Son İzlediklerim

Filmleri ihmal etmişim bu aralar. O zaman önce roman gibi, tiyatro gibi, İstanbul gibi, aşk gibi bir film olan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'dan bahsedeyim. Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları'nın baş rolleri paylaştığı aynı adlı İlhami Algör romanından uyarlanan şahane bir film bu. Romanı okuyanlar belki beğenmez, ama ben okumadığım için uyarlama başarısı konusunda yorum yapamayacağım. Yine de başlı başına güzel bir film. Arif ve Müzeyyen karakterleri için daha uygun iki oyuncu düşünemiyorum. Bu kadar mı cuk oturmuş tipler olur. Filmde elbette bir aşk hikayesi var. Nedensiz bir şekilde kadının gidişiyle biten, ama erkeğin kafasında bitemeyen, hatta kendini ve aradığı kadının nasıl bir kadın olduğunu daha fazla sorgulamasına neden olan bir aşk bu. Hem aşk hem film anlamında alışılageldik olmayan, iç seslerle ve kafa baloncuklarıyla dolu değişik bir şey çıkmış ortaya. Ben sevdim doğrusu.   


Sırada Dalida var. 2016 yapımı Lisa Azuelos filminde bir zamanların müzik ikonlarından Dalida'nın öz yaşam öyküsü anlatılıyor. Bu ismi ve hikayesini bu filmle birlikte duymama rağmen çok severek izledim ve etkilendim. Kahire'de doğan, ama 20'li yaşlarından itibaren Fransa'da yaşayan Mısır asıllı İtalyan bir ailenin kızı Dalida. Asıl adı Yolanda Christina Gigliotti. Yaşadığı fırtınalı hayat, aşkları, çoğu o aşklardan doğan ve birçoğu da kulağımıza tanıdık gelen şarkıları, aldığı ödüller ve 54 yaşında "Hayat benim için katlanılmaz hale geldi. Özür dilerim." notuyla intihar edişi... Nispeten kısa bir ömre sığdırılan çok renkli, çok canlı görünen ama çok da eksikleri olan bir yaşam. Dönem kostümleri, dekorları nefisti bu arada. Dalida'yı canlandıran Sveva Alviti'ye de bayıldım. İlginç bir hikaye, izleyin derim. 


Kaybedenler Kulübü'nün ilk filmine öyle böyle bayılmamıştım. Yazısı burada, buyrunuz. Kaybedenler Kulübü Yolda'da ise öyle böyle sıkılmadım. Nejat İşler her şeyi kurtarır benim gözümde ama bu sefer o bile yeterli olamadı. Bezgin çevirmeni oynayan Rıza Kocaoğlu da öyle. Canınızı motorla Ege'ye inmek istetebilecek türden manzaralara ve deniz kenarında tahta masalarda içilen rakılara ev sahipliği yapması dışında oldukça zorlama bir film olmuş bana göre. O yaş grubunun ergen gibi takılmasının iticiliğine de hiç gelmiyorum bak, hayat tarzlarına karışmayız biz! ;P Ama olmuyor evladım ya. 55 yaşında hala her gün hatun düşürmeye çalışalım, alkolikliğin dibine vuralım, dünya bir tarafımızda ahiret bir tarafımızda yaşayalım havaları hiç de rock'n roll ruhu ve carpe diem felsefesi cool'luğunda ve keyfinde değil hani. Pöff, müziğinden senaryosuna, diyaloglardan başrol kadın oyuncusuna kadar bir sürü şeyini ciddi sevmedim yani, o yüzden uzatmayayım. İsterseniz izleyin.


Methini çok duyduğum Loveless -yani Sevgisiz- filmini de izledim geçen hafta. Leviathan filmini de yönetmiş olan ünlü Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in son filmi bu. Rus toplumunun ve aile yapısının bir eleştirisi olarak da düşünülebilecek son derece gerçekçi ve iç sıkıcı bir film. Yani güzel anlamda iç sıkıcı çünkü gerçekten 12 yaşındaki Alyosha'nın içinde bulunduğu o sevgisizliğin had safhada hissedildiği aile ortamı ancak bu kadar az, öz ve gerçek anlatılabilirdi. O kadar ki boşanmak üzere olan annesi ve babası çocuklarının eve gelmediğini bile iki gün sonra fark edip polise haber veriyorlar! Ama Instagram hesaplarını güncellemeyi, yeni sevgilileriyle sevişmeyi, muhafazakar iş yerine boşanma durumunu nasıl çaktırmam diye düşünmeyi ve içinde asla çocuklarının yer almadığı yeni hayatlarını planlamaya devam etmek için bol bol zamanları ve dikkatleri var. İnsanın içini acıtan, ailenin ve anne-babalığın sorumluluğunu ve herkese göre olmadığını vurgulayan bir film. En İyi Yabancı Film dalında bu yılki Oscar'a aday olup kazanamasa da gönlümüzün kazananı oldu diyebiliriz. 


