Yılbaşı Dörtlüsü Hazır!! :)




Personalize funny videos and birthday eCards at JibJab!


Biz yılbaşına bu ekiple giriyoruz. Ya siz? :)
Hepinize mutlu yıllar!
2011'in hayallerimizi gerçekleştirme fırsatlarıyla dolu muhteşem bir yıl olması dileğiyle...

Biraz İran Kedilerinden Bahsedelim mi?

İranlı yönetmen Bahman Ghodabi, yasaklara ve sansüre rağmen İran sinemasının önde gelen isimlerinden biri. Filmleri aracılığıyla kapalı bir kutu olan ülkesini dünyaya açmaya devam ediyor. 2009 yapımı Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor (“No One Knows About Persian Cats”) filminde de Nigar ve Aşkan isimli iki müzisyenin istedikleri müziği yapabilmek için ödedikleri bedel konu ediliyor. Cannes’da jüri özel ve belirli bir bakış ödülü kazanan, Miami, Sao Paolo, Tokyo ve Tallin’den ödüllerle dönen film son derece etkileyici.

Bence İran'daki yaşamın özeti olarak da 1985 doğumlu İran'ın ünlü rap sanatçısı Hichkas'ın filmde de söylediği şu şarkısını dinlemenizi öneririm. İnsanın içine oturan cinsten:



Dev bir İmgeleme hizmeti olarak size şarkının sözlerinin Türkçesini de yazıyorum (umarım doğrudur DVD'deki çeviri). Sözleriyle birlikte insanın daha da içini burkan bu şarkıyı dinlerken yaşam tarzımıza sahip çıkmamızın önemini bir an bile unutmamamızı diliyorum.


Burası Tahran, her şeyin olduğu bir şehir
Ruhunu ele geçirdiğini fark ettiğinde
Artık insan değil, sadece çöpsündür
Herkes koyun gibi çalışan bir kurttur
Gözünü kulağını açacaksın
Burası Tahran, şakası yok
Ne çiçek ne de şeker var.


Burası tükettiğin ya da tükendiğin bir orman
İnsanların yarısı barbarlar gibi saplantılı
Sınıf çatışması acımasız
İnsanların ruhlarını zayıflatıyor
Herkes taksiye biner ama ödeme yapmak istemez
Gerçek nettir: "O yoldan gitmeyeceksin!"
Uslu durmak için daha zeki davranacağım.


Tanrım uyan! Söyleyeceklerim var!
Yaptıklarıma kızma.
Hangi bölüm? Daha yeni başladım.
Tanrım uyan, ben bir hiçim!


Serserinin biri Mercedes'in yanında duruyor
Onu kiralayacak kadar değeri yok
Ben, sen, o, tek bir damladan oluştuk
Aramızdaki farka baksana
Dünyayı döndüren yerçekimi değil
Dünyayı döndüren para


Bugün patron, köylü ve diğerleri için
Para birinci, Allah ikinci sıradadır
Çocuk yetimle oynamak ister
Babası hayır der
Onun tek sahip olduğu kirli kıyafetleridir.
Tüm bu sorunların farkındayız
Ama melekler bile buraya gelmiyor
Bu dertlerden kurtuluncaya kadar
Yardım istemeyeceğiz
Gözyaşı dökeceğiz
Bıkmış ruhlar ne demek istediğimi bilir
Sözlerimi henüz bitirmedim, geri gel


Tanrım uyan! Söyleyeceklerim var!
Yaptıklarıma kızma.
Hangi bölüm? Daha yeni başladım.
Tanrım uyan, ben bir hiçim!


Hiç bir kızı sevdin mi?
Sana öğreteceğim bir iki şey var
Aşkın önemli olduğunu sanırsın
Ama sevgilin zengin koca arar
Sorun değil, unut gitsin
Etrafındaki herkesi unut
Yanındaki arabalı çocuğa Tanrı güler
Sen nafile uğraşıyorsun
Zengin olmak istiyorum.
Bu kompleksten kurtulmak istiyorum
Bırak dilek dilemeyi, faydası olmayacak
Uyumak istersin ama baksana şu kabuslara
Hadi bu dünyayı birlikte lanetleyelim
Etrafındaki kibri göremeyecek kadar körsün
Yoksulluk ve fuhuş sokaklarda kol geziyor.
Tanrım uyan! Ben bir hiçim
Paranı nereden kazandın?

Vanya Dayı

Neyse ki Selçuk Yöntem'i yalnızca Adnan Bey olarak ve Nesrin Kazankaya'yı da Türkan'ın annesi Leyla olarak tanıyıp da "Aaaa, bunlar bir de tiyatro oynuyorlarmış" diye gidip de dizivari bir atraksiyon bulamadığı için hayal kırıklığı içinde salondan çıkan tiplerden değilim. Bunların "oyun nasıldı" diye soranlara "aman ne bileyim işte, eski eniştesinin karısına aşık olan ezik bir dayı vardı ama çok sıkıcıydııı.." diyen ve oyuna gitmiş olmasına rağmen Anton Çehov'un adını bile duymamış versiyonları da vardır. Ama konumuz onlar değil.. Yine de onlara da tekrar döneceğim.

Bu blogun okurlarına bir tiyatrosever olarak neredeyse izlemediğimiz oyun kalmadığını, Tiyatro Pera'nın da daha önce iki oyununu izlediğimizi, Nesrin Kazankaya'nın tarzını az çok bildiğimizi, Levent Öktem'i tanıdığımızı, Selçuk Yöntem'e ailecek bayıldığımızı söylememe gerek yoktur sanırım. (Ama Selçuk Yöntem'e özel olarak bayıldığımı da belirteyim. Erkek tiyatrocular kategorisindeki muhteşem üçlü listemde Haluk Bilginer ve Çetin Tekindor ile birlikte yer alır kendisi.) Bu arada Vanya Dayı'nın da Çehov'un pek çok kez sahnelenen klasik tiyatro oyunlarından biri olduğunu da bilirim evelallah. Hatta yıllar önce Cihan Ünal ve Nurseli İdiz tarafından oynanmış versiyonunu da izlemişliğim vardır. Gelelim tüm bunları neden yazdığıma: Şevkle beklediğim ve bir aydan önce en ön sıradan bilet aldığım bu oyundan ben de ilk paragrafta bahsettiğim dizikolik tipler kadar yoğun olmasa da ufak bir hayal kırıklığı içinde ayrıldım diyebilirim.

Kısaca bahsedecek olursam: Bence dekor, kostüm ve ışık kesinlikle çok başarılıydı. 26 odalı o eski çiftlik evine aşağıdaki gibi ağaçlıklı bahçesinden giriyorsunuz ve kendinizi artık oldukça eskimiş o kasvetli iç mekanda buluyorsunuz. Kaynayan semaverler, dantellerle süslü şemsiyeler ve elbiseler, votka bardakları, eski tip çalışma masası, köylülerin kıyafetleri falan süperdi.











Oyuncuların hepsi çok iyiydi. Başta Vanya Dayı rolündeki Levent Öktem ve "ailemizin doktoru" Selçuk Yöntem ve olmak üzere hepsi oynadıkları rollere çok yakışmış ve çok başarılı usta oyunculardı.Yani onları canlı canlı en önden izlemek bile bana yeter diyebilirim. Hikaye zaten çok sağlam. Ünlü Rus yazarın Rusya’nın çalkantılı bir döneminde (1896) yazdığı ünlü eseri. Yoksulluk ve açlığın hüküm sürdüğü, köylü-kentli ayrımının ayyuka çıktığı, toplumsal ahlakta yozlaşmaların baş gösterdiği, üreten emekçilerle üretmeyen yiyicilerin arasındaki çatışmanın gözlendiği bir dönemdeyiz. Çöküş dönemindeki çiftlikte de bunların hepsine birer örnek bulunuyor. Vanya Dayı ve Sonya emek veren, çiftliği geçindirmek için yıllardır uğraşan, yalnız, mutsuz, sıkıcı rutinleriyle elbette yıpranan ama onurlu bir yaşamı sürdüren bir ikili. Profesör (Can Kolukısa) ile genç ve güzel karısı (Nesrin Kazankaya) üretmeden tüketen, sözde entel ve soylu, ama amaçsızlıktan dolayı mutsuz ve hasta ve tükenmiş tipler. Doktor (Selçuk Yöntem) çok çalışan, doğaya ve insana saygılı, insanın değer yaratması gerekirken var olan değerleri bile düşüncesizce yok edişine üzülen aydın bir karakter, ama onun da teselliyi alkolde aradığı, tembellik, amaçsızlık ve boşluğun cazibesine kapıldığı zamanlar olmuyor değil. Zaten "tembellik bulaşıcıdır", değil mi? Bu çiftliğe de tembelliği, amaçsızlığı ve düzensizliği bulaştıran ve bundan dolayı ortaya çıkan can sıkıntısını getiren de Profesör ve karısı oluyor.















