç bölümden oluşuyormuş. Birinci bölüm, ağırlıklı olarak köpekbalıklarının olduğu bölümlere odaklanan rehber eşliğinde bir Akvaryum turu, ikinci bölüm işin teori kısmı ve son bölüm ise şu tünelden gördüğümüz 4 milyon litre suyun bulunduğu alandaki 15 adet köpekbalığının yanına gidiş!! Bu paketin fiyatı 300 EURO imiş. İlgilenenlere duyurulur! İso'cumun da doğumgünü yaklaşıyor. Acaba kendisine böyle bir dalış paketi mi hediye etsem diye düşünmeye başladım şimdiden..:)

Akvaryum, keyifli bir yer. Gidip görmenizi tavsiye ederim. Ama çooook etkilendim mi, diye sorarsanız pek de etkilenmediğimi belirtmem gerekir. Ne bekliyordum bilmiyorum, ama galiba 450 çeşit bana az geldi. Böyle rengarenk, açılan kapanan, hiçbir şeye benzetemediğimiz, ama oldukları gibi dondurulsalar çok şık birer dekorasyon objesi olabilecek National Geographic canlıları görmeyi isterdim doğrusu! Bir de yunusları görmek isterdim. Sahi niye yunus yoktu koskoca akvaryumda yaa? Köpekbalığının o bıçakla kesilmiş bir çizgi gibi gövdesinin alt kısmında açılmış kocaman dişlerle dolu ağzını gördük de yunusların güleryüzlü ifadesini niye göremedik? Hem düğün davetiyemizde bile biri papyonlu biri duvaklı iki yunus balığı vardı bizim. Hatta davetiyenin tasarımını yapan çocuğa "Gülen iki yunus istiyorum" dediğimde "Yunuslar zaten hep gülerler, hanfendi!" demişti bana. Hey gidi günler! Üzerinden yıllar geçmiş. Akvaryum yazısı yazarken gözleri dolan ilk insan olarak da tarihe geçiyorum şu anda. Dağılabilirsiniz. Bir müddet yalnız kalmak istiyorum. :)

Barselona Limanı ve Kumsalları

İşte şimdi buraya bayılmamın nedenini çok daha iyi anlayacaksınız. Burası öyle bir şehir ki eğlencesi, tapasları & şarapları, keyifli mimarisi (ayrı bir yazı konusu olan Gaudi nur içinde yatsın!), iklim güzelliği, meyve, sebze ve deniz ürünleri bolluğu, ulaşım rahatlığı gibi kocaman artılarına ek olarak bir de yüzülebilecek kadar temiz bir denizi var. Ve bu denize her türlü ulaşım aracıyla kolaylıkla ulaşmanız mümkün. Ve tertemiz kumsallarında siesta yapmanız mümkün. Ve bunu yılın 8 ayı yapmanız mümkün. İşte hayallerimdeki yaşam!

La Rambla Caddesi boyunca yürüyerek limana indiğimizi hatırlıyorsunuz. Hani Kristof Kolomb heykelini görmüştük en son. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Port Vell olarak bilinen liman bölgesi Barselona'nın en canlı alanlarından biri. 55 hektarlık bir alana kurulmuş bu bölgede yürüyüş alanları, La Barceloneta plajı, alışveriş merkezi, sinema, Aquarium, Denizcilik Müzesi, Katalan Tarihi Müzesi, restoranlar, kafeler, barlar, spor mekezi gibi birçok faaliyet alanı bulunuyor. Manzara muhteşem! Yürüyüş yollarında, meydanlarda ve hatta denizin üstünde bile yer alan modern sanat eserleri ve heykelcikler manzarayı daha da güzelleştiriyor. Gecesi ve gündüzü ayrı keyifli!














Sahil kenarındaki yürüyüş yolunun genişliğine dikkatinizi çekmek istiyorum:














Buraya değişik zamanlarda ve değişik şekillerde (misal teleferikle tepeden inerek) birkaç kez geldik. Aquarium'dan ayrı bir yazıda söz etmeyi düşünüyorum. Ama Miro Müzesi'ni gezdiğimiz gün Mirador Bahçeleri'nden teleferiğe binip de şehrin üstünden adeta kuş misali uçarak aşağıya iniş süperdi. Galiba bu şehre kesinlikle aşık olduğuma karar verdiğim (ya da çoktan karar vermiştim, ama kesin emin olduğum) an da o andır. Şehrin çok uzak ucundaki bir ormancıktan beş-on dakika içinde sahile iniyorsunuz.














Sahiller tertemiz. O kadar sigara içilen şehirde kumsalda tek bir sigara izmariti, teneke kutu, kırık şişe parçası (!), çekirdek kabuğu(!), karpuz kabuğu (!) bulunmuyor. İstanbul'un denizinin tertemiz olduğunu hayal ettim. Örneğin, Beşiktaş İskelesi'nin olduğu yerde bir halk plajı olduğunu düşündüm bir an!! Yok, olmaz, anında düşünmemeye karar verdim. Hadi bir de Bebek'te paralı girişi olan özel bir plaj olduğunu düşünelim. İşte bunu düşünmek de tüylerimi daha da diken diken etti! Bikini&pareo&takı defileleri, magazin kameraları, kendilerine özel localar tutanlar, 50 TL'ye şezlong kiralayıp 10 TL'ye su içmek falan... Ay, ay, ay... Bu seçeneği de pas geçiyoruz. Demek ki işçinin, öğrencinin, bankacının, iş adamının, kısacası her kesimden herkesin sadece denizin ve güneşin keyfini çıkarmak için bir arada toplanabilmesi; bu sırada ortamına göre giyim-kuşamın inceliklerini bilmeleri (mesela beyaz slip ile ya da full makyajlı, sivri topuk terlikler, kollarında ve boynunda takılar ve mayokini ile salınan kimse yoktu ortalıklarda!); üstüne üstlük çevrelerini ve denizi temiz tutup, yanındakini rahatsız etmemeleri (bakarak, sarhoş olarak, yüksek sesle müzik dinleyerek, yere tükürerek, vs!) için belli bir eğitim seviyesine, kurallar bütününe, zihniyete ve medeniyete sahip olmaları gerekiyormuş. Zaten tüm bu koşullar var olduğu için şehrin girilebilir bir denizi var, o denize ulaşım rahat, plaj elbisesiyle metroya binene dönüp bakan yok, vesaire vesaire... Benim bu konularda söyleyeceklerim hiç bitmez, çünkü inanılmaz içimi acıtır bir güruh olarak değil de medeni insanlar topluluğu olarak yaşamayı öğrenmek konusunda kendi ülkemde gördüğüm eksiklikler. Neyse, keyif kaçırmayalım şimdi! Elbette herkes eninde sonunda insan gibi yaşamanın en başta kişinin kendisine yararı olduğunu öğrenecektir.