Merak ettiğim bir sürü film var bu aralar, ama neden bilmem film izleme sıklığımız azaldı. İsocum'un seyahat sıklığının artması ve Netflix bu durumun baş sorumlusu bence. Yine de elimizden geldiğince takibe devam.

Size de iyi seyirler. 

Elia ile Yolculuk

Elia Kazan hakkında ismi ve Türk asıllı bir yönetmen olması dışında hiçbir şeyini bilmediğim halde Zülfü Livaneli yazdığı için bu kitabı okudum. Zülfü Livaneli sanırım kendisine karşı derin bir muhabbet duygusu beslediği için duygusal bir anlatımla söz etmiş ünlü yönetmenden. Oysa ki o "Anadolu gülüşü" olarak adlandırdığı gülüşün "işini bilirlik hınzırlığı" olduğu pek net anlaşılıyor adamın karakterinden. ;) 

Yaptığı işler ne kadar başarılı olursa olsun McCarthy komisyonu soruşturmasında komünist arkadaşlarını ele vermiş olması saygı duyulası bir karakter olmasının önünde büyük bir engel bana göre. Ömür boyu bunun vicdan azabını çekmiş olsa da -ki ne kadar çekerse azdır- sonuçta ideallerini, arkadaşlarını, yola birlikte çıktığı insanları yarı yolda bırakan biri olarak anılmayı hak etmiş biri. Yaşlılıkta -hatta giderayak- çekilen vicdan azapları bana göre değil. Zamanında bunu yaşayıp, o vicdan azabından kurtulacak bir şeyler yapabiliyorsan -hem kendin, hem de haksızlık ettiğin kişiler için- o zaman saygıya değersindir.


Tabi ki bunlar benim düşüncelerim. Yoksa Marlon Brando, Anthony Quinn gibi sanatçıları sinemaya kazandıran, bir dönem Marilyn Monroe ile aşk yaşayan, Robert de Niro ve Martin Scorsese'nin kendisine evlat gibi davrandığı, yaşam boyu onur Oscar'ı dahil üç Oscar alan bir sinema adamının genel anlamda hayattaki başarısını eleştirmek/sorgulamak bana düşmez.  Yine kitapta okuduğum bir Tennessee Williams alıntısını da tam burada paylaşmak yerinde olur: "Dünyada iyi insan, kötü insan diye bir şey yoktur. Herkes birbirini kendi egosunun çatlaklarından izler, hayat bir yanlış anlamalar bütünüdür."

Son yıllarında, yorgun bünyesini ta Amerika'dan kaldırıp Kayseri'de ana-baba toprağına getirmeyi beceren ve ailesiyle ilgili de içinde pek çok yara ve hesaplaşma duygusu barındıran bu yaşlı adamın üzüntü ile ilgili öğüdü de kayda değer. "Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.Zülfü Livaneli üzüntü-acıma-yazıklanma-pişman olma gibi kavramlara çok yabancı olarak tanımladığı Elia Kazan'ı bir savaşçı olarak nitelendirmiş. Bense üzüntü ile ilgili söylediklerine bir derece katılsam da daha çok bencil-duyarsız-uzak bir karakter olduğunu düşündüm okurken. 

Kitaptan bir alıntı  da rakıyla ilgili olsun: "Türkler ve Yunanlılar rakıyı efkarlanmak ya da efkar dağıtmak için içerlerdi. Efkâr, fikirler demek ama bizlere göre fazla fikir üzüntü anlamına geldiğinden, bazen hüznün dibine vurmak, bazen de bu etkiden kurtulmak için rakıya sarılırız." O zaman caanım Yunanistan'a selam olsun diye alakasız bir şekilde kapatayım bu yazıyı. ;)

Kitabı da illa okuyun demem, ama neticede 114 sayfalık bir çıtır çerez, hani Livaneli hatrı var falan derseniz, siz bilirsiniz. Ayrıca kitap boyunca yer alan M.K. Perker illüstrasyonlarına da bayıldığımı söylemem gerek. Onun hatrına da da okuyabilirsiniz bak kitabı. ;)