Her şey iyi hoş da o zaman neden ufak bir hayal kırıklı yaşadım diye düşününce galiba bunun nedeninin oyunun çevirmeni ve yönetmeni Nesrin Kazankaya'dan kaynaklandığına karar verdim. Çevirmenlik tarafına diyecek bir şeyim yok (bazı replikler yapay gelse de güzel Türkçeleştirilmişti oyun). Ama yönetmen olarak sanırım bir klasiği gerçek bir klasik olarak yorumlamak, o çöküş yaşayan çiftliği ve toplumu gerçekten can sıkıcı ve kasvetli bir tabloyla anlatmak adına ilkelerinden ödün vermemeyi tercih etmiş ve -özellikle ilk yarıda- oldukça ağır tempolu bir oyun ortaya çıkarmış diye düşünüyorum. Şimdi o ilk paragraftaki dizikolikcanları da yenidne konuya dahil edecek olursak, ufacık bir eleştiride bulunmak istiyorum: Hazır Adnan Bey, Leyla Hanım diye koştura koştura salonları doldurmaya hevesli bir izleyici kitlesi bulmuşken ve onlara klasik bir oyun sunuyorken, bunu daha ilgi çekici ve daha hızlı tempolu yapmak mümkün olmaz mıydı acaba? Zaten tüm hayatı boyunca bir iki kez tiyatroya gitmiş ama yine de tiyatroyu çok sıkıcı (!) bulan (ama ne ilginçtir ki 2 saatlik dizi boyunca hiçbir şey yaşanmamasını ve on bölüm kaçırsa bile aynen kaldığı yerden devam edebileceği dizileri sıkıcı bulmayan) yurdum insanının gözünü korkutmayacak bir oyun olsa fena mı olurdu diyorum hani. Bunları da Tiyatro Pera'nın diğer oyunları için asla söylemem. Çünkü Venedik Taciri'ne, Rahat Yaşamaya Övgü'ye ve diğer Pera oyunlarına gelen seyirci özellikle takip ederek gelen tiyatro izleyicisidir. Ama bu oyun, popüler oyuncuları sayesinde özel tiyatro izleyicisi dışında genel bir kitleyi de sahneye çekiyor. Hani bu kez de "sanat sanat içindir" değil de "sanat toplum içindir" mantığıyla insanlara sıkmadan bir klasik eser sunulsaydı daha mı iyi olurdu diyorum. Belki artık ben de popüler bir zihniyetle düşünüyorumdur, bilemiyorum.

Neyse, sonuç olarak tek eleştirim budur ve ben oyuna gittiğime pişman falan değilim, hatta bir daha olsa yine yapardım! :)  Sevdiğim oyuncuları iki saat canlı izlemek bana her zaman müthiş keyif veriyor. Ama sevdiğim oyuncular (hatta belki de sadece Selçuk Yöntem olmasaydı) olmasalardı bu oyundan keyif alır mıydım emin değilim. O yüzden isterseniz bu kez ben tavsiye etmeyeyim, siz kendinizi değerlendirip oyunun size göre olup olmadığına karar verin ve biletlerinizi ona göre alın.

İyi seyirler.

Meksika'nın Çılgın Aşıkları: Frida & Diego

Cumartesi gününün planını İso'cumla birlikte yaptık. İstanbul'da turist olmak konseptindeki gezimizin rotası Beyoğlu'ydu: Pera Müzesi'nde iki muhteşem sergi, sahafları didiklemece, ucundan azıcık pasajlara dalmaca, Çok Çok'ta akşam yemeği, üzerine İtalyan dondurması ve metroyla evimize dönüş. Beyoğlu'nun çok güzel ışıklandırılmış olduğunu ve özellikle de o gün tramvay konserleri ve St Antuan Kilisesi'ndeki etkinliklerle tam bir Noel coşkusunun yaşandığını söylemeliyim. Yılbaşı öncesi Beyoğlu'nun o halini bence mutlaka görün.

Ayrıca 20 Mart'a kadar da mutlaka Pera Müzesi'ne uğrayın çünkü gezdiğimiz iki sergi de birbirinden güzeldi ve ikisinin de bitiş tarihi 20 Mart. İlk olarak Natasha ve Jacques Gelman koleksiyonunda yer alan Frida Kahlo & Diego Rivera eserlerinin sergilendiği ve uzun zamandır merakla beklenen sergiyi gezdik. Cumartesi günü müzenin kalabalığı da çok sevindiriciydi (gerçi bence önünde kuyruk oluşması gerekirdi ama yine de yoğun bir ilgi vardı sergiye). Gelin biz de önce Frida ve Diego'nun Frida'nın elinden çıkmış portreleriyle başlayalım gezmeye:














Otoportreler çizmeye bayılan Frida'nın toplam 140 tablosunun 55 tanesi kendi portrelerinden oluşuyor. Bunun nedeni de çok genç yaşta geçirdiği bir kaza sonrasında yirmiden fazla ameliyat olması gereken, omurgasında ve bacağında sürekli korkunç acılarla yaşamak zorunda kalan, bu yüzden sürekli yatarak dinlenmesi gereken Frida'nın tavandaki aynaya bakarak otoportreler çizmesiymiş. Aynasına da "gündüzlerin ve gecelerin celladı" diyormuş. Zaten çocuk felcinden dolayı bir bacağı kısa olan Frida'nın öldüğü yıl olan 1954'te kangren nedeniyle ayağı da kesilir. Bu arada birkaç defa da düşük yapar ve çok istemesine rağmen hiç çocuğu olmaz. 47 yaşında ölen sanatçının sağlık açısından hep sorunlarla dolu bir yaşamının olması resimlerine olumlu mu olumsuz mu yansıdı emin değilim. Ya da eğer böylesine ciddi sorunlarla uğraşmasaydı nasıl bir tarzı olurdu acaba? Çünkü kaza sonrasında kendi bedenindeki kusurlara (doğal olarak) çok fazla odaklandığı açıkça görülüyor. Bu arada bu sergideki 40 eser arasında da birçok otoportre görmeniz mümkün. İşte onlardan bazıları (ilki maymunlu portre, ikincisi Diego'yu düşünürkenki portresi ve üçüncüsü de saç örgülü portre):










Bebeğini düşürmesiyle ilgili yaptığı çizimi de burada görebilirsiniz:



















Sergideki Frida'nın yaşamıyla ilgili 40 dakikalık filmin bir yerinde gerçeküstücü olarak bilinen Frida'nın aslında acı ve kesin gerçekliği daha etkili bir şekilde vurgulamak adına öyle bir tarzı benimsediğinden söz ediliyordu. Yani Dali tarzı bir gerçeküstücülük değil onun resimlerindeki tarz. Aslında içinde hissettiklerinin ve yaşadıklarının yoğunluğunu daha fazla vurgulama isteğiyle ortaya çıkmış bir tarz belki de. Bana da o açıdan daha hoş ve yakın geldi diyebilirim. Biraz Semiha Berksoy çizimlerini andıran bir hali de vardı sanki. Aşağıdaki resimler soldan sağa sırasıyla: "Evreni Kucaklayan Aşk, Toprak (Meksika), Ben, Diego ve Senyon Xoloti" ve "İçi Açılmış Yaşamı Görünce Korkan Gelin"












1929'da Meksikalı Michalangelo olarak anılan ressam Diego Rivera ile evlenen Frida, Diego'suz yaşayamayacağını söylermiş. Büyük ve fırtınalı bir aşk hayatı yaşayan çiftin arada bir yıllık bir boşanma süreci geçirdikten sonra yeniden evlendikleri ve birbirlerinin sanat yaşamlarına da katkıda bulundukları bir birliktelikleri olmuş. Gerçek bir dostluk ve yoğun bir aşk yaşayan ikiliyi Diego'nun devasa bedeni ve Frida'nın narin yapısından dolayı "bir fille bir güvercinin birleşmesi" olarak nitelendirirlermiş. Bu sergide Diego'nun eserlerinden en favorilerimin aşağıdaki "Natasha Gelman'ın Portresi" ve "Kala Çiçekçisi" tabloları olduğunu söylemeliyim:












Aşkın, acının ve devrimin kadını Frida ve "Tanrı'ya hiç inanmadım ama Picasso'ya her zaman inandım" diyen kocası Diego Pera Müzesi'ne ziyaretimize geldiler. İade-i ziyaret etmezseniz çok ayıp olur, ona göre!

İyi gezmeler...

İki Ayrı Telden İki Kitap

Siz çoktan tanışmış olabilirsiniz ama ben kendisiyle yeni tanışıyorum. Franz Kafka'da bahsediyorum canım. Daha önce hiçbir kitabını okumamıştım, dolayısıyla ismen tanıyordum kendisini. Hatta ismen tanıdığım birinin bir zamanlar yaşamış olduğu evi görüp de ne yapacağım, diyerek Prag'daki evini bile gezmemiştim. (Bir dahaki gidişte gezilecek.) İdefix Sanal Kitap Fuarı'nda fuar setlerine bakarken Kafka setini gördüm ve artık tanışsak iyi olur diyerek siparişimi verdim. Bilinen en ünlü eserlerinden üçünü almış oldum böylece: Dönüşüm, Amerika (yani Kayıp) ve Şato. Başlangıç için de incecik bir roman olan Dönüşüm'ü seçtim. İlk randevuyu hemen kaçabilecek kısalıkta tutmakta yarar var bence. :) Kafka'yla tanışma isteğimin bir nedenini daha itiraf edeceğim şimdi sizlere. Sıkı durun: Paul Auster başta olmak üzere birkaç yazarın ve aydının ağzından bir şeyle ilgili konuşurken "çok Kafkaesk bir durum/deneyim/olay" falan gibi yorumlar duyup bu kelimeyi cümle içinde kullanabilecek bir donanıma sahip olmadığım için üzülmekti beni harekete geçiren neden! Ama Dönüşüm'den sonra diğer iki kitabını da okuduktan sonra ilk işim içinde "Kafkaesk" lafı geçen bir cümle kurmak olacak! :)

Dönüşüm'de bir sabah işe gitmek için uyandığında yataktan kalkamadığını, çünkü bir böceğe dönüştüğünü gören Gregor'un hikayesi anlatılıyor. Yoksul ailesini geçindirmek için çalışmaya gitmesi gereken ama bir böcek olarak henüz o kadar bacağını ve üzerinde yattığı kalın kabuklu sırtını nasıl idare edeceğini bilemediği için yerinden bile kalkamayan Gregor'u bambaşka bir yaşam bekliyor bundan sonra. Artık odasında tek başına, ablasının getirdiği yiyeceklerle yaşamaya çalışan, anne-babasının kaçtığı ve herkesten sakladığı, duvarlarda yürüyen fiziksel olarak tam bir böcek olan Gregor var karşımızda. Ama duygu ve düşünceleriyle o böceğin içinde insan olan Gregor vardır. Hem kendisi hem de ailesi için zor olan bu duruma nasıl alışılır dersiniz? Ya da alışılabilir mi? Gregor'un hikayesi nasıl sona erer? Benim gibi Kafka'yla henüz tanışmamış olanlara ilk adım olarak bu kitabı tavsiye ediyorum. Her ne kadar iç karartıcı ve tedirgin edici olsa da...



