Park Bosphorus Hotel'den Ödüllü Instagram Yarışması

Yaşadığınız şehrin tarihini anlatan fotoğraflarınızı, #tarihimiras hashtagiyle Instagram’da paylaşın, Park Bosphorus Hotel’den muhteşem ödüller kazanın!

İstanbul’un kalbi Gümüşsuyu’nda, otelcilik hizmet kalitesinin en üst sınırını simgeleyen ‘deluxe hotel’ klasmanında misafirlerini ağırlayan Park Bosphorus Hotel, bol ödüllü bir Instagram yarışması düzenliyor. 24 Temmuz-4 Ağustos 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen yarışmaya 18 yaşını doldurmuş herkes katılabiliyor.


Tarihi Park Otel’in 82 yıllık geçmişine sadık kalınarak hayata geçirilen Park Bosphorus Hotel, İstanbul’un en yeni lüks oteli olma özelliği taşıyor. Kasım 2013’te faaliyete geçen otel; 4 bin 500 metrekarelik terası, 6 farklı konseptte hazırlanan yiyecek-içecek bölümleri, 618 odası, düğün ve etkinlik alanları, 8 bin 500 metrekare spa & fitness & wellness merkezinin yanı sıra muhteşem Boğaz manzarasıyla da dikkat çekiyor. Tarihi Yarımada’dan Boğaziçi Köprüsü’ne kadar uzanan bu manzaranın tadını; ödüllü şefler tarafından yönetilen Gümüşsuyu Restaurant ve Park Patisserie gibi gurme noktalarında ve teras kafelerinde de çıkarabilirsiniz.



#tarihimiras etiketiyle @parkbosphorus Instagram sayfasında düzenlenen yarışmanın kazananları; Hürriyet Dijital Yayın Koordinatörü Bülent Mumay, Hürriyet Fotoğraf Editörü Sebati Karakurt, Türkiye’nin en çok takip edilen Instagram fenomeni Sezgin Yılmaz (@sezyilmaz) ve Park Bosphorus Hotel yöneticilerinden oluşan jürinin değerlendirmesiyle 7 Ağustos’ta açıklanacak.


Yarışmanın Ödülleri

Birinciye Boğaz manzaralı odada her şey dahil bir gece konaklama (yemek + spa + masaj)

İkinciye Boğaz manzaralı odada bir gece konaklama ve yemek

Üçüncüye Boğaz manzaralı odada bir gece konaklama




Ödüllerin 2 kişilik olması ve otelin doluluk oranı da göz önünde bulundurularak, açıklandığı tarihten itibaren 4 ay içinde kullanılabilir olması ise ödülleri çok daha cazip hale getiriyor.

Yarışma hakkında daha detaylı bilgi ve katılım koşulları için Park Bosphorus Facebook sayfasına göz atabilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Eviniz ve Sizin İçin Öneriler

Yaz aylarıyla ilgili iki ihtiyaç, uzun zamandır yapılacaklar listemde duruyordu. Ama hani vardır ya, evin minicik bir eksiği sürekli atlanır, üşenilir ve uğraşılmaz. Ben de öyle erteleyip duruyordum bunları. Ancak bu yaz bu gidişe bir dur diyerek duruma el attım. Önce sineklik işine el atmak istedim. Biraz araştırma sonucu sineklikcim.com'u buldum ve yaptıkları işten, zamanında ve temiz servislerinden çok memnun kaldım. Evimiz beşinci katta olduğu için çok da gerek olmadığını düşünerek bu zamana kadar ertelemiş olduğuma da pişman oldum doğrusu. Artık içeride ışık açık bilgisayar başında çalışırken rahat çalışabiliyor, akşam şişlenme derdimiz olmadan camlar açık uyuyabiliyor ve evin karşılıklı pencerelerini açarak gönül rahatlığıyla içeride nefis bir esinti yaratabiliyorum. Üstelik panjur gibi açılıp kapanabilir olması ve camlarımı daraltıcı bir etki yapmaması da çok güzel. Arayın, gelip ölçü alsınlar. İki-üç gün içinde de sinekliklerinizi takmaya gelsinler. Memnun kalacaksınız. Tel: 0-532-794 24 94. 


Evle ilgili ikinci isteğim de çamaşırlarımı yazın dışarıda kurutabilmekti. İso'cum her ne kadar bu konuya "ya açılan çamaşırlığı balkona at işte, ne olacak" şeklinde yaklaşsa da benim domestik yanım ağır bastı ve "sakız gibi çamaşırlarımı püfür püfür rüzgarda ve güneşte kurutmak istiyorum işte; hem daha sağlıklıymış" diyerek duruma el koydum. :P İlk siparişim hayal kırıklığıydı, çünkü yeni tip boru şeklindeki balkon demirlerine uygun bir ürün geldi; geldiği gibi de geri gitti. Sonra karşı komşumuzdan bu ürünü ve bizim gibi eski tip balkon demirlerine de uygun olduğunu öğrendim. Hemen arayıp sipariş verdim ve bir gün sonra yolladılar. Takması çok kolay, üstelik fiyatı da çok uygun (20 TL gibi bir şey). İhtiyacınız varsa aklınızda olsun. Pakas çamaşır askılığı işinizi görecektir.  İletişim numaraları burada.


Şimdi bir tek çantalarım için bir dolap içi düzenleyici bulmak kaldı. Onu da en kısa zamanda halledebilmeyi umuyorum. En kötü ihtimalle IKEA dolap içi raflarıyla falan hallederim ama önerilere de açığım. :)

İhtiyaçlar bittiyse keyfi alışveriş önerilerine geçiyorum. Gereklilik ve zorunluluk halleri dışında fazla alışveriş yapmayı sevmeyen biri olarak uzun zamandır belki de dünyanın en gereksiz ürününü aramaktaydım: pasaport kılıfı! :) Şöyle şirin tasarımı olan, seyahatlere çıkarken elimde olduğunda ya da baktığımda beni mutlu eden o mükemmel pasaport kılıfını arıyordum. Blogunu takip ettiğim Grace'in Instagram hesabı sağ olsun, buldum! :) Birbirinden güzel ve eğlenceli tasarım pasaport kılıfları için buraya bir göz atın derim. Hediye olarak da çok güzel bir alternatif bence. E o zaman ne duruyorsunuz: Pick Your World! :)


Hediye demişken TOG'un Soma faciası için düzenledikleri kermesten aklımda kalan nefis bir hediye alternatifinden daha bahsedeyim size. Puro&grappa&çikolata ya da şarap&peynir seven sevgililer için güzel bir hediye olabileceği gibi kurumsal hediye fikri olarak da bence harika. Due Ancore'un Lamami serisi İtalyan lifestyle bıçakları, kitap şeklindeki ekolojik ambalajlarıyla nefis görünmüyor mu?