Sergi Haberi: Hasar Katsayısı @Krank Art Gallery

ÖZGE ENGİNÖZ “HASAR KATSAYISI / DAMAGE MULTIPLE”
29 Mart 2018  – 05 Mayıs 2018

KRANK Art Gallery, Özge Enginöz’ün “Hasar Katsayısı / Damage Multiple” adlı solo projesine ev sahipliği yapıyor. Sergi, günümüzün temel problemlerinden “hasar” kavramına, sanatçının çeşitli ilişki biçimlerini irdeleyen interdisipliner çalışmalarıyla odaklanıyor.
“Hasar, günümüz insanının temel problemlerinden biri bir bakıma. Yeryüzüne ilk adımı atar atmaz başlıyor. Evde, sokakta, iş yerinde bireyi sarmalayan şiddet, hızlı bir duyarsızlaşma süreci ile bireyin ve toplumun ‘’hasar katsayısını’’ arttırıyor. Çoğu zaman kendimizde başlayan bu ‘’yolculuk’’ kendimizden ötekine giderken hasar verici özelliğini de yanında götürmeyi ihmal etmiyor!” 
En genel tanımıyla doğanın veya doğal olmayan olayların yol açtığı bir durum olan hasar, belirli ilişki biçimlerinde de karşımıza çıkan bir kavram. Özellikle insan ilişkileri ve kaynaklara olana bağımlılığımızda yüksek etkili sonuçlara yol açan bir özelliğe sahip. Kavram, Özge Enginöz’ün çalışmalarına interdisipliner üretim anlayışıyla ve çoklu doğasıyla yansıyor.


Projenin çekirdeğini Enginöz’ün sanatçı Bernhard Cella tarafından düzenlenen “Matbu Bir Mekan Olarak Kitap” atölyesinde ürettiği eser oluşturuyor. “Aşk, Hasar, Kusur’’ adlı (aynı zamanda nesne-kitap) olan eser, rastgele seçilmiş İbn-i Sina’nın “Aşkın Mahiyeti Hakkında Risale”sinde geçen Zarif ve yiğit kimselerin güzel yüzlere karşı duydukları aşkın anlatılması” alıntısıyla ve sahaflardan toplanmış buluntu fotoğraflarla şekilleniyor. İç bölümde yer alan hasar grafiği ise güçlü ve basit bir unsur olan ateşle bağlantılı. Kitaba eşlik eden videoyla kitabın ateşlenme anına tanıklık ediliyor.
Yapmanın Ölçülebilir Evrenini Terk Etmek
Sergide büyük boyutlu tuval yorumları veya gerçek malzeme kullanımıyla Doğanın minör sembolleri olarak karşımıza çıkan ağaç imgeleri, modern dünyanın kaynaklarla zarar görme katsayısı yüksek ilişkilerine göndermeler taşıyor. Simbiyotik (ortak yaşam) döngülerde okunabilecek bu karşılıklı yapılar ise Enginöz’ün özellikle kav mantarları ile yaptığı işinde somutlaşıyor. Üstünde yaşadığı ağaca çürüme yoluyla zarar verse de onların ölümünden sonra bile yaşamaya devam eden kav mantarları uygarlık tarihinde, içinde kor taşınabilen ve tıpta kanama durdurucu olarak kullanılan önemli bir bitki. Sanatçı mantarların içinde kor taşınabilmesi özelliğine odaklanarak yaptığı yerleştirmesinde, doğal malzemeyi doğal olmayan beton bloklarla sunarak yaşam biçimlerimizin çevremizde yol açtığı tahribatı görselleştiriyor.
Öte yandan aşkın kendisi de yaşam için gerekli fakat “öteki” ne duyulan şiddetiyle yakıcı olarak yani çifte doğasıyla var olabilen bir ilişki biçimi. Böylece karşılıklı etkileşimi aşk içinde de gözlemlenebilen “hasar” bir tür ortak yaşantı referansını kazanıyorken, sonuçta yıkıcı olduğu kadar yapıcı bir işlev de üstlenebiliyor.
Hasar Katsayısı / Damage Multiple  05 Mayıs’a kadar Krank Art Gallery’de görülebilir.
İyi haftalar!

Kendine Has Sergi

En sevdiğim Türk birası Bomonti'nin Kendine Has Sergi'sini görmesem olmazdı. Semte adını veren Bomonti Bira Fabrikası'nın dününün ve bugünün anlatıldığı ve Deniz Müzesi'nin en alt katında yer alan sergiyi ücretsiz gezebiliyorsunuz.  O dönemin sosyal yaşamını da şekillendiren  ve adeta Almanya'daki biergarten'lar tadında görünen bira bahçelerinde çekilmiş fotoğraflara baktıkça bir of çekebilirsiniz. Bugün serginin haberini veren Hürriyet'te "bira" kelimesi kullanılmıyor, öyle düşünün yani. Üstelik bu daha Demirören grubuna satışı gerçekleşmeden önceki durum. Aman neyse, ben artık ülkeyi kafamda bitirmiş, kendime has bir yaşam sürüyordum, değil mi,  boş vereyim bunları. 


Türkiye'nin önde gelen koleksiyonerlerinden Mert Sandalcı'nın müzayedelerden, sahaflardan, ilgili kişilerden topladığı pek çok resim, bardak, bardak altlığı, levha, bilet, vs gibi eşyalar bir süre sonra Anadolu Efes tarafından satın alınmış.Burçak Madran'ın küratörlüğünü yaptığı sergiyi 12 Nisan'a kadar gezebilirsiniz.  


