Postacı Dermalogica Getirmiş!

Dermalogica ile nasıl tanıştığımızdan bahsetmiştim. Cildimin yeni dostundan bu hafta başı aldığım zarfı da sizlerle paylaşmak istedim. Hem yüzde 10 ndirim kuponu hem de 'multivitamin power concentrate' adlı küçük ama dev bir kapsül ulaştı elime. Düzenli kullanımı ile güneşin cildinize şimdiye kadar vermiş olduğu hasarın etkilerini de yok eden bu üründe konsantre A, C ve E vitaminlerinin bulunduğunu belirteyim.

















Sizin de her cilde lazım Dermalogica ürünleriyle tanışmanızı öneririm.

Hepinize iyi hafta sonları!

Fuck Buddy Aranıyor

Gördüğünüz gibi sürekli bir etkinlikten diğerine koşturmamıza rağmen yine de sonunu getiremiyoruz. Hayır, bitiremediğimiz gibi bir de bir sürü güzel oyuna bilet bulamadığımız için kaçırıyoruz. Bu sırada hâlâ bugüne kadar hiç duymamış olduğumuz yepyeni isimlerle tanışıyoruz. Ve tüm bunlar yalnızca tiyatro için geçerli değil! Sinema, konserler, kitaplar, sergiler derken bir bakıyoruz ki bilinçli bir takibe rağmen aslında yine de ne kadar çok şeyi gözden kaçırıyoruz.

GAF Tiyatro da geçen seneden beri adını duyduğumuz, ama oyunlarını izleme fırsatını bulamadığımız (belki Kumbaracı50'nin programında görmeseydik yine izleyemeyeceğimiz) gencecik bir ekip. Çarşamba akşamı tanışmış olduk ve çok etkilendik kendilerinden. Açıkçası ismi itibariyle daha uçuk kaçık ve marjinal bir çalışma olabileceğini düşünüyordum. (Ve itiraf: ehil ellerde yapılmamış bir marjinal çalışmaysa eğreti durabileceğini de düşünmüyor değildim!)

Ama hiç de öyle olmadı. Oyundan gerçekten çok etkilendik ve hatta son sahnesinde gözlerimin dolmasına engel olamadım diyebilirim. 80 sonrası apolitize edilen, bilinçten yoksun, birçok tüketim maddesiyle uyuşturulan ve birçok önemli manevi değeri bile tüketmeyi öğrenen gençlerin durumu "kaliteli fuck buddy" arayan Deniz karakterinden yola çıkılarak anlatılmış. 20'li yaşların ortalarında bir reklamcı olan Deniz her şeye sahip ama yine de mutsuz! Özellikle de başı dumanlı olduğunda aklına takılan soruya bir cevap aradığı kesin: 'Neden yaşıyoruz?' (Gerçi öyle eni konu düşünülecek bir konu da değil bu canım! Biraz içeriz, bir sigara tüttürürüz, biraz bilgisayar oyunu oynarız, bir de sevişiriz bir fast-food bedenle, olur biter işte! Peeahh! diye düşünerek de hayatının sorumluluğunu almayı hep erteliyor bilinmeyen bir zamana.)









Deniz ile olan sahnelerin dışında bir de işkence gören bekçi Nihat'ın bulunduğu sahneler var. Hakları için mücadele etmek adına eylemlere katılmış, yoldaşlarıyla örgütlenmiş, onuruyla inandığı şeyler için savaşan Deniz'le aynı yaşlarda ama evli ve hamile bir karısı olan bekçi Nihat. Gördüğü onca işkenceye rağmen arkadaşlarını satmayan, başını eğmeyen, cesur bir karakter. Belli ki o, bu döneme ait değil!! Çünkü Deniz'den çok farklı bir mücadele içinde ve kat kat üstün bir bilimç seviyesinde. daha az para ve maddi olanaklar, ama daha onurlu, gerçek, sevgi dolu ve anlamlı bir yaşam.