Bunları Türkiye'de bulabileceğiniz adres ise burası. Şu an web sayfasında üstteki puro makaslı ve grappa kadehli seçenek görünmüyor ama kermeste vardı. O yüzden ilgileniyorsanız arayıp bilgi almanızı öneririm.

Bu kadar öneriden sonra bir de uzak durmanız gereken isimden bahsedeyim: n11.com. Soldakini istersin sağdaki gelir, 7/24 çağrı merkezinde  asla bir insanoğluna ulaşmak mümkün değildir, gönderim yapan firmayla işimi halledeyim dersin o firmada da iş yoktur, falan filan. Neticede 15 TL'lik dolap düzenleyici  için bir haftadan uzun süredir stres yaşamaktayım. Hâlâ da sorun çözülmüş değil. Ama bu da bir deneyim. Kiminle iş yapmayacağımızı da böyle böyle öğreniyoruz, değil mi?


Benden şimdilik bu kadar. Paylaşmak güzeldir! ;)

Tezer Özlü'yle Tanışma ve 2 Film

Tezer Özlü adını çokça duymama rağmen kitaplarını hiç okumadığım bir kadın yazardı. Bu duruma bir son vermeye karar vermem ise Onedio'nun Hangi Kadın Yazar Senin Ruh Eşin testinde benim ruh eşim çıkması sayesinde oldu. Ya işte böyle, bazen minicik, keyfi çözdüğün bir testi bile ciddiye almak gerekiyor hayatta. ;)

Hemen en ünlü iki romanını (romancık da diyebilirim çünkü biri 76, diğeri 125 sayfa) sipariş verdim İdefix'ten. Ve geçen hafta okudum Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk'u. YKY tarafından Türk edebiyatının gamlı prensesi ya da nostaljik prensesi diye tanımlanan Tezer Özlü'nün ruh eşim olmadığını öncelikle Onedio'ya bildirmek isterim. Evet, gamlı baykuş tarafımız benziyor olabilir ama yo dostum yo, bu kadar gamlılık, bu kadar ölüm odaklılık, bu kadar intihara meyillilik, bu kadar gitme ve giderek kendini bulma isteği bana çok fazla geldi! Çok etkilendiği İtalyan yazar Cesare Pavese'nin de kitaplarını ilk başta merak etmiş olsam da iki Tezer Özlü romanından sonra okuyamayacağıma kanaat getirdim. Değişik ve özgür bir üslubu olduğu kesin (kişiliği ve iç dünyası gibi), ama beni yordu doğrusu. Okuduğum toplam 200 sayfadaki o boşluk dolu yolculuklar, bitmek bilmez sorgulamalar adeta içimi kemirdi, ruhumu kararttı. Ayrıca daldan dala atlayışı yedi bitirdi beni. Torino sokaklarında Pavese'nin izindeyken Tieste'deki bir otelde tren yolculuğunda tanıştığı genç Yunanlıyken sevişmesine geçebilir; amanın biriyle tanıştı, dur bakalım ne olacak derken Prag'da Kafka'nın mezarlığı başından devam edip akşam treniyle 6 saat bir kafesinde oturacağı Viyana'ya gitmek üzere tren istasyonunda bulunabilir. Siz de ööyle elinizdeki kitabın önceki sayfalarına bakakalırsınız bir şey atlamış olabilir miyim diye. ;) Ay neyse, okudukça bayılırsın yorumları duyuyorum güvendiğim insanlardan, ama ben iki kitabını okudum ve bayıldım doğrusu! ;) Merak ediyorsanız, temkinli yaklaşın derim. Gerçekten huzursuz ruhlardanmış.

  
Gelelim filmlere... 2013 yapımı Filth filmi Türkçeye Pislik olarak çevrilmiş. Çok güzel eleştiriler duyduğum ama hayal kırıklığına uğradığım bir suç/yeraltı hikayesi. Terfi etmek üzere olan polis memuru Bruce'un tam bir "pislik" olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Bana göre Bruce'u canlandıran James McAvoy'un başarılı oyunculuğunu izlemek filmin en büyük artısıydı. İzlerken sanki Bruce'un bu hale gelmiş olmasında yaşadığı aile travmasının etkisi olabileceğini düşünüyorsunuz ama sonra kendisinin baya bildiğin doğuştan pislik olduğuna karar veriyorsunuz. Ruh dünyası daha derin işlenebilir miydi diye düşünmedim değil. Olsa da olur olmasa da olur filmlerdendi benim için.

2010 yapımı ve gerçek bir yaşam kesitini temel alan Kuzey Yamacı (Nordwand) filmi için de aynı şeyi söyleyebilirim. İsviçre'nin Eiger Dağı'nın kuzey yamacına tırmanmanın ciddi bir cesaret, güç ve deneyim işi olduğu bilinmektedir ve zamanında bunu denerken hayatını kaybeden profesyonel dağcılar olmuştur. 1930lu yıllarda "bu işi biz yapmalıyız" gazıyla harekete geçen Nazi Almanya'sı orduda görev yapan iki Alman dağcıyı tırmanış için görevlendirir. Avusturyalı bir ekiple yarışacaklardır. Sonuç: oturup eliniz yüreğinizde "ay şimdi düşecekler!" ya da "evladım ne gerek var kendinizi böyle yerlerde sınamaya; tırmanmayın demiyorum ki size, hobi olarak yine tırmanın" diyerek izlersiniz. Film olarak pek harika sayılmasa da nefis dağ sahneleri -ve trajik dağcılık kazaları- görüntüleri görürsünüz. Kalbiniz adeta sıkışır izlerken; 127 Saat'i hatırlarsınız. Özetle böyle. Sırf görüntüleri için bile izlenebilecek filmlerden yani. 


Bu sefer biraz bunalım takıldık. Sonra bana gelip de böyle filmleri, kitapları senin blogundan okuyup izledik, şimdi de kendimizi içkiye, sigaraya, tırnak yemeye ve psikologlara verdik falan demeyin bana olur mu, sevgili okur? ;)

İyi seyirler...