Gördüklerinizin dışında anılar ve hikayelerin anlatıldığı videolar ve ses kayıtları da var. Ayrıca bira bahçesi gibi düzenlenmiş bir alanda dönem giysileriyle fotoğraf çektirebileceğiniz bir bölüm bulunuyor. Tam Instagram'lık yani, koşuuun! ;)


İştahsızlara, kansızlara, süt veren annelere çok iyi gelen malt hülasasını her eczanede bulabiliyormuşsunuz mesela o dönem. 


Ya da Bomonti Bahçeleri'nde Safiye Ayla'yı dinlemek nasıl olurdu, bir düşünsenize. 1890'larda başlayan Bomonti Fabrika'nın öyküsü 2018'de yeni bira çeşitleriyle devam etse de hiçbir şeyin eski tadının olmadığının ne yazık ki farkındayız. 


Yanlış dönemde yaşıyorum galiba, hissi uyandıran bu sergiyi 12 Nisan'a kadar gezmeyi unutmayın olur mu? Bira bahçesi tadında olmasa da Beşiktaş'ta nefis pub'lar var, çıkışta birer Bomonti içersiniz artık üstüne. ;)

İyi hafta sonları!

Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura

Bütün romanlarını çok severek okuduğum Ayfer Tunç'un son romanı Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura' Can Yayınları'ndan çıkar çıkmaz aldım. Bitirir bitirmez de darmadağın olmuş halimle oturdum bilgisayarın başına yazmaya. Umut ve Sanem'in hem birlikte hem ayrı ayrı hikayeleri beni çok derinden etkiledi. Bundan önceki Dünya Ağrısı romanıyla da kalbimi ağrıtmıştı Ayfer Tunç, bu kez ağrıtmakla kalmayıp paramparça etti. Evet, iç açıcı bir hikaye değil. Zaten nasıl iç açabilir ki her an ölüme bir adım daha yaklaştığını kesin bir netlikle bildiğin bir hastalık varsa baş köşede? Ama gerçekten okumaya çok değer, çok etkileyici bir kitap bu. Kesinlikle tavsiye ediyorum. 


Bir aşk hikayesi gibi görünse de aslında aile travmaları (ki en sevdiğim konudur kendisi), kader ve acıların ele alındığı bir nevi "yalan dünya" hikayesi bu. Hem İstanbul hem New York'ta geçiyor, dolayısıyla araya acı nedeniyle konan ve acı çektiren bir mesafe de var. Hasta olan kadar hastaya aşık olanın da son derece dramatik bir yaşam öyküsü var ve boğazınızı düğüm düğüm ediyor bunca acı.

Alıntılar

* "Abim buna gerçekten güldü, gülüyormuş gibi yapmadan, kahkahayla. Gülerken acıyı unuttu. Gülmek varlığı ele geçirebilir diye düşündüm. Kısacık bir an için bile olsa gülmek pusuda bekleyen ölümü yenebilir. Bu yaşamaktır. Yaşamak zaten anlık bir şeydir. "

* "...Sızlanmayı seviyor... Bütün yenilmişler gibi geçmişine ağlayarak ve hayatına küfrederek yaşamaktan hoşlanıyor..."

* "Bir tabancam yok, çünkü intihar aklı başında bir iş gibi görünebilir."

* "Onları üzmemek için nasıl çabaladığımın farkında değiller. En soru da bu. Sevilmenin; olduğun gibi, acımayla ve acıyla sevilmenin nasıl ağır bir yük olduğunu bilmiyorlar."

* "Ya 'aburnee: Beni sen göm, senden önce ölmek istiyorum çünkü seni kaybetmeye dayanamam."

Ayfer Tunç hep yazsın, biz de hep okuyalım onun kaleminden ve kalbinden çıkan satırları. Üzecekse o üzsün bizi, ben razıyım şahsen. Ve çok normal bir süre olduğunu biliyorum ama yine de umarım bu kez dört yıl beklemeyiz sıradaki romanını okumak için.

İyi haftalar!

Hayvan Çiftliği

George Orwell'in meşhur romanını ve hikayesini bilirsiniz. Ama bu kadar güzel sahneye uyarlanabileceğini bilemeyebilirsiniz. Yönetmenliğini Yiğit Sertdemir'in yaptığı ve Peter Hall tarafından sahneye uyarlanmış bu müthiş klasik Altıdan Sonra Tiyatro ve D 22 ortak yapımı olarak sahneleniyor. Tiyatro severlere sesleneyim buradan: çok etkileneceğinize emin olduğum bu harika oyunu lütfen kaçırmayın. 