İkinci kitap ise Tarsus Amerikan yıllarında aynı dönemde okuduğumuz bir isme ait: Alper Tanyer. Şimdi Kafka nireee, Alper Tanyer niree diyeceksiniz ve haklısınız, kabul ediyorum! Hem eski kolej arkadaşlarımdan biri olduğu için hem de ilk kitabını çıkarmış bir bankacı olarak ilgimi çektiği için merakımdan "Bütün Vanalarım Açıldı" kitabını da sipariş etmiştim Idefix'ten. Zaten elinize alınca da bir günde bitiriyorsunuz, çünkü kitap bir arkadaşa atılmış geyik mailler şeklinde yazılmış. Ama yalnızca öyle boş geyik değil. Bir zamanlar Satel TV vardı ve Cenk&Erdem orada ıvır zıvır dolu masaları ve stüdyolarında saatlerce geyik muhabbeti yaparlardı ya.. Hatırlayan var mı? Ben bayılırdım onların o programlarına. ODTÜ yıllarımda odamdaki televizyonda bir yandan onların geyiğini dinlerken bir yandan Olgunlar'dan aldığım eski dergileri falan karıştırırdım. Hey gidi günler. İşte Alper Tanyer'in Hakan'a yazdığı mailler de biraz o sorgulayıcı geyikleri andırıyor. Arada tanıdık isimler de olunca ben bir çırpıda okudum bitirdim. Alper'i bir kez de buradan tebrik ediyorum. Ama kitabı alacaksanız öyle edebi bir eser, belli bir hikaye falan beklemeyin. Örneğin, Pucca'nın Günlüğü de edebi bir eser değil ama keyifle okundu ve pek çok da sattı işte. Kitabını almadım ama blogunu gayet de severek takip ederim Pucca'nın. Yani anlayacağınız bu da öyle herkese rahatlıkla "mutlaka alın" diyebileceğim kitaplardan değil. Tarzını bilin de ona göre alın, dediğim ve bir fikriniz olacak kadar kadar tarzını anlatabildiğimi düşündüğüm kitaplardan. Biraz daha iyi anlamanız için iki tane alıntı da yapayım isterseniz (hizmette sınır tanımam!):



...askerden sonra bir şirketin stratejik planlama departmanında çalışmaya başlamayı düşündüm bi ara. o departmanı stratejik planla-ma, akışına bırak departmanına çevirmek istiyorum aslında zamanla. bir de kuzu çevirmek istiyorum bu aralar. ikincisini yapmak nispeten biraz daha kolay gözükse de benim birinci konu hakkında biraz daha know-how'ım olduğunu söyleyebilirim. benim hayalimdeki şirkette planlar yapılmıyor hakan. "olur paşam yaparız bi ara" ekolü geliştirmek istiyorum..

ya da

...yazılarımda anlamının ne olduğunu bilmediğim kelimeler kullanmak bana orgazmik bir tad veriyor hakan.. tam da emin değilim aslında biraz abartmış olabilirim o tadın niteliği pek orgazmik olmasa da niceliği biraz yaklaşabilir sanırım. en azından yakınsar oraya ve oraya yakınlaşması işlemini sonsuza kadar sürdürürsek ikisi bir noktada kavuşurlar ve hatta bir olurlar hakan.. matematikteki limit kavramı da böyle değil midir zaten.. gün gelip işe yarayacağını biliyordum.. senin değil, limit kavramının...

Ne dersiniz, okumaktan hoşlanacağınız bir tarz mı? Eğer öyleyse durmayın alın kitabı; yok değilse de yarın Idefix Sanal Kitap Fuarı'nın son günü olduğunu hatırlayıp kafanıza göre takılın sanal raflar arasında. :)

İyi okumalar..

"Zorla Güzellik" Olur Mu Dersiniz?

Muhteşem ikili Defne Halman ve Engin Hepileri'yi bir kez daha sahnede birlikte izlemenin haklı sevincini yaşıyorum sevgili okurlarım. :) Kendileriyle ilk buluşmamız için buraya bakabilirsiniz. Cumartesi akşamı saat 20:00'de Kenter Tiyatrosu'nda genç oyuncu ekibinin sahneye koyduğu Zorla Güzellik adlı oyunu izledik. Benim için bu sezonun en keyifli oyunlarından biri olduğunu söyleyebilirim (sanırım bir diğerini de bu hafta sonu izleyeceğim. Sürpriz!)).

Neil N. LaBute’un 2008 yılında seyirci karşısına çıkan oyunu sonrasında yüzün üzerinde performans yapan oyununu Türkiye'de de bu muhteşem ekip oynuyor. Oyuncuların hepsi çok başarılı. Elbette Steph ve Greg çifti olarak daha ön plana çıkan Defne Halman ve Engin Hepileri daha da başarılı. Hatta ben bir adım daha ileri giderek Engin Hepileri'ye (rolüne duyduğum sempatinin de etkisiyle sanırım) daha da hayran kaldığımı söyleyeceğim. Hele o son sahnede Steph'le son buluşmalarında ayrılmadan önce elini dudaklarının önüne siper ettiği ve Steph'in gidişinin ardından yutkunduğu sahnedeki halini gördüğümde içim eridi. Yani gerçek Steph olsam dışarıda bekleyen o spor arabalı ne idüğü belirsiz herifin arabasına biner binmez hüngür hüngür ağlayabilirdim "ben ne halt ettim" diye. :)
















Oyunda bir çiftin uzun süreli ilişkisi üzerinden güzellik algısının (ve belki de dayatmasının) insanı ne gibi zorluklara maruz bıraktığı anlatılıyor. Aslıhan Gürbüz ve Gökçer Genç'in canlandırdıkları Carly ve Kent ikilisi sayesinde de kadın/erkek dayanışması, samimiyet, dürüstlük, iyi niyet, ikiyüzlülük gibi kavramlar da sorgulanıyor. Şimdi düşünün bakalım: bir kadınsınız ve uzun süredir birlikte olduğunuz kişi, erkek arkadaşıyla geyik muhabbeti yaparken şirketlerinde yeni işe başlayan bir kız için "güzel" sıfatını kullanıyor. Sorun yok değil mi? Buraya kadar her şey normal. Olabilir elbette. Ama ardından sizden bahsederken "sıradan" sıfatını kullanırsa her şeyin hâlâ normal olduğunu düşünür müsünüz?! İşte Steph, Greg'le ilişkisinde bu durumu yaşıyor ve bunun normal olduğunu hiç düşünmüyor! Hatta çıldırıyor, ortalığın tozunu attırıyor ve ilişkileri bir çıkmaza giriyor. (Bu arada İso'cum beni deli dumrul Steph karakteri ile özdeşleştirirken ben de olgun ve mantıklı Greg karakterini İso'cuma pek benzettim. Sonumuz benzemesin, diyerek parantezi kapatıyorum.) Bu sırada ne tuhaf ki karısına her fırsatta güzel sözler söyleyen Kent ile "sıradan" lafını arkadaşına anında yetiştiren Carly'nin ilişkisi de bir yandan büyük bir değişim geçiriyor. Ama belki de onlar çizdikleri o maskeli olumlu tabloyu bozmamak için her türlü küçük düşürücü, sıkıcı ve mutsuzluk veren şeye katlanmaktan gocunmayan o etrafımızda yüzlercesini gördüğümüz çiftlerden biridir ve bu değişim de onlar için yaşamın sıradan olaylarından biridir işte...

Bence bu kadarcık bilgilendirme gayet yeterli. Kültür ve sanat dostu Efes Pilsen sponsorluğunda sahnelenen Zorla Güzellik'i kaçırmayın derim. Biletler çok sevgili MyBilet'imizden alınabiliyor. Ocak ayı programı belli olmuş ve biletler satışa çıkmış. Önlerde çok güzel yerler varlar. Hadi bakalım, burada zaman kaybetmeyin artık. Dooğru sanal gişeye!

İyi seyirler..:)

İki Kitap

Kemik Bey ve Willy'nin hikayesi olarak başladı, Kemik Bey'in Cal ve Parlak adlarını alarak Henry ve Jones ailesiyle yaşadıklarıyla devam etti. Çoğu zaman içimi parçaladı ve hüzünlendirdi. Zaman zaman zaten çok sevdiğim köpek cinsine karşı sağlıksız bir bakış açısı geliştirerek insanmış gibi bakmama neden oldu. Yer yer umutlandırdı da ama hikayenin sonuna geldiğimizde darmadağın yaptı beni Timbuktu. Kemik Bey'i Timbuktu'ya yollamanın acısı içime oturdu hatta. Tam da her şey yoluna girmişken, tam da biraz rahat etmişken, Willy'yle sürdüğün yaşamdan çok daha farklı yaşamlar olduğunu görüp ufkun açılmışken değdi mi ha vaktinden önce Timbuktu'ya göçüp gitmene? Ne gerek vardı bu kadar duygusal, duyarlı ve düşünceli olmaya Kemik Bey'ciğim? Neyse, kısacık ve trajik bir birliktelik yaşamış olsak da seninle tanıştığıma kendi adıma çok sevindim. Paul Auster eksiklerimi tamamlamaya da kaldığım yerden aynen devam!