Kış Uykusu

Önce Kış Uykusu için kocaman bir yazı döşenmeye karar verdim. Sonra yazacağım her şeyin eksik kalacağını düşündüm. Bu film yazılmaz ki, yaşanır! Gerçekten öyle. Sadece oturup izleyeceğiniz bir film de değil. Altını çizerek, notlar alarak okuduğunuz bir roman gibi bir film çünkü. Üç saat uzun mu? Bir film için uzun bir süre olabilir ama Kış Uykusu için değil. Keşke Kapadokya'daki o otelin içinde yaşanan günleri, yapılan sohbetleri, o karakterleri günlerce durdurup durdurup izlesek. Benim şimdi ilk etaptaki hedefim filmin DVD'si çıkar çıkmaz alıp değişik arkadaş ve aile gruplarıyla-mümkünse öncesinde bir kez izlemiş olanlarla- filmi izleme seansları yapmak. Üzerinde tartışarak, "tekrar oynatalım Şansal" tadında sahneleri farklı bakış açılarıyla konuşarak. Kış dönemi için yeterince şarap depoladık zaten Bozcaada'dan, o yüzden bu seanslara katılmak isteyenler şimdiden hazırlıklarını yapsınlar derim. ;)

Nuri Bilge Ceylan'ın bu ülkenin en önemli değerlerinden biri olduğuna inanan biri olarak ona bu nefis film için teşekkür ediyorum. Filmin oyuncularının hiçbirinin yerine başka bir oyuncuyu düşünemiyorum. Hepsi çok başarılılar, çok doğallar oynadıkları rollerde. Haluk Bilginer (Aydın) ve Demet Akbağ (Necla) da NBC gibi ustalıklarını en üst seviyede sergilemişler bu filmde bence. Aydın'ın genç ve hüzünlü ve mesafeli karısı Nihal rolündeki Melisa Sözen, imam rolündeki Serhat Kılıç çok başarılılar. İmamın bıçkın kardeşi rolündeki Nejat İşler ise toplamda belki de on dakika bile sürmeyen sahnesiyle harikalar yaratmış. 


Hiçbir diyaloğu, hiçbir sahnesi, hiçbir karakteri yok ki filmin üzerinde uzun uzadıya tartışılmasın. Ve bence şu anlamda da çok zor bir şey başarmış NBC: karakterleri yargılamadan bize sunuyor. Hiçbirine torpil geçmiyor, hiçbirini yerin dibine sokmuyor. Hatta başlangıçta sempati ya da antipati duyduğunuz her karakterle ilgili kendine ve koşullarına göre haklı olduğunu düşündüğünüz bir noktaya geliyorsunuz. 

Yine de sanırım en çok üstüne gidilen karakter Aydın olmuş. Belki en büyük potansiyelin onda olduğu düşünüldüğü için, eksik olma lüksünün de diğerlerine göre daha az olduğuna karar vermiştir NBC. Belki de ülkenin -kendisinin de içinde bulunduğu- aydın kesimiyle ilgili daha sert eleştirilerde bulunabilme hakkı olduğu için (ne de olsa bir nevi öz eleştiri sayılır bu ve dozuna da öz karar verir). Filmde Aydın'a eleştiri yöneltenlerin de eleştirilebilecek pek çok yanı olduğu için ve Aydın'dan daha cesur davrandıklarını düşünmediğim için biraz rahatsızlık duydum diyebilirim izlerken. Gerçi filmdeki Aydın ve etrafındaki "aydınlar" aslında hayatla ve kendileriyle yüzleşmekten kaçan, ortak ütopik kaçış noktaları olan İstanbul'a bile sırf bu yüzden gidemeyen karakterler. O yüzden yine eninde sonunda hepsine hak vermek zorunda kaldım. 

Filmi mutlaka izleyin. Benim bir talebim daha var: film dışında BBG evi izler gibi Nuri Bilge Ceylan'ın evini ve eşi Ebru Ceylan'la yaptıkları sohbetleri de izlemek istiyorum! Uygun bir sistem kurabilirsek sevinirim, yetkililere duyurulur! ;) Gerçekten de bu zihinlerle gurur duyduğumu bir kez daha belirtmek isterim. Cannes'dan ülkemize getirdikleri ödül için teşekkürler, ama hiç ödül getirmeseler bile varlıkları için bile teşekkür edilesi, bu ülkede oldukları için mutluluk duyulası insanlar olduklarını düşünüyorum. Bir de bir minik ricam daha olacak NBC'den: şöyle 3000-5000 sayfalık bir roman yazmayı düşünür mü acaba? İlk okuru olacağımdan eminim.

İyi seyirler, iyi haftalar hepinize..


Seabird ile İstanbul Kanatlarımın Altında

Bu sene 14 Şubat Sevgililer Günü'nde "O benim her şeyim. Çünkü..." cümlesini tamamlayarak Women's Health'in Twitter yarışmasından Seabird ile çift kişilik İstanbul turu kazanmıştım. Bir sene geçerliliği olan biletlerimizi 13 Haziran günü kullanmaya karar vererek rezervasyonumuzu yaptırdık. Pazar günü saat 15.00'teki uçuşumuz için yarım saat önce kimliklerimiz ve PNR kodumuz yanımızda Haliç'teki deniz terminalinde olmamız gerekiyordu. Evet, adı üstünde Seabird bu, denizden havalanacağız! ;)


18 kişilik bu minik deniz uçaklarının sadece şehrin tepesinde uçmadığını tahmin ediyorsunuzdur elbette. Bozcaada, Alaçatı, Kocaeli ve daha birçok yere Seabird ile uçmanız mümkün. Pratikliğinin ve zaman kazandırmasının en önemli artıları olduğunu ve İstanbul yaşamında en tercih edilesi özellikleri olduğu kesin. Ancak uçağın minikliğinin bir basıklık hissi, hafiften bir klostrofobi yarattığı söylemeliyim. Ve yine ebatlarından dolayı daha çok sarsılıyorsunuz. Yani motion sickness'tan muzdaripseniz (bkz.ben) bu uçak yolculuğu da sizi biraz tutabilir. Önlem olarak ilaç alıp binebilirsiniz. Bir de uçaklarda klima yok. İndiğimizde hepimiz ter içinde kalmıştık, ama merak etmeyin diğer uçuşlarda yüksekten uçulduğu için içerisi gayet serin oluyormuş. Biz manzara görelim diye alçak uçuş yaptığımızdan biraz fenalık geçirdik! ;)

Bizim uçuşumuz hediye olsa da fiyat bilgisi de vereyim: 20 dakikalık (iniş-kalkış her şey toplam 30 dk) bu şehir turunun kişi başı fiyatı 230 TL gibi bir şey. Fırsat sitelerinden 130 TL'ye de bulabilirsiniz, takip edin. Hem kendiniz hem sevdikleriniz için güzel bir hediye fikri olabilir bence.

Şimdi sizi nefis görüntülerle baş başa bırakayım.

 Galata Kulesi

 Kız Kulesi

Boğaz Köprüsü, Beylerbeyi Sarayı, Kuleli Askeri Lisesi

Boğaz Köprüsü, Suada, Çırağan Sarayı 

Tarabya Oteli, 3. Köprü'nün ayakları 

Anadolu ve Rumeli Hisarları

Bu çok keyifli deneyim için Seabird'e (ve tabi ki Women's Health'e) teşekkürlerimizi sunuyoruz. Seabird ile şehir turu yapmak ya da diğer uçuşlarıyla ilgili bilgi almak, yer ayırtmak isterseniz buraya buyurun. Çağrı merkezi numarasından size çok kısa sürede yardımcı olacaklardır.