İngiltere'de çiftlik sahibi Bay Jones'un gözetiminde yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren, köle gibi çalıştıran, haklarını gözetmeyen insan sahiplerine karşı ayaklanarak yönetimi ele geçirirler. Kendileri için çiftlikte daha eşitlikçi bir düzen kurmaya karar veren hayvanlara domuzların liderlik etmesine karar verilir, çünkü onlar aralarında en akıllılarıdır. İlk başlarda işler yolunda gibi görünse de bir süre sonra bir terslik olduğu açıkça ortaya çıkar. Hayvanlar eskisinden çok ve kötü şartlarda çalışmakta, aralarında belirledikleri kurallar domuzlar tarafından açıkça çiğnenmekte, çoğu hayvan sömürülmekte, açlık, mutsuzluk ve yorgunluk had safhadadır. Yine de koyunların "siz her şeyin en iyisini bilirsiniz" desteğiyle, sahte korkular ve kahramanlıklar ortaya atan domuzlar yönetime aynen bildikleri gibi devam etmektedirler. Ancak artık çiftlikteki diğer hayvanların arasına koruma köpekleri olmadan karışamadan onlara seslenmeye devam ederler! Çiftlikteki hayat acımasız bir diktatörlüğe dönüşmüştür. 

Bu çoook tanıdık distopik hikaye Sovyetler'deki baskıcı Stalin rejimine eleştiri olarak 1945'lerde yazılmış olmasına rağmen aslında her türlü diktatoryayı eleştiren ve faşizmin ortak dinamiklerini anlatan niteliğiyle zamansız ve evrensel olma özelliğine sahip. 

Oyun olarak sıkıcı olmadan sergilenmesi zor bana göre ve bu yapım mükemmel bir şekilde bu işin altından kalkmış. Ne yazık ki oyuncuların adlarını tek tek bilemiyorum ama sadece tavukları, başta Napolyon olmak üzere atları ve kediyi görmek için bile gitmeye değerdi.  Tüm hayvanlar çok başarılıydı ama özellikle bu üçlüden gözlerimi alamadım, onlar gerçekten at, kedi ve tavuk olmuşlardı! Kostümler, metin, oyunculuklar, koreografi, sahneye uyarlanış biçimi, kısacası her şeyiyle nefis bir 2,5 saat geçirdik. Hepsinin emeğine sağlık, çok başarılı bir iş çıkarmışlar. Oyun tarihlerini buradan takip edebilirsiniz. Bence bu sezonun kaçmazlarından. 

Ve unutmayın: "Bütün hayvanlar eşittir ama 'bağzı' hayvanlar ötekilerden daha fazla eşittir."

İyi seyirler.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

“Kadınlar çiçektir”, “kırılgan, zarif canlılardır”, “her şeyden önce kutsal analık görevi vardır”, “yuvayı yapandır, evini çekip çevirendir”, “mutfakta aşçı, sokakta hanımefendi, yatakta o iş bende olmalıdır”, “kadın dediğin ... olmalıdır”, “çocuğa bakmak kadın işidir, eve ekmek getirmek erkek işi”, “bir bayana yakışmıyor”, “sokakta sigarayla yürüyen, yüksek sesle gülen, şöyle giyinen kadın hafif kadındır”, “hadi hediye olarak annemize mutfak robotu alalım”, “erkektir yapar, kadının kocasını elinde tutması gerekir, kadın adamı boşlarsa adam kaçar”, “karı gibi dedikodu yapma“, “erkek gibi kadın” ve daha binlerce benzeri ifade kulağınızı tırmalamıyorsa sizi ayrı bir eğitime tabi tutmak için Hülya Avşar standına alalım. 😉 


Yok eğer “kadın hayatın her alanında erkekle yan yana durabilir, omuz omuza verebilir”, “kadının tek görevi annelik, kocasını mutlu etmek ve ev işleri olmadığı gibi bu konularda ve bedeni üzerinde seçimler yapma hakkı vardır”, “kadın her şey olabilir, her işi yapabilir, ama her şeyi birden olmak zorunda değildir”, “kadın istediğini giyebilir, istediği gibi konuşabilir, istediği gibi kahkaha atabilir”, “kadın istediği saatte istediği yerde olabilir”, “kadın güzel olmak için mesai harcamak zorunda değildir, her haliyle var olabilir, kendini nasıl iyi hissediyorsa öyle güzeldir”, “kadın sevdiğimdir, değer verdiğimdir, zor anımda destek olan, zor anında destek olduğumdur”, “kadın el ele, dayanışma içinde yürüdüğümdür”, “kadın değişime açık, cesur duruşuyla dünyayı geliştiren, renklendirendir”, “istediği zaman minnoş da olabilir, hiç sakıncası yok, yakışır da, ama minnoş olmak zorunda değildir” gibi ifadelere daha yakın hissediyorsanız buyrun Mehmet Aslantuğ standına, akşama birlikte içmeye gidiyoruz. 😉😄


Bugünün 8 Mart Dünya ‘Emekçi’ Kadınlar Günü olduğunu unutmadan, hiçbir şey yapamıyorsak bile yıllardır birçok yerde kullandığımız yanlış dili değiştirmeye çalışarak büyük bir fark yaratabiliriz. Dil değiştiğinde bakış açısı, tutum ve davranış da değişir. Hayat o zaman kadına da erkeğe de, kısacası insana daha yakışır bir hale gelir. Ve günün konusu emekçi kadınlara da ayıp etmemiş oluruz. Kutlu olsun diyelim mi o zaman? #KadınKadındır #8MartDünyaEmekçiKadınlarGünü kutlu olsun. 