Bu iki farklı hikaye birbirine nasıl bağlanacak dersiniz? Uyarmadı demeyin: hikayeler bağlanırken sizler çözülebilirsiniz. Ama kurulan bu paralellik sayesinde de anlatılmak istenenler o kadar etkili bir şekilde anlatılmış ki. Deniz sevginin, bağlılığın, manevi tatminin, hayatın anlamını biraz olsun anlayabilecek mi dersiniz? Hepsinden vazgeçtim, adının anlamını ve ne kadar değerli olduğunu anlayabilecek mi? Bence oyunu izleyip görmelisiniz. (Bu yüzden GAF Tiyatro ve Kumbaracı50'yi takip listenize almanızı öneririm.)

Bu güzel oyunu sahneleyen ekibin hepsinin yüreğine sağlık diyor ve onlara teşekkür ediyorum. Aynı zamanda oyunu yazan ve yöneten kişi olduğu için Serkan Öz'e biraz daha fazla tebrik ve teşekkür gönderdiğimi de belirteyim.


Gaf Tiyatro
'nun yeri de çok kolay. Nevizade'nin alt sokağı olarak tarif edilmiş. Haritadaki yeri için sola bakabilirsiniz. Tel: 0-212-244 06 77

Şimdiden iyi seyirler!

...23 Nisan Kuuutluu Olsuuun..

...Sevinin küçükler,
Övünün büyükler,
23 Nisan kuuutluu olsuuunn...

Durduk yere sevinip, övünemeyiz değil mi? Küçüklerimizin sevinmesi ve biz ve daha büyüklerin övünmesi için çok çalışmalıyız çoook! Neyse ki ilham ve örnek alacağımız muhteşem bir liderimiz var:












(Mustafa Kemal, 23 Nisan 1929'da düzenlenen Ankara Palas'taki çocuk balosunda, resim buradan alınmıştır.)

Bu arada İso'cum da ben de Atatürk'ü daha iyi tanımak ve anlamak adına O'nun hakkında yazılmış belli başlı kitapları okumaya çalışıyoruz. Ancak İso'cum Erol Mütercimler'in (benim de çevirmen olarak çok sık çalıştığım Alfa Kitap'tan çıkan) 1,150 sayfalık Fikrimizin Rehberi kitabını bitirerek benden bir (hatta birkaç!) adım öne geçmiş sayılır. Ona kitap hakkında bazı sorular sordum ve aldığım yanıtları da sizinle paylaşmak istedim:

Kitaptan gözümüz korksun mu?

- Kesinlikle korkmasın, çünkü gerçekten su gibi akan ve kolay okunan bir kitap. Ders kitaplarımız gibi klişelerle dolu didaktik bir tarzı yok; kronolojik sıraya göre yazılmış kapsamlı bir tarih kitabı. 1,150 sayfa ama gereksiz hiçbir yer olmadığı gibi eksik kalan bölümler bile var.

Ne gibi? Sence hangi konular daha detaylı işlenebilirdi?

- Devrimler. İşte o bölüm nispeten sıkıcı anlatılmış ve daha fazla detaylandırılabilirdi.

Başka olumsuz eleştirin var mı kitapla ilgili?

- Erol Mütercimler'in Ergenekon soruşturması sırasında el konulan yüzlerce CD'si, bilgisayar belleği, dosyaları ve bir sürü evrağı olduğu için bu kitap sekteye uğramış. Her şeyin yeniden derlenip, toparlanması ve bir düzene konması gerekmiş. Ayrıca moraller de bozuk tabi. Yayınevi de 'Hani nerede Atatürk biyografisi?' diye bir baskı yapmaya başlayınca yazar yeniden çalışmalara başlamış. Bence hem kurgu hem aceleye gelmişlik hissi olarak az da olsa kitapta bu kargaşa da sezilebiliyor.

Kitabın en beğendiğin yanı?

-İnanılmaz bir emek ürünü. Binlerce kaynaktan derlenmiş, arşivlik bir eser. Tarafsız, abartısız, gerçeklere dayanan, eksiksiz bir Atatürk kitabı herhalde ancak böyle olabilirdi. Kesinlikle her evde bulunmalı. En keyif alarak okuduğum bölümü ise Kurtuluş Savaşı oldu. Aslında verilen tüm mücadeleler neden-sonuç ilişkisi içinde ve detaylı anlatılmış ama Kurtuluş Savaşı daha bir farklıydı sanki. Bence o milli mücadeleruhunu, nedenlerini, kullanılan stratejileri öğrenmek ve Kurtuluş Savaşı'nı daha iyi anlamak için de muhteşem bir kaynak bu kitap.