Notlar:

1) Biraz geç oldu ama açtım gitti: artık İmgeleme'nin bir Facebook sayfası da olduğunu biliyor muydunuz? Hadi beğenin onu! ;) Albümler bölümünde hem bu uçuş, hem Münih, hem de Bozcaada ile ilgili çok daha fazla fotoğraf var, haberiniz olsun.

2) İso'cumla ilgili ne yazdım da yarışmayı kazandım, sorusunun yanıtı hâlâ bir muamma. Ne yazık ki hiçbir yere kaydetmemişim yanıtımı. Ama onun benim her şeyim olması konusu netliğini korumakta. E o zaman sıkıntı yok. ;)

Kemerlerinizi bağlayın! Kalkıyoruuuzzz! 

Münih Yazılarımın Tamamı

Münih ile ilgili yazdığım yazıların tamamını sırasıyla aşağıda bulabilirsiniz. Ya da İmge Geziyor bloguma gidip Münih kategorisindeki (4) yazıyı okumanız gerekiyor.

Bir Ara Münih'e Gitmiştik Biz, Değil Mi?

Neue Pinakothek ve Englischer Garten

Nymphenburg Sarayı

Münih Yeme-İçme Notları

İstanbul Modern, Naif ve Karabatak

Geçen Perşembe günü uzun zamandır uğramadığım İstanbul Modern'e gidip yeni sergilerine bir göz atayım dedim. Müzenin en yeni sergisi olan Çok Sesli dışında bir aydan uzun süredir açık olan Yolda adlı fotoğraf sergisini de çok merak ediyordum. Merak ettiğim kadar da varmış. Nefis fotoğraflar var, bayıldım!

Bağımsız bir fotoğraf kolektifi olan Nar Photos'un arşivinden Türkiye fotoğrafları görebileceğiniz bu sergide toplumsal hafızamızı harekete geçirecek pek çok görüntüyle karşılaşıyoruz. Nar'ın eşitlikçi ve özgürlükçü yaklaşımı tüm fotoğraflarına yansımış. Bu sergiyi 9 Kasım'a kadar gezebilirsiniz. 

Çok Sesli'de ise Türkiye'deki görsel ve işitsel sanat arasındaki etkileşime değiniliyor. Burada da  ilgi çekici işler göreceksiniz. Hüseyin Çağlayan'ın çalışmaları, Semiha Berksoy'a ait bir odacık, Burhan Doğançay'ın Mavi Senfoni'si serginin en merak edilenleri olabilir. Bunlar dışında bir-iki tanesini geçmiş bienallerden birinden hatırladığım birçok video ve enstalasyon da bulunuyor. Çok Sesli, 27 Kasım'a kadar devam edecek, unutmayın. 


İstanbul Modern'e gitmek için ücretsiz gezebileceğiniz Perşembe'yi tercih edebilirsiniz. Çarşamba'dan hatırlatmak istedim. ;)

Üstüne de sergi yorgunluğunu atmak, yemek yemek, kahve içmek ve arkadaşlarınızla sohbet etmek için Karaköy'e doğru koyulabilirsiniz. Biz Nazire'yle öyle yaptık. Önce uzun zamandır denemek istediğim Naif'i bulduk ve yemeğimizi burada yedik. Naif, gerçekten çok keyifli bir mekan. Dekorasyonuyla, yemekleriyle, servisiyle, çalışanlarının ilgisi ve güleryüzlülüğüyle on numara beş yıldızdı bana göre. Naif'e gidip de duvarlarındaki dekoratif tabakların fotoğrafını çekmemek olmaz tabi. :) 


Ne kadar bayılsak da buraya kahve molamızı yine de Karabatak'ta verelim dedik. Sokağa atılan sandalyelerinden iki tanesini de boş bulunca keyfimiz bir kat daha arttı tabi. Akşam kahvemizi tepsiye yansıması vuran yemyeşil yapraklı bir ağacın altında, üstümüze çok hafif ve artık yakmayan güneş ışıkları sızarken, solumuzda Kilise, sağımızda Unter'e karşı içtik.


Karaköy, bu yeni haliyle İstanbul'u çok sevdiğimi bana hatırlatan yerlerin en başında geliyor, demiş miydim daha önce? Bence demişimdir. Demediysem de diyorum işte. Tadını çıkarın bu güzel semtin. 

Münih Yeme-İçme Notları

"Münih'te ne yer, ne içersiniz?" sorusunun cevabı olarak Münih'ten aldığım aşağıdaki magnetin fotoğrafını koymam bence yeterli; yazıya gerek bile yok! :) Olay budur işte: bol bol bira içersiniz (tercihen weissbier, yani buğday birası), yanında atıştırmalık niyetine pretzel alırsınız, yemek niyetine de sosis (oraya özgü olanı weisswurst, yani beyaz sosis) ve patates salatası (kartoffelsalat). 


Bu kısacık ama kapsamlı özetten sonra detaylara geçiyorum. Münih'te bir sürü bira fabrikası ve markası olduğunu söylememe gerek yok. Bunların en meşhur olanlarını şehrin metrolarındaki ilanlarda da göreceksiniz. Her birinin zincir şeklinde işletilen bira evleri bulunuyor. Şehrin her yerinde Paulaner, Augustiner, Hacker-Pschorr, Löwenbrau'nun şubelerini görebilir, biralarını içerbilirsiniz. Weissbier'ları gerçekten o kadar güzel ki sürekli "ya ben bira çok sevmem," ya da "ay bu soğukta bira içemem" diyenleri bile baştan çıkarabilir. ;) Ama dunkles adı verilen dark biranın da nefis olduğunu söylemeliyim. Bazı molalarda da onu deneyin derim. 


İso'cum beyaz sosise bayılsa da benim tercihim Berlin'den aklımda kalan currywurst'ler olduğu için genellikle onlardan ve nefis şnitzellerindenyemeyi tercih ettim. Beyaz sosisi yanında gelen senf adı verilen sosuyla yemeniz gerekiyor - zaten o olmadan bana göre pek bir şeye benzemiyor.   


Kahvaltıda bile bu bahsettiğim şeyleri yiyebilirsiniz biliyor musunuz? Güne sosis ve bira ile başlamak nasıl fikir? ;) Pazar günü müze öncesi bunu da denedik, eksik kalmadık sevgili okur. Onun dışında kahvaltı ve nefis apple strudel'leri için önereceğim yer Rischart olacak. Marienplatz'da Rathaus'a karşı bir masaya kurularak kahvaltınızı yapabilir ya da gün içinde canınız tatlı bir çörek ve kahve isterse de buraya uğrayabilirsiniz. Tabi güne aşağıdaki gibi kahvaltılarla başladıktan sonra sadece birayla da beslenmeye devam edebilirsiniz. 