Not: Bugünü reklam yaparak kutlamak isteyen firmalar bakınız: Filli Boya ve Boyner. 👌❤️ Kadınlar gününün tabak çanak almak ya da mobilya yenilemekle bir ilgisi yoktur çünkü, öyle reklam yapacağınıza sessiz olun da kamil desinler evladım (40 yaş kadını ağırlığı çöktü üstüme, ah bu kalıplar! 😉😄)

Pilevneli Gallery ve Akbank Sanat'tan İki Sergi

10 Mart'ta biteceğini panik içinde hatırlar hatırlamaz dün hemen attım kendimi bu sergilere. İlk durak Pilevneli Gallery'deki genç sanatçı Refik Anadol'un Eriyen Hatıralar (Melting Memories) sergisi oldu.  İleri teknoloji ve çağdaş sanatın kesiştiği bir nokta bu sergi. Çok ilginç bir fikirle yola çıkıp çok etkileyici bir çalışma ortaya çıkarmış Refik Anadol. Hatıralar ile ne yapılabileceğini düşünmüş ve insanların hatırlama sürecinde beyindeki etkileşimleri EEG cihazıyla ölçümlemiş. O beyin dalgalarının hareketlerini de LED ekranlara yansıtınca işte aşağıdaki video ve görseldeki gibi görüntüler ortaya çıkmış. Fazla bilim kurgu gibi gelse de kulağa estetik tarafı da çok yüksek, ilginç ve etkileyici videolar var. Görmenizi öneririm.   



***

Yürüyün, sırada Akbank Sanat var! Susie MacMurray'in Garip Meyve sergisi de kaçırmamamız gerekenlerden. Ama ben anlatamayacağım tam olarak gördüklerimi, anlatılmışına bakalım lütfen. ;)
"En eski bilinen söylencelerden bugüne değin kadın daima mitolojik/ideolojik bir varlık. Bir varlık ve bir kavram olarak, bilincimiz, bedenimiz ve bilinç dışımızdır kadın. Kendisinden öte bir gerçekliktir. Bir tür ‘kurucu dışarısı’dır. Bir varlık ve gerçeklik olarak onu düşünmek ve irdelemek insanın kendisindeki ‘öte’ ve ‘aşkın’ yönü araması ve irdelemesidir. Kadın diyalektiktir.
 (Solda: Medusa, Sağ üst: Anakonda, Sağ Alt: Yığın 2)
Ama bu diyalektiğe ve kurucu işlevine rağmen kadın ’garip’ kalmıştır. ‘Tuhaf’ sayılmıştır. Yadırganmıştır. Yabancı görülmüştür. Hala dışarlıklıdır. Hala içselleştirilmemiştir.
Susie MacMurray ‘Garip Meyve’de içerdeyken dışarıda, tanıdıkken yabancı olana yöneliyor. Lirik, şiirsel, mitolojik olandan hareketle gerçek, kurmaca ve imgesel olanı biçimlendiriyor. Yeniden kuruyor mitolojik olanı. Bunu yaparken mitolojik olana ideolojik eleştirisini yöneltiyor. Sanatın gerçeğiyle kadının ve onun da içinde yer aldığı metafiziğin sınırlarını sorguluyor. Sanat-kadın ikilisinde ve ikileminde tamamlayıcı olanla eksik olanı irdeliyor. "

Evet, bazen biraz zorluyor bu modern sanat işleri bizleri.;) Hani açıklaması olmasa biz o kırmızı ipekli kadifelerin ve geri kazanılmış askeri dikenli tellerin şu sergiye de adını veren Garip Meyve olduğunu nasıl bilelim? Bu arada Susie MacMurray, sanatın var olanın dönüştürülmesi ile ilgili olduğunu düşünenlerden. "Dönüşen şey özünü içinde saklar, ama özünden farklıdır. Yeni ve özgündür." Sanat-kadın ikilisinde ve ikileminde tamamlayıcı olanla eksik olanı irdeleyen bu sergiyi de 10 Mart'a kadar görebilirsiniz. 

Sanırım gitmeden de anlamışsınızdır, her iki sergi de şahane fikirlerden yola çıkmış, aşırı modern çalışmalardan oluşuyor. Yollara düşmeden önce beklentileri de doğru noktada tutmakta yarar var diye söyleyeyim dedim. Daha Sabahattin Ali tadı damağımızdayken birden bu kadar uç noktaya gitmek de olmadı farkındayım ama n'apalım son 3 gün diye yazmazsam olmaz dedim. ;)

İyi gezmeler!