İkinci kitap ise dil emeği göz nuru kendi çevirilerimden biri: Yeni Bir Sen. Yazarı Nicola Cook ve tahmin edebileceğiniz üzere bir kişisel gelişim kitabı. Kapağındaki huzuru bulmaya çalıştığını sandığım gergin kadından hiç hoşlanmasam da tavsiye edebileceğim bir içeriğe sahip olduğunu söyleyebilirim. Ama elbette tür olarak herkese rahatlıkla tavsiye edebileceğim bir kitap değil. Bu konular ilginizi çekiyorsa ve değişime hazırsanız alabileceğiniz, ayakları yere basan bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Şimdi spora gitme zamanı!Size güzel bir hafta sonu diliyorum. Bu soğuk havalarda yapılabilecek en güzel şeylerden biri kitabınıza gömülmek olduğuna göre önerilerimi değerlendirmeyi düşünebilirsiniz belki..:)

Haftaya görüşürüz...

ODTÜ Mezunlar Derneği Basın Duyurusu

Son yaşanan olaylarla ilgili ODTÜ Mezunlar Derneği'nin yaptığı basın duyurusunu muhtemelen hiçbir basın organında görmeyeceğimiz için buradan kendi çapımda duyurmak istedim.

BASIN DUYURUSU

Son dönemlerde üniversite öğrencilerine yönelik polis terörünün son örneği 15 Aralık’ta bu kez de ODTÜ’de yaşanmıştır. ODTÜ’de yapılması gelenekselleşmiş yıllık Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurul toplantısına bir polis ordusuyla gelen Başbakanı, sadece söz ve sloganlarla protesto eden ODTÜ öğrencilerine biber gazı ve coplarla saldıran polis ordusu tüm ODTÜ kampüsünü bir savaş alanına çevirmiş, birçok öğrencimizin ve öğretim üyemizin yaralanmasına neden olmuştur.

Mezunu, öğrencisi, öğretim üyesi, çalışanı ile birlikte ODTÜ'deki bilimsel havayı solumuş herkes, Üniversitelerimiz üzerine polis gölgesinin düşmesinden endişe duymaktadır.

Demokratik hiçbir ülkede, temel özgür düşünce ve protesto hakkını kullanan öğrencilerin bu davranışlarını “ Şiddet “ olarak nitelemek ve polis gücüyle susturmaya çalışmak söz konusu olamaz.

Tüm üniversite mezunlarını; okulumuzu da içine alan bu gelişmeler karşısında duyarlı olmaya, eğitim ve bilim dünyamızın karartılmasına karşı çıkmaya, öğrencilerimizi muhtemel provokasyonlara karşı itidalli davranmaya davet ediyor, ODTÜ Mezunları olarak; öğrencilere, öğretim üyelerine ve tüm ODTÜ mensuplarına yönelen polis şiddetini kınıyoruz.

Gözaltılar üzerine "Biz terörist değiliz genciz" yanıtını en güzel şekilde polis kalkanı önünde uzun eşek oynayarak veren ODTÜ öğrencilerini görmek için de buraya lütfen.

Eh, artık sıcacık evlerimizde çayımızla çekirdeğimizle televizyon başında dizilerimizi izlerken en azından reklam arasında bir "helal olsun" göndeririz sanırım ODTÜlü gençlere. Neyse ki ileri demokrasi var ülkemizde, yoksa halimiz ne olurdu acaba?!

Malafa

Hafta arası 26 Aralık tarihine aldığım DOT biletleriyle ilgili bir değişiklik yapmam gerektiğini çünkü grubun o tarihteki oyununun iptal olduğunu bildiren bir telefon aldım. Tarihi değiştirmem gerekiyordu. Bunun üzerine İso'cumla kafa kafaya vererek Malafa'yı bu Pazar izlemeye karar verdik. Giderken de Hıncal Uluç'un bir yazısından hatırladığımız "DOT'un en kötü oyunu Malafa" gibi bir ibare yüzünden biraz önyargılıydık. Ama yine çok keyif alarak izlediğimiz bu oyundan çıkınca açıkçası Hıncal Uluç'a içten içe kızdım. Ya onun yüzünden gitmekten vazgeçenler olduysa? Haksızlık değil mi bu ama?

Biliyorsunuz biz DOTsever bir çiftiz. Ama DOT oyunlarının sert içeriğinin de her bünyeye göre olmayabileceğinin farkındayız. O yüzden DOT'u birilerine önerirken o kişilerin tarzlarını da göz önünde bulundurarak bazen bir iki uyarıda bulunduğumuz olur. Ya da bir DOT oyunundaki aksiyondan veya oyunculardan birinin ağzından çıkan destursuz bir sözden dolayı "Ayyy!!" diye çığlık atma potansiyeli bulunan annelerimizi falan DOT oyunlarına götürmeyiz. Buna rağmen bu oyunun şimdiye kadar izlediğim DOT oyunları içinde en light olanı olduğunu söyleyebilirim. Bir de gerilmeden, hatta gülerek izlenebilecek bir oyun olması açısından da ilginçti! O yüzden hâlâ DOT ile tanışmamış olanlar için de güzel bir ilk adım olabilir. :)















Hakan Günday’ın Ekim 2005’te Doğan Kitap’tan çıkan romanı Murat Daltaban yönetmenliğinde ve izlemeye bayıldığımız DOT oyuncuları ve Emel Çölgeçen gibi değişik isimlerin oyunculuklarıyla bir tiyatro oyununa dönüşmüş. Kitabı okumadığım için uyarlamanın başarılı olup olmadığı konusunda yorum yapamayacağım, ama aklıma takıldı şimdi: acaba Hıncal Uluç uyarlamayı mı beğenmedi? Neyse... Ben hastası olduğum yeni isimlerden Tuğrul Tülek, Rıca Kocaoğlu ve Cemil Büyükdöğerli'yi her durumda izlerim doğrusu. Kadın oyuncular arasında ise Berrak Kuş favorimdi. Tek şikayetim, oyunculuklara ve diyaloglara doyamadığım 1 saat 15 dakikanın bana çok kısa gelmiş olması!

Oyunun konusundan hâlâ bahsetmemiş olduğumu fark ettim bu arada. Türkiye'nin en büyük kuyumcusu Topaz Jewelry Center'dayız. Raflarda bir sürü mücevher duruyor ve tezgahtarlar adeta atmaca gibi üzerine saldıracakları keriz turist gruplarını bekliyorlar! Ama alan razı satan razı bu alışverişte. Hem de ne razı, alan da satan da adeta kendinden geçiyor, kendini kaybediyor o mücevherlerin göz alıcı parıltısında. Aslında satış çılgınlığı ve Shopping & Fucking'deki gibi alışverişin pornografik yanı ele alınıyor bir kez daha. Satış tezgahlarını hazırlayan yaratıcı tezgahtarların marifetlerini ve ağlarına düşürdükleri avlarını mutlaka görmelisiniz. Bu yüzden sezon bitmeden Malafa'yı da izlenecekler listenize almayı unutmayın.

Şimdiden iyi seyirler.

Acı Çikolata ve Ayrılık

Yani bir büyülü bir de büyüsüz salt gerçeklik.. Ne demek istediğimi az sonra anlayacaksınız..

Büyülü gerçeklik, zamanında filmi de yapılan, taaa 1993'ten kalma, ama benim yeni okuduğum Acı Çikolata adlı kitabın yazarı Laura Esquivel'in bağlı olduğu akımın adı. Hem büyülü hem de gerçekçi olan bu akımın yazarlarından Paul Auster ve Gabriel Garcia Marquez'i de çok severim. Bu arada galiba akımın kendisini sevdiğimi düşünerek Isabel Allende ve Toni Morrison'u da denemeye karar verdiğimi söyleyeyim. Bu büyülü gerçeklik öyle bir şey ki göz yaşları sel olup evi yıkabilir, içine sevgi katılan bir yemek masadakilerin kendinden geçip bir bahane bularak kalkıp sevgilileriyle sevişmeye gitmelerini sağlayabilir ya da üzüntüsünden üşümeye başlayan bir kadının koca bir çiftliğin üzerini örtecek büyüklükte bir battaniye örmesine neden olabilir. Bu örneklerden büyülü gerçekliğin size göre olup olmadığını anlayabilirsiniz.

Acı Çikolata'da ise Meksika’nın küçük bir kasabasındaki bir çiftlikte yaşayan despot bir anne ve üç kızının yaşamı konu ediliyor. Hikayenin en önemli bölümünü ise geleneklere göre evlenmeyip annesine bakmak zorunda olan ailenin küçük kızı Tita ile Pedro'nun büyük aşkı oluşturuyor. Her ne kadar ben kitabın ortalarından itibaren Pedro'yu satmaya başlayıp, Tita ile John'un birlikte olmasını isteyerek (benim ki büyülü kısmı olmayan düpedüz gerçekçilik işte! bakmayın siz bana..:) ) okumaya devam etsem de Tita ve Pedro'nun yakıcı aşkının alevleri hiç sönmüyor. Hatta ta ki onları kavurup kül edene dek devam ediyor... Kütüphanemdeki yerini alan bu "içinde yemek tarifleri, aşk öyküleri, kocakarı ilaçları bulunan tefrika romanı" ben çok sevdim. Benim gibi hâlâ okumamış olanlara tavsiye ediyorum.

Bu arada kütüphanemin boş rafını da okunmak için bekleyen kitaplara ayırdım. Aşağıda gördükleriniz Idefix sanal kitap fuarından sipariş ettiğim ve okunmayı (ve size yazılmayı) bekleyen kitaplarım. Acı Çikolata'yı da kütüphaneme öyle yapıştırmadım elbette. Resmini çekmeyi unutunca üşendim Google'dan bulduğum görselini kullanmaya karar verdim. Bu arada 26 Aralık'a kadar kitap fuarı devam ediyor, unutmadınız değil mi?