Hofbräuhaus’tan bahsetmeyeceğimi düşünmediniz herhalde. Onu en sona bıraktım. Kocaman bir alana yayılmış, geleneksel kıyafetler içindeki amcaların biralarını içerek Bavyera müzikleri yaptıkları, tahta masalara sıralanmış koca grupların yüksek sesle konuşup, güldüğü, biraları yuvarladıkları, elleriyle koca butları götürdükleri bu dev birahaneyi görmemek olmaz. Bir rivayete göre meleklerin bile ziyaret ettiği, her daim bir maç öncesi barı coşkusu olan bir yer. Zaten bence şehrin tamamı koca bir Beşiktaş Kazan! :)


O yüzden bana 3,5 gün Münih yetti de arttı, sevgili dostlar. Kendimi dev bir tanker gibi hissetmeye başlamıştım her gün gözümüzü açıp litre hesabıyla bira içtikçe! Oktoberfest'i de insanın hayatı boyunca bir kere yaşaması gereken deneyimler listesinden çıkardım kendi adıma. Çünkü çadırların içinde sabahtan akşama ne yapılacağını bizzat yaşadık bence. Daha kalabalık ve gürültülüsünü denemeye gerek yok. Ama İso'cum istediği gibi erkek arkadaşlarıyla gidebilir, ellerinde litrelerce bira taşıyan göğüs dekolteli geleneksel kıyafetler içindeki sarışın ve güzel hatunların ellerinden litrelerce birasını içebilir - ki döndüğümüzden beri hayallerini kuruyor böyle bir planın.

Geleneksel kıyafetler demişken bence Münih'ten alabileceğiniz en güzel şey de dirndl (kadın için) ve lederhosen (erkek için) adı verilen bu kıyafetler olabilir. Hem çok katlı mağazalarda hem de yol üstünde görebileceğiniz pek çok butikte bunları bulmanız mümkün. Bir de havaalanından konserve weisswurst ve senf sosu aldınız mı artık İstanbul'da bir Münih gecesi yaşayabilirsiniz evde. Bazılarımıza bir de göğüs büyütme ameliyatı gerekebilir, ama ambiyans sağlayacağım diye işin suyunu çıkarmayalım değil mi? ;P


Bir gezi yazısı dizisinin daha sonuna geldik. Bakalım, sırada neresi olacak? Hepimiz için sürpriz olsun! Ama ne olursa olsun ağız tadıyla ve sağlıkla yaşayacağımız gezi deneyimlerimiz olsun. Artık İstanbul'da hayat nasıl gidiyor yazılarına dönebilirim sanırım. Burası da pek durağan sayılmaz çünkü. ;)

Nymphenburg Sarayı

Münih'te yarım günümüzü Nymphenburg Sarayı'nı gezmeye ayırdık. İyi ki de ayırmışız. Sıfır beklentiyle gittiğim, ama hem sarayı hem de içindeki müzelerini çok severek gezdiğim, küçük ama etkileyici bir saraydı. 17 numaralı tramvayla tıngır mıngır saraya gidişimiz yarım saat bile sürmedi. İndikten sonra birkaç dakika yürüyünce karşımıza saraya dair çıkan ilk manzara bu oldu.


Yaklaşık dört asır boyunca hüküm süren Wittelsbach Hanedanı'nın yazlık sarayı olarak kullanılan bu sarayın yapım fikri 1662'de doğan veliaht prens ile birlikte ortaya çıkmış.Mütevazı bir yazlık olarak başlanan binaya her gelen kral başka bir kanat, çardak, bahçe tasarımı, vs ekleyince saray giderek genişleyen gösterişli bir komplekse dönüşmüş. Ee, gösteriş kralların fıtratında var ne de olsa. :)

İçeri girer girmez karşılaşacağınız iki katlı Taş Salon'un ihtişamıyla büyüleneceksiniz. Tavandaki Johann Baptist Zimmerman'ın doğa tanrıçasına saygılarını sunan perileri resmettiği fresklere ise bayılacaksınız. Gezeceğiniz misafir odaları, çalışma odaları, yatak odaları arasında sarayın en ilgi çekici yerlerinden biri de Güzel Kadınlar Galerisi. Münih'in en güzel kadınlarının portrelerini yaptıran I. Ludwig'in koleksiyonu burada sergileniyor.


Sarayı bitirince hava güzelse bahçesinde biraz zaman geçirebilirsiniz.Sonrasında görmenizi önereceğim iki bölüm daha sizleri bekliyor. Eskiden kraliyet ahırı olarak kullanılan güney kanadındaki binanın içinde bulunan Marstallmuseum ilginizi çekecek. Kral ve kraliçelerin taç giyme törenleri sırasında kullandıkları gösterişli at arabaları ve soğuk kış günlerinde, özellikle de av sırasında kullanılan kraliyet kızakları burada sizleri bekliyor. Hepsi de birbirinden güzel!



Görmenizi önereceğim ikinci bölüm ise Porselen Müzesi. İçinde Nymphenburg fabrikasının 18. yy'dan 1920'lere kadar ürettiği porselen mutfak eşyaları ve dekoratif objelerden örnekler bulabilirsiniz. Kadınlar için daha ilgi çekici bir bölüm olsa da erkeklerin de sıkılmadan gezebilecekleri minnaklıkta bir kattan oluşuyor burası. 


Bu saray ziyaretiniz için ödeyeceğiniz toplam tutar kişi başı 10.50 Euro olacak (6 Euro saray için, 4.50 Euro da yukarıda bahsettiğim müzeler için). Eğer bahçeyi detaylı gezeceğim, oralardaki Av Köşkü'nü, Banyo bölümünü ve diğer yerleri de gezeceğim derseniz 11.50 Euro'luk her şey dahil combination ticket almanızı öneririm. 

Hepinize iyi haftalar. Münih'le ilgili son bir yazı daha kaldı. Her zamanki gibi yeme-içme-alışveriş yazısıyla kapanışı yapacağım. Hattan ayrılmayın.:)

Neue Pinakothek ve Englischer Garten

18 Mayıs Pazar günü için planımızı Münih'e gitmeden önce kafamızda belirlemiştik. Sabah kahvaltı sonrası kendimizi Pinakothek'lerden birine atacağız, öğleden sonra da Hülya ile Englischer Garten'da buluşup içeceğiz! :) Pinakothek'e gitmek için U2 hattının Königsplatz durağında inip aşağıdaki gibi müzeler ve galerilerden oluşan bu meydanı görüp yaklaşık 5 dakika yürüyebilirsiniz (biz bunu tercih ettik). Ya da yürümem, tam önünde inmek istiyorum derseniz 27 no'lu tramvay ya da 100 no'lu otobüsle müzelere gelebilirsiniz. 