Okurken birçok sayfayı not etmiştin. Onlar nerede duruyor?

-Kitabın hemen ilk sayfasına kurşun kalemle sayfa numaralarını yazdım. O sayfalara gittiğinde beğendiğim alıntıların altını çizdiğimi görebilirsin. Dönüp tekrar baktığımda gözden kaçmasın istediğim bölümlerden bazıları var orada.

Gerçekten de İso'cumun altını çizerek okuduğu paragrafları okuduğumda Atatürk'ün pek çok farklı yönüne dair ipuçları sunan örnekler gördüm. Yazının sonuna bunlardan 23 Nisan 1920 ile ilgili olan bir tanesini eklemek istiyorum. Atatürk, "Milli egemenliği her ne sebeple olursa olsun sınırlamak isteyenler mürtecidir," demiş ve Cumhuriyet'e verdiği önemi şu sözlerle ifade etmiş:


"...Halk, milli egemenliğe yönelen tehditleri ve tehlikeleri önlemelidir. Çünkü milli egemenlik öyle bir kuvvettir ki, onun karşısında bütün dikta rejimleri yıkılmaya mahkumdur. Milli egemenliği esas alan Cumhuriyet ile sultanlık arasında şu fark vardır: Cumhuriyet fazilete dayanırken, sultanlık korku ve baskıya dayanmaktadır. Bundan dolayı Cumhuriyet erdemli ve cesur insanların yetişmesine fırsat tanırken, sultanlıklar içine kapanık ve sefil insanlarla ayakta durabiliyordu."

Teşekkürler Atatürk! Teşekkürler Erol Mütercimler! Teşekkürler Alfa Kitap!

Ve elbette teşekkürler İso'cum! :) Seni unutacağımı mı sandın yoksa? Altını çizdiğin yerleri burada paylaştıkça yeni teşekkürler de gönderirim sana..

Bugün 23 Nisan, kendinize bir Fikrimizin Rehberi kitabı alarak sevinin küçükler, övünün büyükler, olmaz mı?

Hayal Kahvesi Bistro ve 100

Pazartesi akşamı yedi kişilik bir grup olarak Hayal Kahvesi Bistro'da toplanmaya karar vermiştik ve yalnızca bir kişilik fireyle altılı bir masa oluşturduk. Amacımız mekanın alt katındaki salonda 21:00'de başlayacak olan 100 adlı tiyatro oyununu (ya da oyun değil de performans diyelim) izlemekti. İş çıkışı olduğu için 19:30 gibi buluşup önce üst katta yemek yemeye karar verdik.













Hayal Kahvesi Bistro'nun ortamı ve dekorasyonu çok güzel. Eskiden Dulcinea'nın olduğu yerde, Ak Sanat'ın hemen karşısındaki ara sokakta bulunuyor. Yemek ve içki menüsü yeterince iyi gibi görünse de Nisan ve Mayıs aylarında yediklerine dikkat etmeye çalışan her kadın gibi ben de közlenmiş sebze tabağı söyledim ve hiç de başarılı bulmadım. Bütün bir domatesi, soğanı ve konserve közlenmiş kırmızı biberleri olduğu gibi tabağa koyup, üstüne de bol bol rokayı boca etmek hayalimdeki tabağa hiç uymuyordu. Kimsenin hayalindeki tabağa da uyacağını düşünmüyorum. Hayal Kahvesi Bistro'ya bir iyilik yapayım: bence bu konuda Sosa'nın muhteşem ızgara sebze tabağından ilham alabilirler! Ongun'un sipariş ettiği somon ızgaranın da içinin henüz çözülmemiş halde, buzlarıyla geldiğini gördük. İkinci gelişinde ise tadı güzelmiş. Belki de Pazartesi sendromu yaşıyorlardı. Kim bilir!