Gelelim film önerime.. Sibel Kekilli'nin başrolde olduğu ve bu sene İKSV Film Festivali sırasında gösterime girmiş ama pek çok film gibi tarafımca kaçırılmış olan Ayrılık'tan bahsedeceğim. Filmde mutsuz bir evliliği olan genç bir kadının çocuğunu da yanına alarak Almanya'ya ailesinin yanına kaçmasını konu alıyor. Ondan sonra da nasıl büsbütün yalnız bırakıldığını... Ve yaşam mücadelesinden çok cahilliğe karşı verdiği mücadeleyi... Gelenekler ve töre adına yapılan saçmalıkları, iki yüzlülükleri, yaftalamaları... Bana hep acı gelen, kadının bakış açısının ve tutumunun dünyayı değiştirebileceği durumlarda kadının da bu ikiyüzlü sistemin işleyişine destek verdiğini görmek... Takdir ettiğin tutum için üzülmek durumunda kalmak...

Ben çok beğendim Ayrılık'ı. Oyunculuklar ve sıradan bir konunun sade ve çarpıcı bir şekilde anlatılmış olması açısından da çok başarılı buldum. Anne ve baba rollerinde usta oyuncular Settar Tanrıöğen ve Derya Alabora olduğunu belirteyim. Filmin çok dramatik bir hikayesi olduğunu da söyleyeyim de sonra "içimizi bunalttın" diye kızmayın bana. Ama bunalmaya hazır olduğunuz bir gün de izleyin Umay ve küçük oğlu Cem'in yaşadıklarını.















Bu soğuk havaları kitap&kahve veya şarap&film ile ısıtmaktan başka çaremiz yok. Size de keyifli ısınmalar dilerim...

(Not: Film görsellerini gencsinema.com'dan aldım.)

Seninki Kaç Santim?


Hem doğasever hem de balıksever olarak Greenpeace'in bu Internet üzerinden yürüttüğü bu eyleme katılmadan edemedim. Blogumun sağ sütununda da eyleme yer verdim ama aşağılarda ve silik kaldığı için içime sinmedi bir de post yazayım dedim.

Greenpeace'in bizleri harekete geçirmek üzere yaptığı çağrıyı aynen yayınlıyorum:

BOYUT ÖNEMLİDİR!

Böyle devam ederse dünyadaki balık stokları 2050’de tükenecek. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı çoktan bitti. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek.

Oysa hala zaman var. Büyük balıkların yüzde 10’u hala hayatta, balıkların yüzde 40’ı hala denizlerdeki ekosistemi beslemeye devam ediyor. Bugün yavru balık avını durdurabilirsek yarın herşeyi düzeltebiliriz.

Eyleme katılın! Tarım Bakanlığı’ndan yavru balık satışını engellemesini ve yasal balık boylarını düzenlemesini isteyin. Denizlerden vazgeçmeyin!

Küçük balık yoksa büyük balık da yok! Siz de harekete geçmek, kampanya hakkında detaylı bilgi almak ve benim minik balığımı büyütmek için buraya buyurun lütfen! :)

Av Mevsimi

Yavuz Turgul ve Şener Şen ikilisinin; Cem Yılmaz ve Çetin Tekindor gibi ailecek bayıldığımız ve her rolde, her projede izlemekten keyif alacağımız iki ismin; Okan Yalabık, Rıza Kocaoğlu ve Bartu Küçükçağlayan gibi tiyatro kökenli müthiş genç oyuncuların bir araya geldiğini duymamızla birlikte Av Mevsimi için vizyona girdiği ilk gün yer ayırtmak şart oldu. Cuma günü Astoria'da izlediğimiz filmi ben beğendim. Hem de polisiye olmasına rağmen. (Bu arada en sevdiğimiz Cinebonuslardan biri olan Astoria Cinebonus'a yürüme mesafesinde olduğumuz için kocam ve ben yeni evimizi de bir kez daha beğendik, ama bu apayrı bir konu.)

Film öldürülen bir genç kızın katilini bulmaya çalışan üç polisin etrafında dönüyor. Bunlardan biri Avcı lakaplı, yılların deneyimli polislerinden, emekliliği yaklaşan Ferman (Şener Şen). Diğeri Deli lakaplı, gerçekten de deli dolu bir Karadenizli polis memuru olan ve Ferman'ı ağabeyi ve hatta babası gibi gören İdris (Cem Yılmaz). Ve sonuncusu ise bu ikiliye katılan çömez memur adayı, henüz kan, barut ve ceset kokularına karşı bağışıklık kazanamamış, katılaşamamış genç antropoloji mezunu Hasan (Okan Yalabık). Bu muhteşem üçlü arasında oyunculuk olarak kim ön planda diye sorarsanız tartışmasız Cem Yılmaz diyeceğim. Usta oyuncu Şener Şen için ise Kabadayı filminde yaptığım yorumu tekrarlayacağım: başarılı ama aynı! Sıfır risk, denenmiş ve onanmış roller! Onu farklı bir karaktere bürünmüş halde izlemeyi çok isterdim. Ama dediğim gibi Cem Yılmaz bir harikaydı. Deli İdris'in hakkını onun dışında başka biri veremezmiş gibi geliyor hatta şimdi düşününce. O deliliği film boyunca hem içimi ısıttı hem de sinirlendirdi beni ama her iki durumda da bayıldım kendisine.















Bu üçlü dışında bir de Adanalı zengin iş adamı Battal Çolakzade rolünde bir Çetin Tekindor gerçeği vardı ki tam ağız açık izlemelik. Zaten filmin hiçbir şeyini beğenmeseydim bile sırf Battal ve İdris karakterleriyle tanıştığım için memnun ayrılırdım salondan. Çetin Tekindor her zamanki gibi oyunculuğunu konuşturmuş bu filmde de. Bakışlar, duruş, tavır, konuşmalar... Çetin Tekindor gitmiş, yerine her şeyiyle Battal Çolakzade gelmiş sanki! Genç oyunculardan ise favorilerim daha kısa rollerine rağmen Rıza Kocaoğlu ve Bartu Küçükçağlayan oldu. Okan Yalabık da çok başarılıydı.














Katilin kim olduğunu rahatlıkla anlayabileceğiniz bir cinayet hikayesi var ortada. Filmi yarıladıktan sonra katilin öldürme nedenini de çözüyorsunuz. Harika bir müzik eşliğinde bir ormandaki görüntülerle başlayan hikaye, aynı yerde hazin bir şekilde sona eriyor. Bence filmin en başarılı yanı hikaye kadar karakterlerin de çok iyi anlatılmış olması. Karakterlerin hepsinin iç dünyasına ve yaşamlarına dair fazlasıyla bilgi sahibi oluyorsunuz. Çekimler güzel. Deli İdris'in teşkilattan emekli olan bir polisin vedasında Hayde eşliğinde herkesi coşturduğu sahne muhteşem. Filme muhteşem bir film diyebilir miyiz? O kadar da değil! Ama "iyi ki izlemişim" dediğim filmlerden biri oldu benim için.

Kısacası emeği geçen herkese "ellerinize sağlık" diyor ve teşekkür ediyorum. Bu kez alkışlar Av Mevsimi ekibine gidiyor. Siz de kaçırmayın, mutlaka izleyin!

İyi seyirler.

(Not: Görselleri gencsinema.com'dan aldım.)

Mercan Dede - Secret Tribe

30 Kasım`da Tünel'de bir Dede ve Sırlar Kabilesi tarafından esir alındık! Bizi bir ortama kapattılar ve damarlarımızdan müzik enjekte ettiler. Öyle bir şeyler dinlettiler ki mest olduk, adeta kendimizden geçtik. Sonra salıverdiler ama hiçbirimiz gitmek istemiyorduk. Orada ruhumuzu müziğe teslim ederek olduğumuz yerde öylece kalakalsaydık dedik. Bırakmayın bizi, dedik ama dinlemediler. Çünkü kabilece Kanada'daya başka insanları teslim almaya gideceklermiş ertesi gün. İyi o zaman, dedik. Biz bir dahaki sefere geliriz yine esiriniz olmaya. Ve yolladık onları uzak diyarlara...

5 Kasım`da Borusan Müzik Evi'nin açılışını yapan Mercan Dede Secret Tribe projesi, yoğun talep gördüğü için 30 Kasım`da yeniden aynı yerdeydi. Ve İso'cum sayesinde harika bir gece geçirdik. Mercan Dede, Secret Tribe projesini Aşk'a, sevgiye ve neşeye giden yoldaki bir buluşmanın hikayesi olarak tanımlıyor. Ben de terapi niyetine tavsiye ediyorum hepinize o büyülü tınıları...














Keman, kanun, ney, trampet, klarnet seslerine eklenen ve Mercan Dede'nin sihirli dokunuşu bazen tüylerinizi diken diken edecek, bazen sizi sarıp sarmalayarak başka alemlere uçuracak, bazen de içinizi kıpır kıpır yaparak sizi harekete geçirecek. Semazenleri sizi hipnoz edecek. Her durumda hoşunuza gidecek, ruhunuza iyi gelecek.

...Gece güneşin üstüne rüya gibi serilip ateşler yakılınca, kuşlar susunca, yıldızlar göz kırpınca Sırlar Kabilesinin aynasında tüm evren dönmeye başladığında herkesin gönlündeki sır, ses olur, müzik kılığındaki sevda, ritim kıyafetindeki sevgili olur, hayırlar keşfolur, ayrılıklar terk olur, dertler şifa olur, zaman yok olur, tek bir anda her şey ve hiçlik var olur...

30 Kasım gecesi için Mercan Dede ve ekibine, Borusan Müzik Evi'nin hoş atmosferine ve en çok da gecenin organizatörü sevgili İso'cuma buradan binlerce teşekkür yolluyorum. Ben büyülendim; bence siz de bu harika ekibin bir dahaki gelişlerini kaçırmayın ve sizi de büyülemelerine izin verin!

İyi hafta sonları...

Past Present Future

Avrupa’nın en büyük kurum koleksiyonlarından UniCredit Sanat Koleksiyonu ve Yapı Kredi Sanat Koleksiyonu’ndan seçilen eserleri İstanbul’a getiren "Past Present Future" sergisindeyiz bu kez. Bu kez sergiyi gezebilmek için bol bol zamanınız var, çünkü serginin bitiş tarihi 7 Ocak 2011. Ayrıca YKY Kültür'ün Facebook sayfasını takip edip saatlerini öğrenerek rehberli bir sergi turu da yapabilirsiniz.