Ayrılmadan önce medeni insanların ortamında bulunan uyarı tabelalarını da buraya eklemek istiyorum. Onlara bile bayıldım!














(Kumda yürümek sağlık için yararlıdır. Siz de fit olun ve çöp tenekelerine kadar yürüyün.)
















(Çöp tenekesi terapisini deneyin: Çöpünüzü çöp tenekesine atın. Kendinizi daha iyi hissedeceksiniz.)
















(Telefonunuzu aldınız mı? Cüzdanınızı? Çöpünüzü?)

Bu arada bu plaj size başlarda bahsettiğim La Barceloneta plajı. Şehrin çok ünlü başka bir plajı ise çıplaklar plajıymış. Rehberimiz ilk gün bunu söyleyince İso dalga geçmek için bana dönüp, "gidelim istersen?" demişti. Ama "Oluuur.." derken gözlerimdeki parıltıdan benim hiç de dalga geçmediğimi görünce, "Dur canım, daha gezecek çok yer var, denize girmeye vaktimiz olacak mı bakalım!" dedi. Sonra da elimden tutarak "Gel bak, burada da Casino varmış," diyerek beni sahilden uzaklaştırmaya çalıştı. :) Galiba bir kez daha kocamı korkutmayı başarmıştım. Oysa ben sadece denize girebileceğimiz fikrine odaklanmıştım. Bavula mayolarımızı koymadığımız için de çıplaklar plajı tek çıkar yol gibi görünmüştü. Sizce de fazlasıyla masumane bir düşünce değil mi, sevgili okurlarım? Hem de plaj sapığı gibi gizli gizli ne fotoğraflar çekecektim sizler için. :) Neyse artık, bir dahaki sefere, diyor ve bu yazıya da sonunda bir nokta koymayı başarabiliyorum.

Hazır sahile inmişken Aquarium yazısıyla devam etmeyi düşünüyorum. Takipte kalın!

Picasso Müzesi

Barri Gotic bölgesini bitirdikten sonra buraya çok yakın olan Picasso Müzesi'ni geziyoruz. (Bu resmi ve en alttaki resimleri müzenin web sayfasından aldım.)













Picasso, Barselona'ya 13 yaşındayken gelmiş. Kendisi gibi bir ressam olan babası burada bir sanat akademisinde ders vermeye başlayacağı için ailece Barselona'ya taşınmışlar. Sonraki yıllarda ise Barselona Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun olmuş ve uzun yıllar bu şehirde yaşamış. Daha sonra da çok sevdiği bu şehre bir armağan olarak müzenin burada açılmasına karar vermiş ve 1970 yılında binden fazla eserini bu müzeye bağışlamış. (Müze ilk olarak 1963'te Picasso'nun arkadaşı ve sekreteri olan Jaume Sabartes'in koleksiyonundan oluşan eserlerle açılmış.)

Bu müzede Picasso'nun erken dönem resimleri olarak bilinen resimleri, portreleri, seramik çalışmaları ve Velazques'in Las Meninas (Nedimeler) adlı çalışmasının elliye yakın çeşitlemesi sergileniyor. Asıl bildiğimiz tarzdaki Picasso tablolarını ise Paris'teki Picasso Müzesi'nde bulabilirmişiz. Dolayısıyla aslında bu müze gerçek Picasso meraklılarına daha fazla hitap ediyor. (Benim onlardan biri olduğum söylenemez!) O yüzden bir kez daha Sabancı Müzesi'nin Paris ve Barselona'daki seçme Picasso eserlerini İstanbul'a getirdiği dönemlerde gitmediğime hayıflanıyorum. Dolayısıyla aslında şöyle tablolar beklerken:














Şöyle tablolar, çizimler ve seramiklerle karşılaşıyorsunuz:














Ben şahsen biraz hayal kırıklığı yaşadım, ama gitmişken görmemek olmaz. Pazartesi hariç her gün saat 10:00'dan 18:00'e kadar müzenin açık olduğunu hatırlatayım. Giriş ücreti 9 EURO. Yazıyı bitirmeden önce size müzede gördüğüm eserler kadar etkilendiğim bir şeyden de bahsetmek istiyorum: Picasso'nun kendisine ait fotoğraflar. Ressamın kronolojik sırayla hikayesinin anlatıldığı bir bölüm var. Burada ressamın 92 yıllık yaşam öyküsünün kariyeriyle ilgili dönüm noktası sayılabilecek bölümlerini öğreniyorsunuz. Bir de stüdyosunda çalışırken asistanının çektiği fotoğraflar. Etrafta boyalar, tuvaller, elinde sigarası, önünde şarap kadehi, şortu, sandaletleri ve yanık teniyle (herhalde o sıralar) yetmişli yaşlarında olan Pablo Picasso!

Bir daha dünyaya gelirsem ne olmak istediğime kesin karar verdiğim an, bu resmi gördüğüm an oldu. Açıklıyorum: Bundan sonraki hayatımda Barselona'da yaşayan bir sanatçı olmak istiyorum! Böyle sanat dolu, keyifli bir hayat 90 yıl da 100 yıl da sürebilir. Hem de bronz teniniz ve şarap kadehiniz de ömür boyu size eşlik edebilir! Evet evet, işte tam olarak bunu istiyorum! :)

Ortaya Karışık İzlenimler

Bu aralar çeviri yoğunluğundan boş zamanlarımda yalnızca gezi yazılarını yazıp bitirmeye odaklandığım için başka birçok konuda yazı yazmaya ara verdim. Benim tempom bir süre daha böyle gidecek gibi görünüyor. O yüzden ara sıra kısa kısa özet halinde böyle derleme öneri yazılarıyla da karşınıza çıkabilirim.

Öncelikle bu dönemde okuduğum iki kitaptan bahsedeyim. Birincisi Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar adlı romanı, diğeri ise Refik Halid Karay'ın Bugünün Saraylısı adlı romanıydı. Ahmet Ümit'in Bir Beyoğlu Rapsodisi kitabını çok severek okumuştum. Bu sefer de aynı sürükleyici anlatımı bulmak mümkün, ama aynı tadı bulamadığımı söylemeliyim. Elif Şafak'ın Aşk'ını çok beğenerek okuduğum için bu kitabı da büyük bir hevesle elime aldım, ama bana fazla klişe sonuçlara varan, sıradan ve fazlasıyla tahmin edilebilir bir polisiye kurguya sahip bir kitap gibi geldi. Mevlana ile Şems ilişkisinden ziyade Konya'yı merak etmemi sağladı diyebilirim. Yine de Elif Şafak'a teşekkür ettiğim nedenden dolayı Ahmet Ümit'e de teşekkür edebilirim diye düşünüyorum: Mevlana, Mevlana öğretileri, Şems-i Tebrizi ile ilgili bir merak uyandırmak hiç de az şey değildir! Ayrıca iki kitabın da arkasında yer alan kaynaklara bakmak bile bu eserlerin nasıl bir emek ürünü olduğunu zaten gösteriyor. O yüzden ellerine sağlık, Ahmet Ümit...