Üç adet Pinakothek arasından içinde 18. yy'ın ortalarından 20. yy'ın başlarına kadar olan döneme ait yaklaşık 5000 eserin bulunduğu Neue Pinakothek'i seçtik. Burası gördüğüm en güzel sanat müzelerinden biriydi diyebilirim. Yolunuz Münih'e düşerse mutlaka uğramalısınız. İçeride Klimt'ten Gaugin'e, Manet'den Van Gogh'a kadar pek çok farklı döneme ait ressamın birbirinden güzel tablolarının yanı sıra ağırlıklı İtalyan sanatçılara ait (elbette!) nefis heykeller de vardı. Önce onlardan birkaç örnekle başlayayım:


Aşağıda değişik sanatçılardan birkaç resim bulunuyor. Sol üst köşedeki yer tanıdık geldi mi? Portovenere! Tabi biraz makyajsız hali, 1827'den kalma. Neyse ki bizdeki gibi düğün makyajı falan yapmıyorlar da güzel şehirlerine 2014'te de kendilerini tanıyabiliyor ve hatta güzel bulabiliyoruz. Leo von Klenze'nin tablosuymuş bu arada. Hemen altında Arnold Böcklin'in Playing in the Waves tablosu bulunuyor ki ben bu tablodaki adamların hal ve bakışlarından hiç hoşlanmadım doğrusu! Şahsen ben olsaydım orada cıbıldak halde onların yanında dalgalarla boğuşmak yerine çoktan peştemalime sarınmış uzaklaşıyor olurdum. :) Yanındaki Carl Spitzweg'in Meteliksiz Şair'i ve Waldmüller'in Genç Köylü Kadın ve Üç Çocuğu da favorilerimdendi. 


Sırada Edvard Munch'un Kırmızı Elbiseli Kadın'ı, Rodin'in Kırık Burunlu Adam'ı ve Manet'nin Monet ve karısıyla birlikte bir nevi stüdyolarından biri sayılan sandalında resim yaparkenki halini resmettiği çalışmalar var. 


Ve altın vuruşu Van Gogh ile yapıyorum sevgili okur. Dünya gözüyle şu meşhur Ayçiçeklerini gördüm ya, işte şükürler olsun demek için bir neden daha benim için. Sağda Auvers, solda ise Arles var bu arada yine Van Gogh'un gözünden. 


Bunları ve daha pek çok muhteşem eseri gördükten sonra artık bir bira molası vermeyi hak ettik bence. Sıradaki durak Englischer Garten yani English Garden yani İngiliz Bahçesi. Bahçe dediğime bakmayın, 4 kilometrekareye yayılan çok geniş, yemyeşil, doğayla baş başa kalabileceğiniz bir park burası. İçinde elbette bira bahçeleri de bulunuyor, ne de olsa Münih'teyiz. :)

Şansımıza hava harika. Yani evet montlarımız var üstümüzde ama güneşli bir öğleden sonra olduğu için güneş alan banklarda sadece gömlekle bile oturabiliyoruz. Hülya'nın önerisiyle canlı müzik yapılan Chinese Tower'ın yanındaki bira bahçesinde en prim yapan yerler olduğunu öğrendiğimiz güneşli banklardan birine kuruluyoruz. :) Ve İso'cum da biralarımızı, sosislerimizi ve pretzelimizi getiriyor. Değmeyin gitsin keyfimize o zaman. 


Bu harika havada saatlerce sohbet ediyoruz. Uzun zaman olmuş sosyal medya dışında görüşmeyeli. Eskilere gidiyoruz, yenilere dalıyoruz, bir rakı sofrası muhabbeti kadar olmasa da birayla da memleket kurtarılabiliyormuş, deneyerek öğreniyoruz. ;) Akşama doğru hafiften ürpermeye başlayınca, Hülya'nın ertesi gün gitmesi gereken bir işi olduğunu fark edince ve daha metroya kadar yürüyeceğimizi düşünerek istemeden de olsa kalkıyoruz buradan. Tadı damağımızda kalan keyifli yerlerden biri oluyor orası ve o gün. Englischer Garten'a uğrarsanız güneşli bir güne, buz gibi biralara ve keyifli dost sohbetlerine denk gelmeniz dileğiyle... Buraya yeterince zaman ayırdığınızdan emin olun derim. 

Sırada Nymphenburg Sarayı var. Takipte kalın...

Bepanthol'le Aşşk Kahve'de Buluştuk

Perşembe günü bloggerlar olarak yıllardır değişmeyen kalitesiyle, hemen her evde bulunan ve muhtemelen bebeklerden yetişkinlere kadar hemen her cilde dost, mavi-beyaz tüpteki Bepanthol'ün #CildimiSeviyorum etkinliği için yıllardır aynı kalitede hizmet veren İstanbul'un en güzel kafelerinden biri olan Kuruçeşme Aşşk'ta bir araya geldik. 

Aşşk Kahve bize mükellef bir kahvaltı hazırlamış, Bayer, Bepanthol ile ilgili şirket yetkililerini bizlerle buluşturmuş, Hürriyet Aile uzmanlarından Dermatolog Özge Ayabakan da sorularımızı yanıtlamak ve bizleri bilgilendirmek için hazır ve nazır buluşmaya gelmişti. O zaman bize de çaylarımız, kahvelerimiz eşliğinde Bepanthol'ün kullanım alanlarını ve yazın da sağlıklı bir cildin sırlarını öğrenmek kalıyordu.


İtiraf ediyorum, önce biraz "yanlış yerde olabilir miyim acaba?" diye düşündüm. Çünkü ilk başlarda en çok bebekte pişik ve hamilelikte çatlak temalı konuşmalar döndü. Dido'nun da Instagram'a koyduğum etkinlik fotoğrafının altına "Halası Duru da bir tane pişik kremi istiyor, çok memnunmuş," yazmasından sonra tam ortamdan sıvışmak üzereydim ki sohbet hormonlardan arınarak bizleri de kapsamaya başladı. ;)  

"Bizler" bayıla bayıla eline ve yüzüne Bepanthol süren, onun nemlendirici etkisini hiçbir şeye değişmeyenleriz. Kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim ki özellikle yazın güneşin altında yıpranan, kışın da dışarının soğuk içerinin kalorifer sayesinde kurumuş havasından dolayı iyice hassaslaşan cildim için Bepanthol kullanmayı tercih ediyor ve faydasını görüyorum. Bunun da en önemli nedeninin kremin içeriğindeki Provitamin B5 olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Bepanthol'ün içeriği ve ürünleri hakkında daha detaylı bilgi almak için buraya tık tık. 

Yazın sağlıklı bir cilt için neler yapmanız gerektiğini merak ediyorsanız da aşağıdaki fotoğrafa bakıyorsunuz.