Sergide yedi bölüm bulunuyor: "Geometri Üzerine", "Yüz Yüze", "Klasik Üzerine", "Metropolis", "Arzu Nesneleri", "Beden Dili" ve "Yüce ve Pitoreks". Klasik bir kadın olarak toplam 90 eserin seçilerek sergilendiği Past Present Future sergisinin en çok past, biraz da present dönemi eserlerini beğendiğimi söyleyebilirim. "Arzu Nesneleri", "Klasik Üzerine" ve "Metropolis" bölümleri de favorilerim oldu. Sergide resim, fotoğraf, enstalasyon ve heykel çalışmaları göreceksiniz. Benim seçtiklerimi görmek içinse aşağıya doğru aynen devam ediniz.

Sol alt resimde Paolini'nin sessizce konuşan insanlar yerleştirmesini görüyorsunuz. Yanında ise Choose Your Colors Carefully -Bowl (Renklerinizi Dikkatli Seçin - Kase) adlı çalışmasıyla Tony Cragg yer alıyor. Üstte solda yer alan resim Gizem'in geometrik favorilerinden. Yanında ise Miha Strukelj'in Galata Köprüsü adlı tuval üzerine yağlı boya çalışması var. Yağlı boyadan çok çözünürlüğü düşük siyah-beyaz bir fotoğraf gibi görünen bu resme bayıldım.















Beden Dili bölümündeki Şükran Moral fotoğrafı da aklımda kalanlar arasında. Şükran Moral gazetelerden öğrendiğimiz kadarıyla zaten bu sene Contemporary İstanbul'da da yapmış yapacağını. Mardin'de üç erkekle evlenen kadın videosunu görmeyen duymayan kalmamıştır diye düşünüyorum. Aşağıdaki parmakla yapılmış Huş Ağaçları resmi de favorilerim arasında yer alıyor. 1972 tarihli eserin yaratıcısı ise Georg Baselitz.


















Gelelim klasik favorilerime. Elbette ilk sırada sol üstte yer alan Osman Hamdi Bey'in Feraceli Kadınlar tablosu yer alıyor. Sonra ise sağda gördüğünüz Hoca Ali Rıza'nın 1917 tarihli İftar Sofrası tablosu geliyor. Diğer bir favorim de 17. yüzyılın ikinci yarısından kalma Giovan Battista Ruoppolo imzalı bir ölüdoğa. Şahsen o üzüm salkımlarının, hatta tanelerinin her birinin başlı başına bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum. Muhteşemdi!













Eveeet, bir sergi turumuzun daha sonuna geldik. Sergi elbette bu kadarla sınırlı değil. Çok daha fazlası Beyoğlu'nda sizleri bekliyor. Ama biraz olsun canınızı çektirebildiysem, hafta sonu planlarınıza sergiyi de ekleme isteği uyandırabildiysem içinizde ne mutlu bana. Artık çıkışta Ara Kafe'de oturup Meksika usulü sıcak çikolatanızı içerken de beni hatırlarsınız, olur mu?

İyi gezmeler...

1 Sergi & 1 Kitap

Bu hafta sonu kocamla birlikte Beyoğlu turu yapma planımız vardı. Sahafları gezecek ve Aralık ayı tiyatrolarımız için biletlerimizi alacaktık. Sonra ya Çorbacı'da ya da Ara Kafe'de bir mola verip, YKY Kültür ve Paşabahçe'ye uğrayıp eve dönecektik. Ama İso'cumun işle ilgili okuması gereken raporlar olunca biz de Gizem'le birlikte aynı planı gerçekleştirmeye karar verdik.

Sahaflar kısmını biraz kısa tuttuk, çünkü sanırım sahaf konsepti için biraz yeni kaldıkları için aradığım Saramago ve Auster'ları bulamadım. Neyse ki, İdefix sanal kitap fuarı başladı ve 26 Aralık'a kadar devam ediyor da kendime kocaman bir liste yapıp sipariş vermem için bol bol zamanım var. Alışveriş sepetim şimdiden hazır ama aklıma başka kitaplar da gelirse hepsini birden sipariş edeyim diye biraz daha bekliyorum bakalım. Sanal kitap fuarına uğramayı unutmayın! Onun dışında planımızı aynen uyguladık. Hatta Gizem sayesinde YKY'deki sergi dışında (bir sonraki yazımda anlatacağım) çok keyifli bir sergi daha keşfettik.

Gizem'in elinde yalnızca açık adres olup tarif olmadığı için çok önemli bir bilgi de edinmiş olduk. Beyoğlu'nda bilmediğiniz bir sokak, pasaj, mekan, vs arıyorsanız, nereye sormanız gerektiğini biliyor musunuz? Meğer YKY Kültür'ün hemen yanındaki ara sokakta tütsü satan amca ayaklı Beyoğlu rehberiymiş. YKY Kültür'deki güvenlik görevlisinden aldığımız bu bilgiyle tütsücü amcadan Olivya Geçidi'nin yerini öğrendik ve Klaxon Kültür Merkezi'ni bulduk. (Barcelona Kafe'nin ara sokağından dümdüz yürüyünce karşınıza çıkıyor.)

1944 doğumlu Ahmet Yazıcı ağaçtan heykeller yapan bir sanatçı. Duvar panoları ve iç mekan masa üstü olmak üzere iki tip heykel yapan sanatçı ağaçtan heykeller yapıyor. Bunun nedeni de ağaçla çalışırken formun yanı sıra sonsuz alternatifleriyle renk dünyasından da dilediği gibi yararlanabiliyor olmasıymış. Genellikle huş ağacını tercih ediyormuş çünkü bu ağaçta diğer ağaç türlerinde zamanla ortaya çıkan deformasyonlar oluşmuyormuş. Eserlerindeki biçim ve renk uyumunu kurgularken dinlediği müziklerden de ilham alarak çalışan Ahmet Yazıcı'nın rengarenk heykellerine ve özellikle de duvar panolarına bayıldım doğrusu. Ama Klaxon'un ortamı sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Bildiğiniz sergi salonlarından çok farklı, çünkü burası aynı zamanda çocuklar ve yetişkinler için birçok aktivite ve etkinliğin yapıldığı bir kültür ve sanat merkezi. Sergi de kurs odalarının açıldığı birkaç masalık bir kafeteryamsı bölümde gezilebiliyor. Şahsen ben keşke bu güzel eserlere ayrı bir yer ayrılabilseymiş diye düşündüm. 3 Aralık'a kadar devam eden Ahşap Heykel Sergisi'ni görmenizi tavsiye ediyorum.

















Kitap önerim ise eskiden Cumhuriyet'in verdiği Dünya Klasikleri serisinden Voltaire'in Sadık ve Safdil hikayeleri olacak. Bekir Karaoğlu tarafından Türkçeleştirilmiş olan iki hikaye de bana göre masal tadındaydı. Babil'de geçen Sadık hikayesinde dürüstlük ve doğruluktan asla sapmayan bilge bir adamın başına gelen binbir türlü terslik konu edilirken Safdil'de de son derece saf ve temiz bir adamın birlikte olmalarına izin verilmeyen sevgilisiyle kavuşma sürecinde gelişerek adeta bir bilgeye dönüşme süreci konu ediliyor. Din ve ifade özgürlüklerini savunan, kilise dogmalarını yeren ve Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden biri olan ünlü yazar ve filozofun kaleminden çıkan bu iki hikayede de onun özgürlükçü bakış açısının izlerini açıkça göreceksiniz. Şimdiden iyi okumalar.



















Sırada Beyoğlu Yapı Kredi Kültür'de gezilebilen Past Present Future sergisi var. Bence benden ayrılmayın! :)

Tatil Filmleri

Vizyondayken izleyemediğim ve merak ettiğim iki filmi bayramda izleme fırsatı buldum. Birini izlesem de olurmuş, izlemesem de. Social Network'ten (Sosyal Ağ) bahsediyorum. Hani şu Facebook filminden. Dünyanın en asosyal, kompleksli ve ilkesiz adamının bulmadığı bir fikirle ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde 25 milyar doları cebe indirme başarısını(!) detaylarıyla öğrenmeden kesinlikle yaşayabilirdim (ve hatta Facebook'u da daha keyifle kullanabilirdim) doğrusu! Yine de Facebook'un mucidi olarak bilinen Mark Zuckerberg'in hikayesini öğrenmek istiyorsanız bu filmi izleyebilirsiniz. Anlatım bakımından gayet iyi olduğunu düşündüğüm filmde sinir bozucu Zuckerberg karakterini Jesse Eisenberg canlandırmış. Kendisini de tebrik etmem gerekiyor çünkü tüm iticiliğiyle tüylerimi diken diken etmeyi başardı. Hep aşağıdaki resimdeki gibi hatırlayacağım onu! Napster'ın kurucusu olan girişimci Sean Parker rolündeki Justin Timberlake de rolüne tam oturmuştu. Ama iticilik konusunda Zuckerberg'in eline su dökemeyeceğini düşünüyorum. Filme neden çok bayılmadığıma gelince çok mantıklı bir şey söyleyemiyorum. Herhalde gerçek bir konu olması itibariyle sinirimi bozdu bu film. Bu kadar asosyal ve etikten yoksun bir adamın sosyal ağ kurup da gencecik yaşında milyarder olması bana göre motivasyon kırıcı bir durum. Hayatın belki de en (bazen de tek) idealist olunduğu gençlik dönemine bu kadar ilke ve ideal yoksunu başlamayan bir ismin "başarılı ve zengin" bir portre olarak sunulması şahsen benim geleceğe umut dolu bakmamı engelliyor. Neyse, (sinirlerinizi yatıştıracağı için) sıcak çikolata içerken izlenebilir.