100 adlı oyuna gelince... Öncelikle Kumbaracı50 veya DOT gibi herkesin oturarak izleyebileceği bir oda tiyatrosunda sergilenmesinin kesinlikle daha iyi olacağını düşünüyorum. Çünkü Hayal Kahvesi Bistro'nun alt katı tam bir konser ortamı. Ayakta, yerlerde oturarak, önümüzdeki canlı (!) ve cansız sütunların ardından oyun izlemek pek de keyifli olmuyor haliyle. Belki de bu nedenden dolayı yemekten sonraki bölümden umduğumuz keyfi bulamadık.

Oysa konusu ve vermek istediği mesajları itibariyle gerçekten de ilginç bir performans gösterisiydi. Diene Petterle, Christopher Heimann ve Neil Monaghan’ın Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanından esinlenerek yazdığı 100, genç bir ekip tarafından sahneleniyor. Onları yaptıkları işten dolayı tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum. Zaten IX.Lions Tiyatro Ödülleri'nde Özgün Yeni Oyun Ödülü’nü de kapmışlar. Gabriel Garcia Marquez şöyle diyor: ‘İnsanın yaşadığı değildir hayat. Aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.’

Evet, siz de düşünün bakalım hayatınızdan tek bir anı seçmek zorunda olsaydınız, ne yapardınız? Unutmayın o anıyla ruhunuzu sonsuzluğa kavuşturacaksınız! O yüzden bu anıyı hem dikkatli seçmenizde hem de mutlaka seçmenizde yarar var. Neyse ki bizler için süre henüz başlamadı, ama er ya da geç yaşanacak o ana kadar yapabileceğimiz çok şey var: Bol bol anlamlı anı biriktirmek! Bence hepimize kolay gelsin!

Bu arada oyun için uygun olmasa da ve yemeklerine bayılmasak da Hayal Kahvesi Bistro'nun web sayfasından konser programlarını takip etmeyi unutmayın, çünkü gerçekten de alt kattaki salonlarında süper konserler oluyor!

CityZen

Geçen Perşembe günü tiyatroda olduğumuz için Aşk-ı Memnu'dan bihaber kalmıştım. Aslında öyle olduğunda daha mutlu bile oluyorum, çünkü ertesi günü Youtube'dan dizinin ilgimi çeken bölümlerini hızlı çekim izleyerek iki saat TV karşısında geçirmek yerine 15-20 dakikada olan biteni öğreniyor, o haftanın giysilerini görüyor ve Bihter'cime (oyunculuk açısından) bayılırken Nihal'e (canlandırdığı karakter olarak) uyuz olmaya devam edebiliyorum. Dizinin en adi karakterleri listemde de hâlâ bir değişiklik olmadı: 1) Behlül, 2) Firdevs, 3) Bihter (romana göre Bihter'i adi bile saymam, olsa olsa dürüst bir aşık derim, ama dizide işin suyu çıktığından ve bir insan defalarca dürüstçe aldatılamayacağından dolayı onu da sıralamaya almak durumundayım) Diziyi izledikten sonraki en keyif aldığım şeylerden biri de Müge'nin diziyle ilgili yorumlarını okumak. :)

Peki, bu konuya nereden geldim? Şöyle ki; Cuma günü sabah çayım ve yarım simidimle birlikte Youtube karşısında kahvaltımı yapıp, Aşk-ı Memnu'yu izlerken Firdevs Hanım'ın kuyruğu Nihal'i de alıp "Bugün bakım günümüz," diye çıktığı sahnede aklıma İso'cumun bana bir iddia sonucu kaybettiği masaj çeki geldi. İki ay önce bir Galatasaray-Beşiktaş maçının skorunu doğru tahmin eden ben olduğum için kocamdan CityZen'den masaj kazanmıştım ve hâlâ kullanmak için doğru zamanı bekliyordum! Hatta İso pis pis hediye çekime bakıp, "Süresi geçecek bunun artık," "hâlâ kullanmadın mı çekini?", "Ne zaman masaj yaptıracaksın?" falan gibi sorular sormaya başlayarak o çekin her an bir kazaya kurban gidebileceği mesajını hissettirmeye bile başlamıştı. Firdevs'in de haftalık bakım gününü görünce gaza gelerek öğleden sonrası için randevu aldım!