Şehirlere Alışamadı - Sabahattin Ali'nin Şehirleri

Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık binasında bu hafta çok keyifli, biraz da gezi ve anı kitabı tadında bir sergi başladı geçtiğimiz ay. 27 Nisan'a kadar devam edecek olan bu sergide Sabahattin Ali'nin Şehirleri'ni gezeceksiniz. Yaşamı boyunca çeşitli amaçlarla gittiği Anadolu şehirleri ve Berlin'e büyük yazarın gözlerinden bakacaksınız. Fotoğraflar, gezi notları, Sabahattin Ali'yi tanıyan isimlerin onunla ilgili hatırladıkları, şarkı sözlerini yazdığı müzikler, roman karalamaları, mektuplar ve daha pek çok belgeyi görebileceğiniz bu sergiyi kaçırmayın. 


Sabahattin Ali söz konusu olunca elbette romanlarıyla ilgili el yazısı karalamalar, alıntılar, romanların ilk basımları gibi şeyleri de görmek mümkün. 


Yine aynı şekilde Sabahattin Ali söz konusu olunca tutuklanmaları, iddianameler, tutanaklar  ve faili meçhul cinayeti ile ilgili de çıkan haberler de bu sergide görecekleriniz arasında. Bildiğiniz üzere faili meçhul aydın cinayetleri ülkemizin kültür miraslarından sayılır! Ve her zaman olduğu gibi halkın aydınlanmasını, gelişmesini isteyen aydınlara illa ki bir "hain" yaftası yapıştırılır. Sabahattin Ali de komünist olduğu için hedef gösterilen isimlerden biriydi. Aziz Nesin gibi muhalif ve sol görüşlü isimlerin de yazdığı Marko Paşa dergisinde de yazıları çıkıyordu. 


Ben Gene Sana Vurgunum, Leylim Ley, Dağlar, Aldırma Gönül, Melankoli gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok şarkının sözleri aslında Sabahattin Ali'nin şiirleriymiş. Ben bilmiyordum, bu sergi sayesinde öğrendim. Ama fotoğraflarından, yazdıklarından, duruşundan, karısı Aliye'ye olan aşkından, kızı Filiz'e duyduğu sevgiden, dostluklarından, fotoğrafa, doğaya, yazmaya, okumaya duyduğu tutkudan anlaşıldığı üzere bu kadar güzel seven ve güzel yaşayan bir sanatçının böyle de harika bir şair olmasında şaşılacak bir şey yok zaten. Karısı ve kızıyla birlikte fotoğraflarından bazılarını ve kızı Filiz'e yazdığı bir mektubu aşağıdaki kolajda görebilirsiniz. 


Aşağıda ise fotoğraf çekmeyi çok seven yazarın kendi çektiği fotoğraflardan bazıları bulunuyor. Sabahattin Ali, Ayvalık doğumlu olduğu için serginin giriş katı da Kuzey Ege esintileriyle düzenlenmiş. İçeride renkli tahta masa ve sandalyeler, bir zeytin ağacı, zeytinyağı tenekeleri ve sabunları, zeytin bidonları bulunuyor. Kazdağları'nda tripodla kendi fotoğrafını çektiği köşe de görülmeye değer. 


Muhtemelen iktidar eliyle desteklenen, aciz bir katil tarafından öldürülüşünü asla hazmedemesem de dünyaya kattığı güzelliklerle ve yaydığı ışıkla, hakkıyla kazandığı ölümsüzlüğünün tadını sonuna kadar çıkardığım yazarlardan biridir Sabahattin Ali. İyi ki bir kadına aşık olmuş, bir kız çocuğu babası olmuş. İyi ki şiir, deneme, öykü, roman, gazete haberi, makale yazmış yazmış yazmış. İyi ki gezmiş, görmüş, yaşamış hakkıyla. İyi ki var olmuş ve hep olmaya devam edecek! 

Hadi Be Oğlum & The Square

Biri sıcak biri buz gibi diyarlardan iki film var bugün blogda. Kıvanç Tatlıtuğ'un merakla beklediğimiz Kaş'ta çekilen filmi Hadi Be Oğlum'dan bahsedeyim önce. Baş rollerde oyunculuk anlamında tavan yapmış bir Kıvanç Tatlıtuğ, şahane bir küçük yetenek Alihan Türkdemir ve güzeller güzeli Kaş olduğu için filmi sevmememiz düşünülemezdi bile. Film de temel olarak bir baba ile iletişim sorunu yaşayan oğlunun bağ kurma hikayesini anlattığı için zaten ilginizi çekiyor. Ama baba ve oğulun oyunculukları bu kadar iyi olmasa duygu anlamında sizi içine çekemeyecek kadar yüzeysel anlatılmış ve boşlukları olan bir hikaye var aslında elimizde.  Yücel Erten ve Büşra Develi'nin oyunculukları da bu yüzeysel hikaye çerçevesinde oldukça geri planda kalmış. Ama izlenir mi? Keyifle izlenir. Hatta ağlanır mı? Kapı gıcırtısına ağlayanlar kulübü başkanıysanız hüngür hüngür bile ağlanır. ;) Kıvanç'ı dekoru Kaş olan bir tiyatroda izlemek tadındaydı bana göre. Filmden alacağınız tadı kısaca öyle özetleyebilirim.   