Ya da daha da özet olarak hediye kutumuza da bakabilirsiniz: 


1) Güneş gözlüğünüz olmadan çıkmıyorsunuz,
2) Bol bol su içiyorsunuz,
3) Bepanthol'süz asla diyorsunuz! ;)

Bu güzel etkinlikte emeği geçen herkese teşekkürlerimi gönderiyorum.
Sağlıklı ve güzel bir yaz, bir kış, bir ömür dileğiyle... 

Bir Ara Münih'e Gitmiştik Biz, Değil Mi? :)

16-19 Mayıs tarihleri arasında 3,5 günlük bir Münih gezisi yapmıştık İso'cumla ama araya giren pek çok şeyden dolayı yazacak zamanı ancak bulabiliyorum. Mayıs'ta Münih nereden aklımıza geldi derseniz, buranın zaten İso'cumun hiç aklından çıkmayan bir yer olduğunu belirteyim. Bunun nedeninin tamamen midesel olduğunu biliyorum. Tıpkı Londra'ya bayılmasının en önemli nedenlerinden birinin pub ortamları olması gibi Münih aşkının da en büyük nedeni sosis ve bira ikilisi! O yüzden bana da Münih'i göstermek için yanıp tutuşan kocama elbette hayır demedim. Yine bir son dakika planıyla atlayıp gittik Bavyera'nın başkentine. Az zamanda dersime yeterince çalışıp çalışmadığım konusunda da hiç tereddüt yaşamadım neyse ki, çünkü yanıma yıllardır orada yaşayan ODTÜ'den arkadaşım Hülya'nın detaylı bir e-mail olarak bana attığı yapmam gerekenler listesini aldım. E İso'cum da bira-sosis adreslerini biliyor nasılsa. Oh be, bu gezide pek rahatım! :)



Ama gitmeden oteli ayarlamam gerekiyor değil mi? Bu kez booking.com'dan değil lastminute.com'dan güzel bir fırsat yakaladım. Yalnız bu bir "top secret deal". Harita üzerindeki yerini, merkeze yakınlığını, dört yıldızlılığını ve fiyatını görüp ödemeyi yapıyorsun, sonra rezervasyon detayları mailine geldiğinde oteli öğreniyorsun. Tavsiye ederim, bu fırsatları kaçırmayın. Bu sayede süper bir fiyata dört yıldızlı Four Points by Sheraton Munich Central'de kaldık. Tertemiz, metro durağına yakın, odalarının genişliği ve rahatlığıyla nefis bir oteldi. Oktoberfest dönemi için de ideal olabilir, çünkü festival alanına yürüme mesafesinde. Litrelik biraları devirip yuvarlayıp otele yürüyerek -mümkünse devrilmeden!- gitmek paha biçilmez olsa gerek, ama o dönemde ne gizli ne aleni bir fırsat yakalayabileceğinizi pek sanmıyorum. Wi-fi lobide ücretsiz, o yüzden güne başlamadan orada bir beş dakika mola vermeden olmaz! :)




Bavulları bıraktığımıza göre gezmeye başlayabiliriz. Day ticket'lar 24 saat her ulaşım aracında geçerli ve partner ticket adı verilen 2-5 kişi için geçerli olanları fiyat açısından daha avantajlı. Şehrin kalbinin attığı yer Marienplatz. Burada Rathaus (Belediye Binası) ve bizim gittiğimiz dönem bir tadilat çalışmasının yapılmakta olduğu Frauenkirche (Church of Our Lady) adlı şehrin en önemli kilisesini görmeniz gerekiyor.  Bu bölgedeki ana ve ara caddelerin tamamı alışveriş için de tercih edebileceğiniz yerlerin başında geliyor. Bütün markaları ve Galeria Kaufhof ya da Karstadt gibi çok katlı mağazaları bir arada bulabilirsiniz. 

(Rathaus, St Mary Sütunu ve Balık Çeşmesi bir arada)

(tadilat halindeki kiliseyi en iyi nasıl görürüm diye tur atarken kilise dışında gördüklerim.:) )

Ana cadde boyunca yürüyerek Viktualienmarkt'a kadar devam etmenizi ve öğle yemeği molasını buz gibi bir bira eşliğinde burada bir şeyler atıştırmaya ayırmanızı öneririm. Her yer büfeler, biracılar ve istediğinizi alıp oturabileceğiniz tahta masalar ve banklarla dolu keyifli bir yeme-içme-pazar yeri burası. Yemek sonrasında sosis, peynir alışverişi yapabileceğiniz şarküteri dükkanlarını, çiçekçileri, ortada kurulan ve hediyelik eşyalar satan stantları gezebilirsiniz. Keyifli bir yer.


Daha sonra sizi Isar Nehri kıyısına alacağım. Burada yemyeşil ve nefis bir manzara eşliğinde biraz yürüyerek Deutsches Museum'a geleceksiniz. Biz ilgimizi çekmediği için gezmedik, çünkü burası uygulamalı bir bilim ve teknoloji müzesi. İlginizi çekiyorsa mutlaka görmelisiniz, çocuklarınızla gidiyorsanız mutlaka onları götürmelisiniz. 


İso'cumun daha önce gezdiği ve ehliyeti ile olmayan benim gibi birinin elbette hiç ilgisini çekmeyen BMW Müzesi de şehrin en ilgi çekici duraklarından elbette. Siz bana bakmayın, gezin sevgili okurlarım. ;) Hemen yanında  1972 Yaz Olimpiyatları için kurulmuş Olympiapark da yüzmeyi, koşmayı, gülle atmayı falan düşünmediğimiz için kulesini görüp, içinde minik bir tur atıp döndüğümüz yerlerden oldu. Kuleden Alpler'e kadar manzara görülebileceği rivayet edilse de deneyimli  turistler olarak artık az çok neler göreceğimizi bildiğimizden buraya çıkmadık. Sinema, konser, bitpazarı gibi spor dışında pek çok farklı etkinliğin de yapıldığı bu parka belki böyle bir sebep için uğramak daha keyifli olabilir. Gittiğiniz dönem ne var ne yok diye programa bir göz atın derim. 

(BMW Müzesi ile Olympiapark arasında Fazıl Say konser afişi görmek paha biçilmez.)

Bu arada şehrin en önemli sanat müzesi Pinakothek. Müzeler kompleksi desek de olur buraya çünkü üç kocaman bina ve üç ayrı müzeden oluşuyor aslında: Alte Pinakothek, Neue Pinakothek ve Pinakothek der Moderne. Pazar günleri hepsine giriş sadece 1 Euro, unutmayın. Biz içeriklerine bakarak Neue Pinakothek'i gezdik ve bayıldık. Üstüne de Hülya ile Englischer Garden'da bulunan Chinese Tower'ın önündeki bira bahçesinde buluşup içtik. Bu paragrafı ayrı bir yazı olarak, bol fotoğraflı göreceksiniz.;) Aynı şekilde yarım günümüzü ayırdığımız Nymphenburg Sarayı'nı ve bira duraklarını da öyle. 