Bu süre zarfında okuduğum ikinci roman olan Bugünün Saraylısı'nı ise çok beğendim. Ben bu tür eski Türk klasiklerine bayılırım. Hem Osmanlı'nın son dönemleri ve Cumhuriyet'e geçiş sonrası geçenleri hem de Cumhuriyet ve modern yaşamın nispeten oturmaya başladığı 1940'lar ve sonrasına ait olanları. Bu kitap ikinci kategoriye giriyor. Maddi zenginlik ve fiziki güzelliğin tek başına asla yeterli olamayacağına, sonradan görmeliğe, maddiyat karşılığında verilebilecek ahlaki tavizlere, sosyal yapıdaki bozukluklara değinen romanın ana karakterleri mütevazı bir memur olan aile babası Ata Efendi ile Düzce'den gelerek evlerine misafir olan uzak bir akraba kızı Ayşen . Düzceli köylü kızı Ayşen diyip geçmeyin ama, benden söylemesi! :)














Ailece Bienal'e gittiğimiz pazar gününün akşamında annemle babamı yolcu ettikten sonra İso'cumla G-Mall'daki Num Num'a giderek yemeğimizi yiyip sinema sezonunu açtığımızı söylemiş olabilirim. Çağan Irmak'ın Karanlıktakiler filmiyle sezonu açtık ve şahsen filmi çok beğendiğimi söyleyemem. Çağan Irmak'ın diğer filmlerinde karakterlerin ve hikayenin anlatımı çok daha başarılıydı diye düşünüyorum. Burada ise iki tane arızalı karakter (ana-oğul) var, ama arızalarını filmin son on dakikasında tam olarak anlayabiliyoruz. O zamana kadar da doğal olarak hikayelerinden pek fazla etkilenemiyoruz. Oyunculuklar başarılı. En çok da Erdem Akakçe'yi başarılı buldum. Meral Çetinkaya'nın oyunculuğunu beğenmeme rağmen biraz abartılı bulurum; Derya Alabora'ya ise oynadığı karakter itibariyle çok fazla bir iş düşmüyordu (keşke düşseydi, çünkü ona da bayılırım). İzlenebilir bir film, ama iz bırakır mı bilmiyorum.

Son olarak size bir lezzet önerisinde bulunayım: Wienerwald. Nişantaşı'nda açılan yeni şubesiyle birlikte Avusturyalı ünlü tavukçu zincirini deneme fırsatını bulduk. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Afiyet olsun! :)

Not: İzlememiş olanlar için yarın akşam 22.30'da Kanal D'de Mavi Gözlü Dev filmi var. Unutmayın!

Eski Şehir: Barri Gotic

Önceki yazımda da bahsettiğim gibi şehrin Barri Gotic adlı tarihi bölgesindeyiz. Bu bölgedeki binaların bazıları 19. ve 20. yüzyılda değiştirilmiş olsalar bile büyük çoğunluğu Ortaçağ'dan kalma. Hatta sokak aralarında Romalılardan kalma duvarlar ve yapılar görmeniz mümkün. Burada daracık sokakların arasında dolaşırken kendinizi yine Ortaçağ'dan kalma bir kentin içindeymiş gibi hissedebiliyorsunuz. Ama bu daracık sokaklar da labirent gibi kıvrıla kıvrıla bir yolunu bularak şehrin capcanlı meydanlarına çıkıyorlar. Ancak bu bölgedeki meydanların mimarisinde de eskinin o ağır, biraz kasvetli, ama görkemli havasını görebiliyorsunuz.














Bu bölge otelimizin bulunduğu bölgeyi de kapsıyor. Otelden çıkar çıkmaz sola dönünce kendimizi Jaume Meydanı'nda buluyoruz ve burada şehrin belediye binası ve meclisi bulunuyor. İkisi de 14. yüzyıldan kalma bu iki bina dışında bölgenin en önemli yapılarının arasında Kraliyet Sarayı, Santa Agata Şapeli, Şehir Tarihi Müzesi (Museum Historia de la Ciutat), Santa Maria del Pi Kilisesi gibi yapıları saymamız mümkün.

Bu bölgeyi hiçbir binanın içine girmeden gezmeyi planlıyorduk, ama Santa Maria del Pi Kilisesi'nin içini görmek durumunda kaldık. Aslında gördük demek az kalır, çünkü o ortamda İspanyol gitarın en önemli ustalarından biri olan Manuel Gonzalez konserini dinleme fırsatını yakaladık. Konseri ilk gün gezimize başladığımız Tourism Information'dan öğrenmiş ve biletlerimizi de buradan almıştık. Barselonalı bir uluslararası gitar üstadı olan Manuel Gonzalez'e Katalan Hükümeti tarafından da pek çok onur ödülü verilmiş.














Uçarcasına hareket eden parmaklarını takip etmeye zorlandığımız ve bizlere müzik ziyafeti yaşatan bu alçakgönüllü adamcağızın yüzüne karşı flaş patlatmaya utandığım için elimdeki tek ve pek de net olmayan resimle idare etmek zorundayız. Ama beni anlayışla karşılayacağınızdan eminim. Hem mekan ve kişi resimleri için Google'a da başvurabiliriz, ama ruhumuzu doyuran bir ortamın büyüsünü bozduğumuzda kime başvuracağız, söyler misiniz?

Barselona'yı Keşfetme Zamanı!