Sırada soğuk diyarlardan The Square (Kare) filmi var. Dramatik-komedi kategorisindeki 2017 yapımı İsveç'te geçen bu filmin gösterimi ilk olarak bu yılki Cannes Film Festivali'nde yapılmış. Yönetmen Ruben Östlund sosyal ve sanatsal özgürlüklere hafiften dalgasını geçerek ve eleştirel bakış açısını ilginç bulmamak mümkün değil. Force Majeure filmiyle de zamanında kalbimize taht kurmuştu kendisi. Bu arada filmin o son performans sahnesiyle komediden çok dramatiğe yakınlaştığını da söylemeliyim. Neydi o Oleg yahu! "Sanat sanat içindir" fikrini benimsesen bile olmaz yani, o derece! ;)


Zaten aslında tam da bu yapmacıklıklar eleştirilmiş filmde. Birileri adına sanat dediği için bir galeride yere konmuş bir kol çantasına ya da pisuara sanat denebilir mi? "Medeni sanatseverler" olduğumuz için rahatsız edici ve hatta zarar verici bir sanatsal performansı öylece oturup izlemeye devam mı etmeliyiz? Sosyal statü anlamında daha üstün konumda olanların itibarı daha alt seviyede olanlardan daha mı değerlidir? Suya sabuna dokunmayan, haksızlığa ve yanlışa ses çıkarmayan medeniyet olur mu? Yoksa bunun adı iki yüzlülük müdür? Filmin sorguladığı ve iğneyi tam da kendine batırdığı konulardan bazıları bunlar. Geri kalanlar için izleyiniz, görünüz derim. 

İyi seyirler.
Ve tabi ki iyi haftalar!

Arzu Tramvayı

24 Şubat Cumartesi akşamı Uniq Hall'da Arzu Tramvayı'nı izledik. Bu sezon görmeyi merakla beklediğim oyunlardan biriydi ve dördüncü sıranın ortasından yer kapabilmenin haklı gururuyla izledim oyunu. ;) Merak ettiğim kadar varmış. Yaklaşık iki buçuk saat süren iki perdelik bu Tennessee Williams oyununa bayıldım. Oyuncu kadrosundan zaten harikalar yaratabilecek bir ekiple karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyordu, ama Zerrin Tekindor oyunculuk anlamında açık ara uçmuş gitmişti yine diyebilirim.  Yönetmen de Kim Korkar Hain Kurttan'da olduğu gibi yine Hira Tekindor bu arada. 


Oyunun konusundan kısaca bahsedeyim. Orta yaşına rağmen hâlâ güzel bir kadın olan Blanche (Zerrin Tekindor), yıllar sonra elinde bavuluyla ve tatil için olduğunu söyleyerek kız kardeşi Stella (Şebnem Bozoklu) ve kocası Stanley'in (Onur Saylak) New Orleans'ın çok da tekin olmayan semtlerinden birinde yaşadıkları minicik evlerine çıkagelir. Zamanla Blanche'in içinde bulunduğu düşkün durum, aile evini elden çıkardığı, öğretmenlik mesleğini bırakması, bu eve adeta sığınmadan önce üçüncü sınıf otellerde yaşadıkları ve bunların arka planları ortaya çıkar. Bu durum maço enişte Stanley ile aralarında ciddi çatışmalara da neden olur. Stella arada kalan, iyi niyetli kız kardeştir. Mitch (İbrahim Selim) ise Blanche için bir umut olabilecekken toplumun erkek egemen ikiyüzlülüğünden sıyrılamayan pasif zalimlerindendir. Aktif zalim Stanley'nin ise gelebileceği şiddet noktasının sınırı yok gibi gözükmektedir. Olaylar 1950'ler Amerika'sında geçse de aynı toplumsal baskı, şiddet ve ikiyüzlülüğü bizzat günümüzde ve ülkemizde fazlasıyla görmek mümkündür. 

Tennessee Williams, oyunlarında kendi ailesindeki karakterlerden ve yaşantılarından izler yansıtmayı seven bir yazar. Kızgın Damdaki Kedi'de de olduğu gibi satır arası ama oldukça önemli bir etki yaratan bir eşçinsel aşk hikayesi bu oyunda da mevcut. Ruhsal dengesizlikleri ve kırılganlığıyla Blanche da akıl hastanesine yatırılan kız kardeşi Rose'dan esinlenerek oluşturduğu bir karaktermiş. 

Hikayesiyle, kostümüyle, dekoruyla, oyuncularıyla, sahneleniş şekliyle, o cıvıl cıvıl görünen Blanche'ın içimde yarattığı o boğucu hüzün duygusuyla, kısacası her şeyiyle çok sevdim bu oyunu. İzlemenizi öneririm. 

İyi seyirler!