İso daha önce birkaç kez CityZen'e masaj yaptırmaya gitmiş ve Agun adında Uzakdoğulu bir masözün inanılmaz iyi masaj yaptığından bahsetmişti. Onun tavsiyesi üzerine arkadaşlarından da gidenler olmuş ve çok memnun kalmışlardı. Dolayısıyla deneme sırası bana gelmişti. Eksik kalmamalıydım. Ben de Agun'dan randevu aldım ve kendimi onun hünerli ellerine bıraktım.

O gün o masada bana yapılan şeye masaj deniyorsa bugüne kadarkiler neydi diye düşünüyorum şimdi. Ya da Agun'a masöz mü demeli yoksa masaj profesörü falan mı? Sıcak havlularla sarılıp sarmalandıktan sonra burnuma okaliptüs yağı koklatıldı ve gerisini hatırlamıyorum. :) Ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar o süper masaj tekniğiyle beni adeta eritti. Yüzüstü yatarken lavanta yağıyla sırtımı ve bacaklarımın arkasını ovduktan sonra neredeyse sırtüstü dönemeyecek kadar mayışmıştım. Daha sonra sırtüstü uzandım ve bacaklarımın ön yüzü, karnım, kollarım ve yüzümü Agun'a bıraktım. 60 dakikalık Zen Holistik Vücut Masajı için en doğru gün o günmüş meğer! Hem gergin kaslarım hem de o gün birileri sayesinde (!) alt üst olmuş zihnim için yatıştırıcı bir ilaç etkisi yaptı Agun'un elleri.

CityZen'in tertemiz ve huzur veren ortamında kendinizi deneyimli ellere bırakmak istiyorsanız Metrocity'ye buyrun. Ama gelmeden önce 0 (212) 344 09 59 no'lu telefonu arayarak Agun'dan randevu almayı unutmayın. Elbette öncesinde masaj çeşitlerini incelemeyi de unutmayın. CityZen'e yalnızca masaj için değil Yoga, Pilates gibi dersler ve değişik vücut ve cilt bakımları yaptırmak için de gidebilirsiniz. Kleopatra gibi süt banyosu yapabilir, selülit maskesi uygulatabilirsiniz. Sundukları tüm hizmetler hakkında detaylı bilgiyi web sayfalarından da alabiliyorsunuz. Kendinizi ya da evlilik yıldönümü veya özel günlerinizde eşinizi şımartmak istediğinizde mutlaka aklınızda olması gereken adreslerden biri burası.

Hem Essporto sayesinde komşu sayıldığımız için CityZen'le, bakarsınız karşılaşırız oralarda. Çıkışta kocaman bir sıcak çikolata içip mayışırız Starbucks'ın koltuklarında.. Her zaman bekleriz efendim...:)


(Not: Resimleri CityZen ve Elele'nin web sayfalarından aldım.)

Evliliğe Gelinceee!

Perşembe akşamı çok güzel bir oyun izledik Profilo'nun salonlarından birinde. Uzun zamandır takip ettiğim ama ne zaman baksam turnelerine denk geldiğim Tiyatro Dialog'un sahneye koyduğu bu oyunun ilanını geçen hafta gazeteleri karıştırırken gördüm. 9-11 ve 15 Nisan'da Profilo Kültür Merkezi'nde oynanacak oyun için bize uygun gün olan 15 Nisan'a bilet ayırtmak için aradım. Şansımıza dördüncü sırada güzel bir yerde iki kişilik biletin bizi beklediğini ve oyundan bir saat öncesine kadar da bekleyebileceğini öğrendim. Zaten Profilo'nun salonlarını biliyorsanız eğim, rahatlık ve sahne açısından ne kadar güzel olduklarını da biliyorsunuzdur. Yerimize kurulduk ve oyun başladı.