Maceralı bir yolculuk sonrasında Barselona'ya gelerek tur otobüsüyle şehir turumuzu tamamlayarak kendimizi otele attığımızda akşam olmuştu. Dolayısıyla üzerimizi değiştirip, askılı giysiler ve açık sandaletlere geçiş yaparak akşam yemeği için kendimizi dışarı attık. (Yemekler ayrıca anlatılacaktır, panik olmayınız!) Otelimizin yeri yine harikaydı. Bu kez şehrin en merkezi noktası olan La Rambla Caddesi'ne yürüme mesafesinde Jaume meydanında kalıyorduk. Yine dört yıldızlı (ama Madrid'dekine göre daha eski) bir oteldeyiz ve en önemli kriterlerimiz olan merkezi konum ve temizlik konusunda bir problem olmadığına göre çok mutluyuz! :)

Ertesi gün elimdeki plana göre gezmeye başlamadan önce haritalarımızı almak için Jaume meydanındaki Tourism Information'a giriyoruz. Ve giriş o giriş. Önümüzdeki günlerde gezmeyi düşündüğümüz birçok yerin biletini daha uygun fiyatlar ve kuyruk beklememe avantajıyla buradan temin ediyoruz. Ulaşım biletlerini de hallettikten sonra ilk günün yürüyüş turuna başlıyoruz.

Hedefimiz La Rambla, ileri!

Catalunya Meydanı'ndan Kristof Kolomb heykeline, yani deniz kıyısına kadar uzanan her daim canlı, eğlenceli, turisti ve yankesicisi bol, çok keyifli sokak sanatçılarıyla dolu, üstünde değişik turistik eşya dükkanları, kuşçular, çiçekçiler, cafeler ve kocaman bir meyve pazarı bulunan, yaya trafiği yoğunluğu yaşanan upuzun bir cadde burası. Barselona'nın belki de en turistik yeri. Bizim İstiklal Caddesi'ne benzetiliyor, ama bence ikisinin de trafiğe kapalı olmaları dışında pek fazla ortak özellikleri yok! Bazı yönlerden İstiklal Caddesi'ni bazı yönlerden ise La Rambla'yı üstün bulduğumu söylemeliyim. La Rambla'ya yol boyu sıralanmış ağaçlarından, temizliğinden, üzerindeki meydanlardan, sokak sanatçılarından & pandomimcilerinden ve meyve pazarından dolayı yüksek puanlar gönderiyorum. Ama gece hayatı ve yeme-içme bakımından İstiklal Caddesi'nin burayı geride bırakabileceğini düşünüyorum.

Yalnız sokak sanatçısı diyip geçmemek gerek. Doğrusu her birinin gerçekten çaba sarf ettikleri, uğraştıkları ve yaratıcılıklarını sergiledikleri önemli bir iş yaptıklarını düşünüyorum. Ressamlar ve karikatüristlerin yanı sıra kumdan yaptıkları tablolarla gönlümde taht kuran Afrikalıların stantlarına bayıldım. Davul çalan ve başlarında meyve sepetleri taşıyan o figürler hâlâ aklımdan çıkmıyor!














Sırada La Boqueria adlı meyve pazarı var. İnanılmaz çekici bir yer. İçinde bir sürü meyve tezgahının yanı sıra kuruyemişçiler, deniz ürünleri stantları, balıkçılar ve büfeler de bulmak mümkün. Meyve stantlarından 1 ilâ 4 EURO arasında değişen fiyatlarda meyve karışımları alıp deneyebiliyorsunuz. İso'cum her zamanki gibi en değişik görünen meyveyi aldı ve tadı bence fiyaskoydu! :)














Buradan çıktıktan sonra sahile doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yer o kadar keyifli ki nasıl olduğunu anlamadan karşımızda Kristof Kolomb heykelini görüveriyoruz. Bu heykeli gördüğünüzde Barselona'nın o muhteşem limanına geldiğinizi anlıyorsunuz. Ama limanı ayrı bir yazıda anlatacağım. Şimdilik sadece bu kadarını görmenize izin var. :)














Sırada şehrin Barri Gotic adlı bölgesi var. Burası adından da anlaşılacağı üzere şehrin gotik mimari eserleriyle dolu "eski" bölümü. Henüz farkında değiliz tabi, ama otelden çıkar çıkmaz girdiğimiz ara sokaktan bu bölgenin tam ortasına düşüyormuşuz. Meğer otelimiz de bu bölgedeymiş. Nasıl mı fark ettik? Haritayı takip ede ede yürürken karşımızda Hotel Gotico'yu görüp "Aaa, bu bizim otel değil mi?" diye şaşkın ifadelerle birbirimize baktığımızda! Yani aslında yürüyüş turumuza buradan da başlayabilirmişiz.Neyse artık, ilk gün acemiliği olarak kulağımızı biraz tersten göstermiş olduk, ama mesafeler o kadar kısa ve keyifli ki yolları defalarca karıştırsanız bile olur. :)

Zaragoza ve Ceketim :)

İki yazılık bir aradan sonra gezi notlarına devam ediyoruz...

Gezideki dördüncü günümüzün sabahında yaklaşık altı saat (molalarla daha uzun) süren bir otobüs yolculuğu bizi bekliyor. İlk başlarda zaman kaybı olacağını düşünmemize rağmen Madrid'de geçirdiğimiz üç yorucu gün sonrasında bu yolculuğu bir dinlenme molası olarak görmeye başlıyoruz. Sabah erken çıkıyoruz ve birkaç yerde yarımşar saatlik molalar vererek öğleden sonranın geç bir saatinde Barselona'ya giriyoruz.

Mola verdiğimiz yerler arasında genellikle özellikli yerler yok. Ama öğle yemeği için durduğumuz ve yaklaşık bir buçuk saat mola verdiğimiz Zaragoza çok şirin bir kasaba. Yine ortasında büyük bir meydanı, katedrali, heykelleriyle falan tam bir Avrupa şehirciği. Şehircik dediğime bakmayın. Aslında Aragon özerk bölgesinin yarı nüfusunun yaşadığı İspanya'nın büyük şehirlerinden biri burası. Genellikle günübirlik turizmin olduğu bir yer. Zaten günübirlik görmek de yetiyor. Elbette bizim kadar kısa süreli değil de birkaç saatliğine gelinse daha iyi olabilirdi, çünkü Zaragoza'da çok şirin süs eşyaları satan butiklere rastladım. Az zamanımız olduğu için birkaç tanesine alelacele bakabildim. O an karnımız aç olduğu için yemeğin daha öncelikli olduğu bir zaman dilimiydi. :)

Hemen yerimize karar verip oturduk. Yer seçimlerini genellikle "en yerel gibi görünen" ve "İngilizce mönüsü olmayan" mekanlardan yana yaparız. Yine öyle yaptık ve inanılmaz lezzetli tapasları ve ev şarabı olan Imbyss adlı küçük restorana oturduk. Yemeklerle kendimizden geçtiğimizden olsa gerek bu mekan aşağıdaki ceketimi son gördüğüm yer oldu! Enerjimi alıp ısındıktan sonra ceketi bırakıp çıkmışım. Tur otobüsüne binip de yaklaşık bir saat yol gittikten sonra aklıma geldi.