Gelelim şarap eşliğinde izlenmesi gereken bir filme: Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev)! Uzun ama bir o kadar daha olsa sıkılmadan izleyebileceğim türden bir filmdi benim için. Öncelikle başrolde muhteşem bir Julia Roberts vardı. Benim Çirkin Kralım da başroldeydi ama kendisini Liz'in yaşamının "Sev" bölümünde çok az görebildik ne yazık ki. Film kısaca yaşadığı hayatta tükenmekte olduğunu fark ederek iç dünyasını, gerçek arzularını, nasıl bir yaşam istediğini keşfetmek üzere hem içsel hem de fiziksel olarak uzun bir yolculuğa çıkan Liz Gilbert'in bu kişisel gelişim serüvenini anlatıyor. (Bu arada kitabını okumamıştım, eminim çok daha güzeldir.) Pek de sempati duydum bu Liz'e tanıdıkça. Hele evindeki kutusunda National Geographic'ten kestiği keşfetmek istediği yerlerle ilgili fotoğrafları duyunca daha da kanım kaynadı kendisine. :)

Oyunculuklar ve çekimler müthiş, hikaye de etkileyici, ama filmde çok da iyi anlatılamamış olduğunu düşündüğüm ve fazlasıyla da önemli bir şey var. Belki kitapta daha iyi işlenmiştir, ama ben Liz'in çıktığı bu kendini keşfetme yolculuğundan gerçekten bir şey öğrenip öğrenmediğinden pek emin değilim! Yemeyi de Dua Etmeyi de Sevmeyi de biraz robot Amerikalı tarzında yaptığını düşünüyorum. Hatta Bali'deki dişsiz bilge amcanın son dakika uyarısıyla kendisine gelmese gül gibi Felipe'yi de tek başına kayığa bindirip gönderiyordu valla! Yani yolculuğun dışsal kısmını içine sindirerek gerçekleştirdi, tamam da asıl içsel kısmı konusunda başarılı oldu mu dersiniz Liz Gilbert? Böylesi bir arayışta olan kadınlara (ya da erkeklere) ilham verebilir mi yaptığı yolculuk? Filmin bu anlamda biraz eksik kalmış olduğunu düşünüyorum açıkçası.



















Neyse, zaten büyük olasılıkla bu film Türk izleyicisi tarafından genel olarak beğenilmemiştir. Neden mi? Öncelikle Liz karakteri, kadın erkek toplumumuzun tüm fertleri için "yediği önünde yemediği arkasında", "bir eli yağda bir eli balda", güzel bir evi, işi ve kocası olan, dolayısıyla o yaşlardaki bir kadının yaşaması gereken en ideal hayatı yaşayan bir karakter olduğu için içsel yolculuğa çıkma isteği "canı dayak istiyor bunun" ya da "rahat battı" olarak algılanacaktır. Ayrıca ortalama bir Türk kadınının boşandıktan sonra genellikle Hindistan'a, Bali'ye değil ailesinin evine yolculuğa çıkabileceği bir gerçektir. Çağdaş, çalışan ve modern bir kadın bile olsa yurdum insanı olarak vize çilesini düşünerek dünyayı keşfetme arzusundan vazgeçecektir zaten! Hadi diyelim vize işini halletti ve İtalya'ya attı kendini, orada yemenin tadına varacağım diye bizim armut Türk kadını yeni kilo rekorunu kırarak yerinden kalkamaz hale gelecektir (daha ilk adımda al sana ekstra bunalım!). Kocasına falan durumu çıtlatsa, hani "çıldırmak üzereyim, hayattan tat alamaz oldum, boğuluyorum, iştahım bile kalmadı" dese ortalama bir Türk erkeğinin vereceği tepki "akşam kebapçıya götüreyim seni, açılırsın" olacaktır. O yüzden bizde kadın da erkek de "içsel yolculuğa falan ne gerek var canım, bir çay demleyip oturalım oturduğumuz yerde ne güzel," diyebilir bence.

Neyse, son olarak manen daha tatmin edici bir yaşam arayışında olan herkesin Liz Gilbert'taki cesaret ve olanaklara sahip olmasını dilerim. Ayrıca böyle bir arayışta olanların sayılarının da artmasını diliyorum. Böylelikle mutlu hayatların sayısı da artacaktır.

Hepinize iyi hafta sonları...

Bir Bayram da Böyle Geçti...

Ekimin ilk haftası taşındıktan sonra ikinci haftasından itibaren Kurban Bayramı'nda ne yapsak diye düşünmeye başladık. "İso, Fas'a gidelim, süper olur!" "Ya da Nil'de gemi turuna mı katılsak?" "Uzakdoğu ister misin? Onun da tam zamanı." "Daha kısa uçuş olsun, değil mi? Beyrut'a ne dersin?" falan diyerek başladık araştırmalara. Ama başlar başlamaz da feci geç kalmış olduğumuzu fark ettik. Sıcak diyarlarda hiç yer kalmamıştı. Ümitsizce de olsa birkaç yere isim bıraktık, ama ne arayan oldu ne soran. Zaten birçok yerin iki ay öncesinden itibaren dolduğunu öğrendik. Biliyorum bizim gibi bir çifte hiç yakıştıramadınız bu durumu ama bu sene önemli bir mazeretimiz vardı biliyorsunuz. Taşınma telaşı sırasında tatil planlaması biraz güme gitmiş oldu. Son hafta alternatifleri bir kez daha gözden geçirdikten sonra "Neden yurtiçinde görmediğimiz bir yere gitmiyoruz? İzmir'i mi keşfetsek?" "Haklısın, İzmir için fazla uzun bir tatil. Karadeniz falan?" "Hava belli olmaz, değil mi? GAP'a ne dersin?" diyerek son hafta da GAP turlarının hiçbirinde yer kalmadığını öğrenerek ağzımızın payını aldıktan sonra bayramımızın nasıl geçeceğini belirleyen kilit cümle ağzımdan çıktı: "İso, madem İstanbul'da kalıyoruz, sizinkileri çağıralım mı? Hem evi görmüş olurlar hem de sen de tatil olduğun için seni bol bol görebilirler." Olur mu olmaz mı, ayarlayabilirler mi derken Ankara ekibi bavulları hazırlayıp çıktı yola. Biz de çölde çay yerine balkonumuzda kahveyle başladık tatilimize..:)











Bayram boyunca İstanbul'daki boşluğun ve sessizliğin tadını çıkardık. Örneğin, bayramın ilk günü IKEA'da ve H&M'de omuz omuza değil de rahat rahat gezerek alışveriş yapabildik. Ya da aynı gün Beşiktaş, Ortaköy ve İstinye Park'a gitmeyi başardık ve insan kalabalığından yorulmadan eve dönebildik. Beyoğlu'nu keyifle turladık. Mango'nun outlet katında kasada kuyruğun olmadığı bir an gördüm mesela! Bunun ne anlama geldiğini bütün kızlar bilecektir. :) Kısacası curcunasız bir İstanbul'da sakin bir aile saadeti yaşadık diyebilirim. (Bu arada herkes şehrin boş halinin ne kadar güzel olduğundan bahsediyor, ama ben en fazla iki ya da üç gün bu haline katlanabilirim bu aktif , dinamik ve heyecan verici şehrin. Daha fazlası bana hüzünlü geldi doğrusu. O yüzden her ne kadar keyifli bir bayram geçirmiş olsak da mümkün olduğunca bayramlarda başka yerlere kaçıp şehrin bu sessizliğe bürünmüş halini fazla görmemek gerek diye düşünüyorum.)

Yediğimiz içtiğimiz de bizim olmasın ve kısaca bahsedeyim hangi lezzetleri tattığımızı bu bayramda. Genellikle vazgeçilmezlerden yana kullandık tercihimizi. O yüzden daha önce yazdığım lezzetleri burada yeniden yazmama gerek yok sanırım. IKEA'da İsveç köftesi (ailecek hastasıyız! :) ), Beyoğlu'nda Mercan ve İtalyan dondurması, Sultanahmet'te Dubb Indian Restaurant ve İstinye Park'ta ise Günaydın'a uğradık bu seferki gezmelerimizde. Daha önce Günaydın'ın kasap bölümünden alışveriş yapmış olmamıza rağmen restoranına ilk kez oturduk ve gelen yemeklerin sunumuna, kalitesine ve tam istediğimiz kıvamda getirilmiş olmasına bayıldık. Gerçi muhteşem tane hardallı bonfile ve bir şişe Egeo sonrasında bendeniz geceyi beklenmedik bir şekilde kapatmak zorunda kaldım: anne elinden çıkmış bir bardak nane-limonla!!!















İşte böyle geçti bir bayram daha. Bu anlattığım dışarıda geçen bölümüydü. Evde gazete sefası yaparak, IKEA'dan aldığım çalışma koltuğunu monte ederek, elimizi öpmeye gelen Selim Bebek'le oynayarak, bol bol tatlı yiyerek, bol bol çay, kahve ve bira tüketerek, gece 2'ye kadar balkonda Ali Baba ortamı kurup nargile sefası yaparak, filmler izleyip kılkuyruk kocacım yüzünden çekirdek çitleyemeyerek (!), Canlı Para'ya bakarken bazı tiplerin bir an önce elenmesi için bol bol negatif enerji göndererek (ama hak ediyorlardı!), dinlenerek, sohbet ederek ve gülerek. Cumartesi günü Ankara ekibini yolcu ettikten sonra bu kadar yiyip içtikten sonra ayıp olmasın diye bir kez de spora giderek. Ve Pazar günü de kapanışı Feriköy'deki bitpazarında yaparak.