(Fotoğrafı Foto Flu çektiği için halimiz malum! Neyse ki Hülya'nın elinden çıkan çok güzel fotoğraflarımız da var o güne ait. :) ) 

Açılış yazısını yazmış olayım. Ne de olsa başlamak bitirmenin yarısıdır derler. Bakalım öyle miymiş göreceğiz. :)

İki Film & Bir Kitap

Hafta sonunun bilançosunu başlıkta özetleyerek aralarında en sevdiğim olan Büyük Budapeşte Oteli filmiyle anlatmaya başlıyorum. İzleyen arkadaşlarımdan çok methini duyduğum, Berlin Uluslararası Film Festivali 2014'ün açılış filmi olan ve Wes Anderson'ın yönettiği bu filmi çok sevdim. Senaryoyu da Hugo Guinness ile ortak yazan Wes Anderson'ın bu esnada Stefan Zweig'ın çalışmalarından yararlandığı belirtiliyor. Masal tadında bu filmde Jude Law, Edward Norton, Willem Dafoe, Tilda Swinton ve daha pek çok ünlü oyuncuyu göreceksiniz, ama benim canım Ralph Fiennes'im en bi baş rolde. Bu arada ünlü oyuncu bolluğu olan filmlerin hayal kırıklığı yaratma olasılığının da yüksek olmasına dair batıl düşüncemi desteklemeyen bir film olduğu için çok mutluyum. 

Hayali Zubrowka şehrinde bulunan ihtişamlı Büyük Budapeşte Oteli'nin concierge müdürü Gustave rolünde. Hepsi birbirinden zengin, yaşlı, kendine güvensiz, kibirli, yalnız ve "sarışın :)" olan düzenli müşterileri için bir vazgeçilmez olan Gustave, bir yandan da bellboy olarak işe alınan mülteci Zero'yu (Sıfır) eğitmektedir. Yalnız araya ilgilenmeleri gereken bir cenaze girer: otelin -ya da daha doğrusu Gustave'ın- yaşlı ve zengin müşterilerinden Madam D'nin şüpheli ölümü ve miras davasında Gustave'ın da adı geçmektedir. Hem de başrollerde. O zaman macera başlasın! :) Çok keyif alarak, roman okurmuş gibi izlediğimiz bu filmi sizlere de öneriyorum. Çok seveceksiniz. 

Sırada geçen haftaki Bozcaada seyahati hatırına izlediğimiz, "olsa da olur, olmasa da olur" bir film olduğunu düşündüğümüz  Bi Küçük Eylül Meselesi var. Zengin ve şımarık İstanbul kızı Eylül (Farah Zeynep Abdullah) ile Bozcaada'da münzevi bir hayat sürdüren, sosyal anlamda özürlü sayılabilecek, çirkin karikatürist Tek'in (Engin Akyürek) yaşadıkları aşkımsının hikayesi anlatılıyor filmde. (Yo dostum yoo, buna aşk mucizesi falan diyemeyeceğim!) Biraz eski Türk filmlerinin dalga geçtiğimiz klişelerine sahip bir film olsa da Bozcaada görüntüleri, Eylül'ün güzelliği ve Tek'in çirkinliğini (çirkin adam olarak başka birini bulamadınız mı yahu? Memlekette de en bol olan şey halbuki!) evde oturup izlemek zaman kaybı sayılmaz. Biraz da gözyaşlarımıza oynamış filmin  hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yapan Kerem Deren, ama canı sağ olsun, kızmıyorum. ;) Adanın sonbaharda nasıl olabileceğine dair bir fikir verdiği için de filme ekstra bir teşekkür daha göndereyim. Canımız çekti o sükunet dolu, neredeyse insansız yaşamı desem yeridir. Bol vaktiniz varsa izleyin. 


Kitap için de çok bol vaktiniz varsa okuyun diyeceğim. Zira nasıl sonuna kadar okudum bu 680 sayfalık kitabı bilemiyorum, çünkü başından sonuna kadar "hiç sarmadı bu kitap beni" diye yorum yapmaya devam ettim. Aslında sıkıldığım bir kitabı ve filmi anında bırakmasıyla bilinen bir kişi olarak bu kitabı ısrarla sonuna kadar okumamla ilgili gizem hâlâ çözülmüş değil! D. H. Lawrence'ın Oğullar ve Sevgililer'inden bahsediyorum, sevgili okur. (Özellikle şu basımını) eline almadan önce dikkat!


İngiliz ve dünya edebiyatının en ünlü isimlerinden biri olan D.H.Lawrence'ın en başarılı romanı sayılan bu klasiği belki de çevirisi nedeniyle çok sevemedim, emin değilim. Ama ta yazlıkta annemden aldığım, Bozcaada'ya götürdüğüm ve İstanbul'da da elimde süründürdüğüm bu romanı en azından bitirmeyi başararak "okuduğum klasikler" listesine bir tık daha atabilmenin haklı gururunu yaşamaktayım. Kitapta bir madenci ailesinin yaşamına dahil oluyoruz. Dört çocuğu olan bu ailenin çekip çevireni Bayan Morel karakteri. Baba Bay Morel ise madenden bara, sonra da sarhoş olarak eve gelerek dünyadaki çilesini doldurmakla pek meşgul! Annenin oğullarına fazla düşkün olması, özellikle uzun süre yanında kalan -ve bir daha da yanından ayrılamayan- ortanca oğlu Paul'e hastalıklı ölçüde düşkünlüğünün çocuğun yetişkinlik hayatını nasıl etkilediğini üzücü  örneklerle görüyoruz. Paul, annesinin "proje çocuğu" olarak (ki en tehlikeli modellerinin erkek çocuklar olduğunu düşünürüm) ömür boyu kadınlarla kuramadığı ilişkilere, yani  bir nevi yalnızlığa mahkum ediliyor. Tabi yazar sağ olsun (biraz geç oldu sanırım bunun için) bunu öyle bir içinizi sıkarak anlatıyor ki gidip hem Paul'e hem Bayan Morel'e iki tokat atmak, Paul'ü ayrı bir ülkede iş sahibi yapmak, birkaç sene içinde evlendirmek, ancak çocukları olduktan sonra falan da annesinin elini öpmek için bir 3-5 günlüğüne yanına gitmesine izin vermek, gözlemci olarak da başında durmak istiyorsunuz! :) "Erkek anneleri, n'olur dikkatli olun. Kendini padişah sanan, yalnız ruh hastaları yetiştirmemek elinizde!" sosyal mesajımı da vererek isterseniz okuyun bu kitabı, size mani olmayayım diye ekleyeyim. 

İyi haftalar!