Madrid'de hava serin olduğu için ceketi birkaç kez kullanmıştım, ama Barselona için yanıma aldığım iki ince hırka dışında hiçbir şeyim kalmamıştı. (Tabi orada askılılarla dolaşacağımızı bilmiyordum) Neyse artık, dedim. Çok serin olursa H&M yolları görünür bana, diye düşünüyordum ki cin kocamın aklına bir fikir geldi. Restoranın fişini atmadığı için hemen telefonunu çevirdi. Birkaç kez açılıp kapanan telefon en sonunda "Hola!" diyen restoran sahibinin sesiyle karşımızdaydı. Adam İngilizce bilmediği için İso'cum "one minute" tarzı oyalamalarla (:)) adamı hatta tutup, telefonu en önde oturan rehberimize uzattı. rehberimiz İspanyolca konuşarak ceketimin orada olduğunu ve öğrendi ve restoran sahibinden onu saklamasını rica etti. Oley! Birinci aşama tamamlandı, ama şimdi ceketi kim gidip alacaktı? göndermekle uğraşmazlar dedi. Zaten gönderseler de size feci pahalıya patlar, anlamsız olur diye ekledi. Ama yine rehberimizin aklına gelen bir fikir yardımımıza koştu. Ertesi gün ETS'nin başka bir tur grubunun Barselona'dan Madrid'e doğru yola çıkacağını ve onların rehberi Lucy Hanım'ın uğrayıp ceketi alabileceğini söyledi. İso'cum Lucy Hanım'ın telefonunu çevirdi, ben restoranın ismini verip, ceketi tarif ettim ve Lucy Hanım da "Hiç merak etmeyin, yarın ceketinizi alacağım" dedi. Oley! İkinci aşama da tamamlandı! Sırada o ceketin bana nasıl ulaşacağı vardı, çünkü Lucy Hanım Madrid'de yaşıyordu. Dolayısıyla İstanbul'a dönmeyecekti. İşte bu aşamada o tur grubundan İstanbul'da yaşayan ve ceketimi alıp İstanbul'a getirmeye gönüllü olan Sevgili Betül Hanım devreye giriyor. Lucy Hanım bize Betül Hanım'ın numarasını veriyor. İstanbul'a gelince de Betül Hanım'la haberleşiyoruz. Biz birkaç gün denk getiremiyoruz Anadolu Yakası'na geçmeyi. Hafta sonunu bekleyelim derken Betül Hanım "Ben Beşiktaş'a geçeyim, hem de sizin tarafta yürüyüş yapmış olurum" diyip geliyor. Ona çoook teşekkür ediyorum. Birlikte bir şeyler içip gezimizden bahsederken karşılıklı olarak "Hanım" kelimesini de kaldırmaya karar veriyoruz. Ve o kadar keyif alıyoruz ki birbirimizle sohbet etmeten en sonunda ceketimi orada unuttuğuma seviniyoruz. :)

Bu keyifli macerada emeği geçen herkese bir kez daha teşekkürlerimi göndermezsem olmaz. Önce cin kocam (hücre hücre akıldır kendisi! :) ) İso'ya Imbyss'i ısrarla arayıp, adama ulaşıp, adamı rehberimize ulaştırmayı başardığı için kocaman bir teşekkür gidiyor. Daha sonra rehberimiz Örge Bey'e derdimizi restoran sahibine anlattığı ve diğer tur grubunu akıl ettiği için çok teşekkür ediyorum. Lucy Hanım'ın hiç gocunmadan kaybolan bir ceketle ilgilenmesi, ceketi uğrayıp alması, birilerine emanet edip, bilgilerini de bize ulaştırması inanılmaz bir iyilik ve sorumluluk örneğiydi. En büyük teşekkürlerimden biri de ona gidiyor. Son olarak da son aşamayı gerçekleştirerek ceketimi alıp İstanbul'a ve hatta Beşiktaş'a getirmeye gönüllü olan Sevgili Betül'e kocaman teşekkürlerimi gönderiyorum. Bu ceketi her giyişimde hepinizi hatırlayacağım.:)

Bu arada hâlâ üzüldüğüm bir nokta var: Ceketim Barselona'yı göremedi!!!

DOT Sezonu Açıyor!!!

Duyduk duymadık demeyin. Benim sevgili DOT'um Kasım ayında sezonu açıyor. Hem de aşağıda detaylarını gördüğünüz iki yeni oyunla. Ben biri Kasım ortasında, diğeri ise Aralık ayının ortasında olmak üzere iki oyun için de biletlerimizi aldım. Sıcağı sıcağına size de haber vermek istedim.


















Geçen sene DOTBilsarda projesi vardı, bu sene ise DOTMarsta projesi olacakmış. Yani ikinci oyun sinemalarına ailece bayıldığımız Mars Entertainment Group'un G-Mall'da DOT için ayırdıkları bir salonda oynanacakmış.

Biliyorsunuz: DOT'ta tam biletler 40 TL, ama her ayın 15'ine kadar sonraki ayın biletlerini 25 TL'ye alabiliyorsunuz. Hem de Biletix komisyonu ödemeden gişeyi arayarak da bunu yapabilirsiniz. (Tel: 0-212-251 45 45) O yüzden önümüzdeki iki gün boyunca Kasım ayı biletlerini 25 TL'ye alabileceğinizi hatırlatmak isterim.

Elbette, DOT'un oyunlarını izlemenin insanı feci sarstığını, adeta dağıttığını ve altüst ettiğini de bir kez daha hatırlatayım. İkinci oyunu neden ilkinden bir ay sonraya aldığımı sanıyorsunuz? Ancak kendimizi toparlayabileceğimizi düşünüyorum da ondan! :) Ama şimdiden heyecanlandım doğrusu. Yeni bir DOT oyunuyla dağılmaya her zaman varım! Sizi de beklerim...

11. Uluslararası İstanbul Bienali

Bir haftadır orada burada geziniyorum. Tahmin edebileceğiniz üzere annem ve babam buradalardı ve kendimizi attık dışarılara. Adres İstanbul'da, Ikea'da, Nişantaşı civarında, Ortaköy House Cafe'de, İsmet Baba'da, İstinye Park'ta, Sahaflar Çarşısı'nda, orada, burada görülmüş olabilirim. :) Ama bunların hiçbiri yeni yerler değil, dolayısıyla onlarla ilgili yazı yazmayacağım. (Zaten feci yoğunum bu aralar. Henüz Barselona yazılarına bile başlayamadım!) Ancak dünün planı kesinlikle yazılaması gereken türden bir plandı. 8 Kasım'a kadar sürecek olan 11. Uluslararası İstanbul Bienali'ne ailece gitme planı yaptık. Üstüne de İso'cumla sinema sezonunu açtık. Yani tam bir "Sanat Pazarı" yaşamış olduk.