Feriköy Organik Pazarı'nın kurulduğu yerde Pazar günleri bitpazarının kurulduğunu biliyorsunuzdur. Ben de uzun zamandır biliyordum, ama ne yazık ki hiç gitmemiştim. Üstelik yurtdışına çıkarken şehrin ünlü bitpazarlarını falan mutlaka araştıran biri olarak burayı henüz görmemiştim. Bugün İso'cumla birlikte burayı keşfetmeye karar verdik ve metroyla Osmanbey'e gittikten sonra ara sokaklardan yürüyerek pazarı bulduk. Kendimizi Avrupa'da elimizde metro ve şehir haritalarıyla keşif yapıyormuş gibi hissettik. Süperdi! Bu arada Pazar günü İso'yu dışarı çıkmaya ve pazara gitmeye nasıl ikna ettiğimi sorarsanız hemen söyleyeyim. "Şekerim, hazırlan sana plak almaya gidiyoruz," demem yeterli oldu. Böylece o plaklar arasında kendini kaybederken ben de porselen biblolar, bronz şamdanlar ve kitapların olduğu standlarda gezindim. Bir Pazar gününüzü buraya ayırmanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

Alışveriş sonrasında ara sokaklardaki bir semt balıkçısından Pazar gününün klasik akşam yemeği olan balıklarımızı ve Gayrettepe'ye dönüşte komşumuz olan Komşu Fırın'dan (ailecek hastasıyız!) taze ekmeğimizi ve yeni çıkmış tahıllı kurabiyelerimizi aldıktan sonra evimize geldik. Bilgisayar kendi kendine kapanmaya başladığı için Ankara'da bulunan Dr. XP ile canlı bağlantı kurarak telefonda destek aldık. Ve bilgisayarı düzelttikten ve yemeğimizi yedikten sonra işte karşınızdayım! Ama ufak bir sorun var. Bugün güneşli havayı görünce yine incecik giyinerek dışarı çıktım ve havanın ne kadar sertleşmiş olduğunu anladığımda artık çok geçti. O yüzden her an nane-limonluk olabilirim gibi görünüyor. Anne şefkati olmadan da nane-limon işe yarar mı dersiniz?

Hepinizin güzel bir bayram geçirmiş olduğunu umuyor ve tatil hikayelerinizi dört gözle bekliyorum. Ama Fas'a ve Mısır'a gidenler bir müddet yazmasınlar ya da bana görünmesinler lütfen! :)

Tebrikler Mahsun

Kendisini yakın takipteyim. "Lö lö meahsun," klibinden bu yana yaptıklarını görüyor ve inanılmaz takdir ediyorum. Kendini nasıl yeniden konumlandırdığını hayretle izliyorum. Yerden yere vurulmasının değil, emeklerinin hakkının verilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Ben ilk filminden bu yana yaptıklarını çok takdir ederek izliyorum. Bana göre her filmi izlenmeyi hak ediyor. Beğenip beğenmemek herkesin kendine kalmıştır, ama Ahmet Hakan tarzında bir eleştiriyi hak ettiğini hiç düşünmüyorum.

Mahsun Kırmızıgül'ün ilk iki filmiyle ilgili görüşlerimden şu yazımda bahsetmiştim. Beyaz Melek'i sevmedim, ama Güneşi Gördüm'ü eleştirdiğim yerleri olmasına rağmen sevdim. New York'ta Beş Minare için de aynı şeyi söyleyebilirim. Genel olarak çok beğendim, ama kendime göre eleştirdiğim birkaç nokta var.

Öncelikle ilk yarıyı izlerken ağzım açık izledim diyebilirim. Çekimlere bayıldım. Birkaç koldan konuya giriş hoşuma gitti. Herkesin rolüne çok oturmuş olduğunu gördüm. Zaten muhteşem bir oyuncu kadrosuyla çalışıldığı görülüyor. Hiç haz etmediğim Mustafa Sandal'a bile bayıldım filmde. Mahsun Kırmızıgül'ün oyunculuğuna pek bayılmadım ama. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama Haluk Bilginer her zamanki gibi mükemmeldi. Hatta filmin en iyi oyuncusuydu bana göre. Hacı Gümüş rolüyle yine kalbimdeki tahtını korumaya devam eden Haluk Bilginer bu filmde hüngür hüngür ağlama nedenim de olmuştur. Zira sonu biraz arabesk -ama hiç beklenmedik- bir şekilde biten filmde hayatı boyunca cehalete karşı savaş veren Hacı Gümüş'ün cehaletin pençesine düşmüş olması beni dağıtmıştır. (Ama itiraf ediyorum Hacı Gümüş, Haluk Bilginer olduğu için dağılmış olabilirim.)














İkinci yarıda daha Türk filmi havasına giren filmde daha yapay diyaloglar ve daha fazla mesaj verme kaygısı göze çarpıyordu. Bir de hani bu hoşgörü abidesi Hacı Gümüş zaten gerekirse polise teslim olurum diyorken neden o kadar tantana yapılıp kaçırıldı onu anlayamadım. Yani aksiyon filmi denemesi için mantık hatası yapmaya değer miydi bilemiyorum. :) Son olarak birkaç kolda giriş yapılan senaryoda bazı kolların havada kalarak hiçbir yere bağlanmadığını ve birtakım kopukluklar olduğunu söyleyebilirim. Ama başta da dediğim gibi tüm bunlara rağmen filmi genel olarak beğendim. Mahsun Kırmızıgül'ün her seferinde kendini daha da geliştirdiğini görerek emeklerinin karşılığını almasını ve bu yolda devam etmesini diliyorum. Ben şahsen kendisini izlemeye devam edeceğim.

Çelik Manolyalar

Geçen hafta sonu iki tiyatro oyunu izleme fırsatı bulduk. Bunlardan biri de geçen sene Tiyatro Kare tarafından sahnelenmeye başlanan Çelik Manolyalar adlı oyundu. 6 Kasım'da Profilo Kültür Merkezi'nde oynayacaklarını duyunca arayıp yer ayırttım. (Biliyorsunuz Biletix'i sevmiyorum, o yüzden alabildiğimiz her bileti gişelerden almayı tercih ediyorum.) Profilo'nun tiyatrolarında telefonla yer ayırtmanız ve oyundan bir gün önce -hatta 2 saat önce- almanız mümkün.

Daha önce Julia Roberts, Shirley Maclaine, Sally Field, Dolly Parton gibi oyuncuların rol aldıkları sevilen bir film olarak tanınan bu yapım Robert Harling tarafından kaleme alınmış. Türkçeye çeviren ve sahneye koyan isim Mehmet Ergen, genel sanat yönetmeni ise Nedim Saban.

Oyun küçük bir kasabada geçiyor. Kasabanın da kuaför salonunda. Haliyle burası tüm haberlerin, dedikodularun döndüğü yer.










Altı Çelik Manolya da buranın müdavimleri. Size onları biraz tanıtayım isterseniz. Shelby ve sürekli çekiştiği annesinden başlayalım mesela. Shelby rolünde geçen sezon Saadet Işıl Aksoy oynamıştı ve açıkçası Başka Dilde Aşk filmindeki performansını çok beğendiğim için kendisini sahnede de görmeyi çok istemiştim. Ama bu sezon kadroda olmadığı için aynı rolde Nilay Duru oynuyor (Ülkü Duru ile akrabalık var mı acep? Araştırılacak.). Başlangıçta bunu öğrenince üzülmüştüm ama bir yandan da Nilay Duru'nun oyunculuğunu tanıma fırsatımız oldu. Bence hayata pembe gözlüklerden bakan genç Shelby karakterine çok uymuştu. Kontrol manyağı sayılabilecek bir kadın olan annesi rolündeki Suzan Aksoy ve Nilay Duru'nun performansları bence bir numaraydı. Şimdiden uyarayım, öyle kızın havai tavırlarına ya da aralarındaki çekişmelerin komikliğine bakıp aldanmayın, sizi hüngür hüngür ağlatabilirler!













Kuaför Truvy rolünde Şenay Gürler var. O da çok başarılıydı (ve aynı zamanda çok da güzeldi). Yanında çalışmaya gelen Annelle kasabadaki yeni isimlerden biri ve altı çelik manolyanın en genci. Sorunlu kocasından kaçarak kendi ayaklarının üzerinde durabilmek için gelmiş bu kasabaya. Truvy'nin kuaföründe iş ve evinin garajdan bozma bölümünde ise bir oda bularak başlıyor oradaki yeni hayatına. Annelle'i Aslıhan Erguvan canlandırıyor. Suna Keskin kasabanın eski belediye başkanının dul eşi rolünde. Şen dul gibi görünse de onun da kendine göre bir sürü sıkıntısı var tek başına yaşam mücadelesi veren bir kadın olarak. Ve bir de ağır abla Quiser karakterini canlandıran Oya İnci var. Tanıdıkça onun da o sert görüntüsünün ve tavırlarının ardında kırılgan bir kadın olduğu ortaya çıkıyor.

Hepsi birbirinden hoş, çekici, neşeli ve yumuşacık görünen bu kadınların dertlerini, tasalarını, sağlık sorunlarını, ilişkilerinde yaşadıkları problemleri ve genel anlamda yaşama nasıl tutunduklarını görmek için bu oyunu izlemenizi öneriyorum. Narin, güzel ve capcanlı manolyaların yaşam mücadelesi sırasında çelik gibi sertleşmelerini ve dimdik ayakta durmayı başarırlarken yaşamın onlardan götürdüklerini hem takdirle hem de biraz burukluk duyarak izleyeceksiniz. Oyuncular çok iyi, kostüm ve dekor çok başarılı, hikaye çok etkileyici... Daha ne olsun? Bence kaçırmayın. Çelik Manolyalar, 20 ve 28 Kasım tarihlerinde Profilo'da, 12 ve 18 Aralık tarihlerinde ise Akatlar Kültür Merkezi'nde oynayacak. Sonraki ayları da Biletix 'ten takip edin ama biletlerinizi gişelerden alın. :)

Profilo gişe tel: 0-212-216 44 00
Akatlar Kültür Merkezi gişe tel: 0-212-351 93 82-83-84

İyi seyirler..