Bildiğiniz üzere bu seneki bienal Bertolt Brecht'in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası olan "İnsan Neyle Yaşar" başlığıyla sergileniyor. Bienalin küratörlüğünü Zagrebli dört kadından oluşan küratör kolektifi What, How & For Whom (WHW) üstlenmiş. 40 ülkeden 70 sanatçının 141 eserinin sergilendiği 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin temel sergi alanı her zamanki gibi Antrepo No.3. Bunun dışında yine Tophane'deki Tütün deposu ve Feriköy Rum Okulu'nda sergilenen eserleri de aldığınız bienal biletiyle gezebiliyorsunuz. Biz bugün yalnızca Antrepo No.3'ü gezebildik. Zaten size de aynı gün içinde birden fazla bienal mekanı gezmenizi önermiyorum. Aşırı doz alternatif sanat yüklemesinden dolayı bünyeniz farklı tepkiler verebilir! :)














İşte karşınızda İmgeleme'nin Bienal Favorileri listesi:

* Kudüs'te yaşayan Jumana Emil Abboud adlı sanatçının hazırlamış olduğu Nar adlı video çalışmasına bayıldım. Dökülen nar tanelerini yeniden kabuğuna yerleştirmeye çalışan bir kadının ellerini izliyorsunuz. Bu zahmetli ve anlamsız görünen çaba, aslında şiddetli yerinden edilme durumlarının etkilerini yok etme çabasına dikkat çekiyor. (Elbette kitapçıktaki açıklamayı okumadan bunu anlamak mümkün olmuyor. Ama bu amaçla çekilen bir video olduğunu bilerek izlediğinizde de yaratıcı anlatıma hayran kalıyorsunuz.)

* Zanny Begg'in Şeker mi (Şaka mı) adlı çalışması da beğendiklerim arasındaydı. Sermayenin her yerde hazır ve var olma niteliği ile maksimum kâr sağlama amaçlı yapılan gösterişli eylemlerin yorumlandığı bir çalışma.

* 1997 yılında hayatını kaybetmiş Alman sanatçı Brehmer'in Bir İşçinin Ruhu ve Hissiyatı adlı çalışması ilginçti. Üretim süreci sırasında işçinin ruh halini grafiksel olarak gösteren bu çalışmada kapitalist sisteme bir gönderme var.

* 1998'de Paris'te kurulan Bureau D'etudes adlı medya kolektifinin Terörün Yönetimi adlı çalışması kesinlikle çok güzeldi. Geride kalan gizli orduların ve bunların başlıca operasyonlarının 1950'lerden bu yana tüm dünyada nasıl birbirleriyle bağlantılı olduklarını bir harita üzerinde gösteren bu çalışmada 1 Mayıs 1977'de Taksim Kazancı Yokuşu'nda yaşanan facia ve Ergenekon da yerini almış.

* Hemen girişte yer alan Wafa Hourani'nin Kalendiye 2087 adlı enstalasyonu süperdi. Kalendiye askeri kontrol noktası ve mülteci kampının gelecek projeksiyonunu keyifle inceleyebilirsiniz.

* Beyrutlu sanatçı Rabih Mroue'nun üç video çalışmasından Ruhla, Kanla adındakine bayıldım. Yurt, soy ve fedakarlık kavramları üzerine bir toplum yaratılmasının yanlışlığına gönderme yapan çalışmanın sonu çok etkili! Farklı olanın kim olduğunu görmek içinizi burkabilir.

* Mohammed Ossama'nın Adım Adım adlı çalışması sanatçının mezuniyet projesiymiş. Bu video çalışmasında da köylü nesilleri vatandaş-askere dönüştürme süreci sonrasında toplumun şiddeti nasıl normalleştirdiğini ve haklı gösterdiğini görebiliyorsunuz.

* Etcetera'nın Erörist Kabare çalışması da favorilerimdendi. Bir şarap şişesinin, palyaçonun ya da çay fincanının düşüncelerini duyabildiğiniz bu çalışma ile "Erörizm" terimiyle tanışacaksınız.

Aklıma ilk gelenler bunlar olsa da başka birçok ilgi çekici eserin olduğunu belirtmeliyim. Bazıları fazla anlaşılmaz olsa da ve birçoğunda "İnsan Neyle Yaşar" temasıyla bağlantıyı kurmakta zorlansak da ben yine de bu seneki Bienal'den keyif aldım. Girişte 2 TL'ye satılan Bienal kitapçığını mutlaka almanızı ve kitapçığınızdan yardım alarak sergiyi gezmenizi öneririm. Bilet fiyatları 10 TL (bilete üç Bienal mekanı da dahil) ve son gün 8 Kasım. Hem unutmayın, insan sanatla yaşar! :)

İyi gezmeler...

Disney'e İlham Veren Şehir: Segovia

Madrid'in kuzeyinde yer alan bu şirin tarihi kente de tıpkı Toledo gibi trenle yarım saatte ulaşabilirsiniz. Toledo trenlerindeki yoğunluğu görünce biz de Segovia biletimizi bir gün önce almaya karar verdik. Madrid'deki üçüncü günümüzde sabah 10.30 treniyle Segovia'ya gitmeye karar verdik. Fiyatlar yine aynı. (Tek gidiş 9,5 EURO, aynı gün gidiş-dönüş ise %20 indirimli.) Herhangi bir yere gitmek için tren biletinizi Atocha İstasyonu'ndan alabilirsiniz, ama treninizin nereden kalkacağına dikkat edin, çünkü Madrid'de dört tane tren istasyonu varmış. Örneğin, bizim trenimiz Chamartin İstasyonu'ndan kalkıyordu. Gerçi Atocha'dan bu istasyonların hepsine ring seferler yapılıyor, ama trenin kalkış zamanında istasyona gelirseniz ringe binmek için de zamanınız olmayabilir! Segovya tren istasyonu da sapsarı bir bozkır alanın ortasında yer alıyor. İner inmez şehre ait hiçbir şey görmüyorsunuz. Panik yapmayın! Hemen önünden kalkan 11 numaralı otobüse kişi başı 0.88 EURO vererek Romalılar döneminden kalma su kemerlerine gidebiliyorsunuz.

Segovia'da görülmesi gereken en önemli yapılardan biri Romalıların burada yaşadıkları dönemlerde (M.S. 1. yüzyılın sonlarında) inşa ettikleri ve büyük ölçüde korunmuş olan su kemeri. Guaddarrama Dağları'ndan başlayan bu su kemerinin uzunluğu 14,965 metre. Toplam 166 kemerden oluşan bu yapı tahmin edilebileceği üzere Segovia'ya su tedarik etmek için yapılmış. Tepesindeki kanallardan akan su şehrin tarihi merkez noktasına yerin altından ulaşarak Alkazar Kalesi'ne kadar gidiyormuş. 1985 yılında ise Unesco'nun Dünya Kültür Mirası Listesi'ne girmiş.














Önceki paragraftan anlayacağınız üzere Segovia'da görülmesi gereken ikinci önemli yer de Alkazar Kalesi. Bu kale Disney World'deki Sinderella Kalesi'ne ilham kaynağı olmuş. 11. yüzyılda VI. Alfonso zamanında Romalılardan kalma kale kalıntılarının üzerine inşa edilmeye başlanan bu muhteşem yapı II. Felipe dönemine (16. yy) kadar yenilenmeye devam etmiş. İçindeki çeşitli salonlar, II. Juan Kulesi, şapeli, cephane avlusu gibi bölümler de bu dönem içinde yapıya eklenmişler. Kalenin içini ve kulesini gezebiliyorsunuz. (Bilet fiyatları 6 EURO)
















Kalenin içinden ve dışından çektiğim resimlerde gördüğünüz üzere bu şirin şehrin de bir Plaza Mayor'u ve onun yakınlarına inşa edilmiş büyük bir katedrali var. Daha güzel bir resmi yok mu derseniz, buraya buyrun:














Her zamanki gibi sırada tarih kokan bu şirin şehrin sokakları var:















Segovia da aynı Botin gibi fırında domuz yavrusu veya fırında kuzusu ile meşhur bir yer. Ancak biz önceki gece yarısı Botin'de limitimizi doldurduğumuz için ne yazık ki burayı yemek olarak pas geçiyoruz. Mola vermek için şirin bir tapas barı seçiyor, ardından da şimdiye kadarki en favori dondurmam seçtiğim (İtalya'dakiler dahil) Farggi'den kocaman dondurmalarımızı alıyoruz. Ama aşağıdaki gibi restoran vitrinleri görürseniz sakın şaşırmayın! :)

Segovia'yı da bitirdiğimize göre Madrid programını tamamlamış oluyoruz. Sırada Barselona var. Çok sevdiğimiz Madrid'i ilk andan itibaren unutturan şehir. Ama haksızlık yapmak da istemem. Madrid'i beklediğimden çok daha yaşanılası bir şehir olarak bulduğumu söyleyebilirim. Viyana için de öyle düşünmüştüm. Düzen, saygı, medeniyet... Ama Madrid hem eğlence hayatı hem yeme içmesi hem de Akdenizliliğiyle Viyana'nın önüne geçti. Ama Barselona'nın gerisinde kalmaktan da ne yazık ki kurtulamadı. :)

Neyse, yarın altı saatlik bir otobüs yolculuğu bizleri bekliyor. Arada Zaragoza'da mola vereceğiz. Yolculuğum da macerasız geçmedi tabii ki.. Benden ayrılmayın! :)

Dondurulmuş Tarih İsteyen Toledo'ya Gelsin

Madrid'deki ikinci günümüze Atocha tren istasyonunda başlıyoruz. İstasyon diyip geçmeyin, çünkü burası trende yer olmadığını öğrendiğinizde "Olsun, ben şu botanik bahçesinin önünde diğer treni beklerim" diyebileceğiniz keyifli bir yer. İçinde çok iyi nemlendirilen bir botanik bahçesi bulunuyor. Kafeleri, su şırıltıları, havuzundaki kaplumbağaları, ağaçları, heykelleriyle keyifli bir istasyon burası.














Evet, bu kadar övmemin nedenini doğru anladınız sanırım. Gerçekten de istasyonun tadını çıkardık, çünkü treni kaçırdık! :) Sabah 9.20 trenine yetişemedik. 10.20 treninde yer yoktu. Dolayısıyla 10.50 trenine bilet alabildik. Neyse ki uzun bir mesafe gitmeyeceğiz. Trenle Madrid'den Toledo'ya gitmek yalnızca yarım saat sürüyor. Bilet fiyatları 9,5 EURO. Ama aynı gün gidiş-dönüş yapacaksanız %20 indirim var.

Toledo çok iyi korunmuş tipik bir ortaçağ kenti. Romalıların, Vizigotların ve Arapların egemenliğinde kalan bu şehir 1085'te Araplardan geri alınmış ve İspanya'nın başkenti olmuş. 1561 yılında Madrid başkent olana kadar da öyle kalmış. Bir sürü kilisenin, sarayın, sinagogun ve caminin bulunduğu bu şirin şehirde 40 tane eser UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'ne girmiştir. Aslında şehrin tamamı bir açıkhava müzesi sayılabilir. Trenden indikten sonra karşınızda keşfedilmeyi bekleyen şöyle bir şehir duruyor:














Toledo'nun her yeri tarih, ama görmeniz gereken en önemli eserlerin başında Toledo Katedrali, El Greco Müzesi ve Alcazar Sarayı geliyor. Bunun dışında adım başı müzeye dönüştürülmüş tarihi binalara, kiliselere, manastırlara, sinagoglara rastlayacaksınız. Zaten haritanızda her yer işaretlenmiş olacağı için eser kaçırmanız mümkün değil. Ama elbette hepsinin içinde zaman geçirmeniz de mümkün değil. Özellikle de günübirlik bir gezi yapıyorsanız. Biz gittiğimizde El Greco Müzesi ve Alcazar Sarayı yenileme çalışmalarından dolayı kapalıydı. (Koca İspanya'dan bir El Greco tablosu göremeden geldim a dostlar!)

Kentin en önemli binası olan Katedral ise İspanya'nın üçüncü büyük katedraliymiş. Yapımına 1226 yılında başlanan bu bina 1493'te tamamlanmış. Sırf Ana Şapel'in görkemini görmek için bile girilebilecek bir katedral burası. İnanılmaz etkileyici bir yer burası. İçinde irili ufaklı birçok şapel, sunaklar, hazine odası, koro odası bulunan bu yapının duvarlarındaki figürleri, işlemeleri, heykelleri, tabloları, avizeleri, kısacası her yeri ayrı bir şaheser. Dolayısıyla katedral de adeta bir müze sayılabilir. (Bu arada giriş bileti 7 EURO)














Ama benim bu tarz küçük, şirin, olduğu gibi korunmuş, tarihi butik şehirlerde en bayıldığım yerler her zaman sokaklar olmuştur. Yani meydanlarıyla, ara sokaklarıyla, binalarıyla şehrin açık hava kısmı beni daha çok cezbeder. Toledo da bunun için çok uygun bir yer. Kendinizi kaybedebileceğiniz ara sokakları olan şirin mi şirin bir şehir. Dolayısıyla biz de kendimizi kaybettik o sokaklarda.














Ama gezmeyi bitirip de kendimizi dönüş trenine attığımızda ufak bir karşılaştırma yapmadan edemedik. Sonucu merak eden varsa hemen açıklıyorum. Bizim favorimiz değişmedi: Siena ilk sıradaki yerini hâlâ koruyor!

Not: Biz almadığımız için az kalsın söylemeyi unutuyordum. Kılıç ustaları ve metal işlemecilerinin şehri Toledo'dan hediye olarak kılıç alabilirsiniz. Doğru duydunuz! Her dükkanda boy boy hediyelik kılıçlar bulunuyor. Armaların üzerinde çapraz duranlar ya da tekli seçenekler arasından dilediğinizi seçebilirsiniz. Tabii alacağınız kişiyi de dikkatli seçmenizi öneririm! :)

Madrid'in Lezzet Durakları

Madrid'de üç gece geçirdik. Bunların biri sabah 5'ten beri ayakta ve yol yorgunu olduğumuz gece, biri de boğa güreşi ve flamenko şovunu izlediğimiz gece olduğu için aslında gerçek anlamda yemek yiyebileceğimiz tek gece ikinci gecemizdi. Bu nedenle diğer geceleri tapas barlarda takılarak geçirdik (ki biz bu tapas bar kültürüne bayıldık!). İkinci gecemizde ise dünyanın en eski restoranı Botin'de yemeğimizi yedik.

Öncelikle tapas yiyebileceğiniz yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz üzere tapas İspanyolların -bizdeki mezeler gibi- küçük tabaklar içinde ortaya getirdikleri atıştırmalıklara verilen ad. Beni tanıyanların da bileceği üzere benim yeme tarzımla da çok uyumlu bir konsept bu! Şarap yanı bir sürü atıştırmalık... Hele bir de masada deniz ürünlerinden yapılan atıştırmalıklar varsa o zaman İso'cumun dediği gibi "doyduğumu anlayana kadar çatlayabilirim!" :)

Neyse, dönelim konumuza. Önce size tapas çeşitleriyle ilgili birkaç ipucu vereyim, çünkü mönülerde genellikle İngilizce karşılıklarını göremeyeceksiniz. Aslında buna gerek de yok, çünkü bir dolu yerde mönüye değil vitrine bakarak seçeceksiniz! Yine de aklınızda bulunsun: içinde "pulpo" olan her şeyi söyleyebilirsiniz, çünkü kendisi ahtapot anlamına geliyor ve denediğimiz tüm pulpolu tapas çeşitleri harikaydı. "Jamon" jambon ve "anchoas" ise ançüez demek. "Albondigas" köfte anlamına geliyor ve Barselona'ya gelene kadar her durakta domates ve sarımsak soslu bu muhteşem köftelerinden yediğimi söylemem gerekiyor. Şiddetle tavsiye ediyorum. "Patatas bravas" fırında patatese benziyor, ama üstüne baharatlı ketçap mayonez karışımı gibi bir sos döküyorlar. Pek özellikli bir yemek beklemeyin. "Calamare" kalamar ve "Aceitunas" ise zeytin demek. Ama dediğim gibi bunlara çok da ihtiyacınız olmayacak. Çünkü genellikle bütün tapas tabakları önünüzde olacak. Cennet gibi!

Yine uzattım değil mi? O zaman başlıyoruz. Madrid'de sağlı sollu tapas barların olduğu çok keyifli ve canlı bir cadde var: Cava Baja! İlk gecemizi burada geçirdik ve yorgunluktan bayılmamıza rağmen üç ayrı yere uğradık. Cava Baja'ya gitmek için metronun kırmızı hattı L2'ye biniyor ve La Latina durağında iniyorsunuz. Sonra ister elinizdeki haritadan ister sora sora sokağı buluyor ve tadını çıkarıyorsunuz.














Üç yere uğradık demiştim ya hani. Düzeltiyorum, aslında dört yere uğradık. Biri de otele eşyalarımızı bırakıp kendimizi sokağa atar atmaz gittiğimiz Naturbier adlı bardı. Kendi biralarını üreten bu bar Santa Ana meydanında bulunuyor. Santa Ana bölgesinin turistlerden çok yerli halkın rağbet ettiği tapas mekanlarıyla dolu olduğunu rehberimizden öğrenip burada küçük çaplı bir açılış yapmıştık:














Gelelim Madrid'e gideceklere mutlaka önerilen Botin'e. 1725 yılında hizmet vermeye başlayan Botin, dünyanın en eski restoranı olarak Guinness Rekorlar Kitabı'ndaki yerini almış. Spesiyal olan iki tabakları var: fırında yavru domuz ya da fırında kuzu. Gecenin saat 23.30'u olduğu için nispeten hafif (!) olsun diye kuzuyu seçtik. Rehberimizin önerisine uyarak iki kişi bir tane fırında kuzu tabağını bölüştük. Sizin de aklınızda olsun: sakın ola ki birer porsiyon söylemeye kalkmayın, çünkü iki kişiye yetecek büyüklükte bir şey geliyor. Ortaya bir Botin salatası ve bir şişe de kırmızı şarap ile birlikte iki kişi 55 EUR gibi bir fiyata çıkabilirsiniz. Masanızla ilgilenen garson yemeğinizi tabaklarınıza servis edecektir. Hatta bizim masamıza bakan beyefendi benim mönünün resmini çektiğimi gördüğünde mönüyü alabileceğimi söyledi. O yüzden Botin'in mönüsünde neler olduğuna buradan bakabilir, fiyatlarını ise bana sorabilirsiniz. :)














Madrid'de bir gecenizi bu muhteşem gastronomik deneyimi yaşamaya ayırmanızı kesinlikle öneririm. Bizde yaklaşık 300 yıldır faaliyet gösteren bir restoran olduğunu varsayalım. Varsayamıyoruz bile değil mi? Sadece hizmet kalitesini ve o atmosferi yaşatabildikleri için bile görülesi bir mekan Botin. Gidiş ise çok kolay. Plaza Mayor'a çıkan caddelerden birine tarihi bir kemerden geçerek çıkıyorsunuz. İşte o caddenin adı Calle de Cuchilleros. 17 numarasında ise Botin bulunuyor.

Şimdiden afiyet olsun!