Orta yaşlarını süren, uzun yıllardır evli, kültürlü, eğitimli ve modern bir karı-kocanın evindeyiz. Paul (Can Gürzap) ve Content (Nurseli İdiz) ilişkiler hakkında seminerler veren iki akademisyen. Tatlı bir sıcaklık, samimiyet, sevgi, uzun ve güvenli ilişkilerin verdiği o huzur yayılıyor birbirlerine bakışlarından, aralarında şakalaşmalarından, konuşmalarından. Bakalım evlerine gelen misafirden sonra da bu hoş çift aynı kalabilecek mi?














"Neden kalmasınlar ki?" diye düşünüyorsunuz değil mi? O zaman kimin geleceği hakkında hiçbir fikriniz yok demektir. Nobel ödüllü yazar dostları Nils Sveg ve kızları Katrin'i bekliyorlar. Ama babanın işi çıkınca kız tek başına geliyor ve elbette on yıl önceki sıska ve saçları örgülü kız çocuğundan eser kalmamış! Yirmili yaşların ortasında, son derece güzel ve çekici, fiziği çok düzgün, deyim yerindeyse taş gibi bir İsveçli hatun çıkageliyor Delville çiftiyle kalmaya. Bu genç, güzel, kariyerinde sağlam adımlarla ilerleyen, kararlı genç kadının aklında ise tek bir hedef var: dahi olduğunu düşündüğü Paul Delville'den çocuk yapmak! Özgür zihniyetli bir Kuzey Avrupalı olan Katrin'in Paul ile evlenmek, uzun bir ilişkiye girmek falan gibi beklentileri yok. Evliliği henüz (belki de hiç) düşünmüyor. O yalnızca kendi yaşam tablosuna en uygun çocuğu doğurabilmek için en uygun erkeği seçmeye çalışan bir dişi! Hayatı ruhsuz bir yaşam çizelgesi olarak gören koşum takımlarını donanmış bir halde dört nala koşan hırslı bir kadın. Peki, hayatları evlilik, ilişkiler ve monogami üzerine seminerler vermekle geçen Paul ve Content çifti evlerine yerleşen bu seksi saatli bombadan paçalarını kurtarabilecekler mi? Her şey eskisi gibi olabilecek mi? Bu sıcacık evden yine o tanıdık huzur yayılabilecek mi? Her ikisini de zorlu bir sınavın beklediği kesin!

Yanıtlar için bu oyunu mutlaka izlemeye çalışın derim. Can Gürzap ve Nurseli İdiz için söylenecek pek fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. İki usta oyuncunun ustalıklarını izledik sahnede. Bale kökenli Burcu Gül Kazbek ise güzelliğiyle, zarafetiyle ve oyunculuğuyla bizleri adeta büyüledi. Katrin rolüne o kadar gitmişti ki... Çok güleceğiniz bu oyunu Nisan ayında bir kez daha izleme şansınız olacak. 30 Nisan'da Caddebostan Kültür Merkezi'nde sergilenecek oyunun sonraki programını ise Tiyatro Dialog'un web sayfasından takip edebilirsiniz.

Not:

1) Resimleri Tiyatro Dialog'un web sayfasından aldım. Bu arada Can Gürzap'ın kurulmasına öncülük ettiği bir tiyatro grubunun adının "dialog" olarak yazılmasına da şaşırdım; doğrusu "diyalog" değil midir bu kelimenin?

2) Bir de Content karakterinin modernliğine ve serinkanlılığına hayran kaldım diyebilirim. Ben onun yerinde olsam Katrin'in bizim evde misafir kalmak gibi bir şansı olamazdı herhalde! "Hadi evladım, daha sonra babanla birlikte bekleriz, bizim acil bir seminer vermek için Paul Amcanla birlikte Avustralya'ya gitmemiz gerekiyor, kısmet değilmiş artık n'apalım, bir dahaki sefere.. Mümkünse 30 yıl sonra falan!" diyerek kızı sepetler, gitmezse de hanfendi kişiliğimden anında sıyrılarak, kendisini sopayla kovalama yöntemini denerdim diye düşünüyorum!

2 Film & 2 Kitap

Bakalım kısa kısa yazmayı becerebilecek miyim? Önce filmlerden başlayayım.

Önereceğim ilk film Ayşe sayesinde haberdar olduğum ve Vallahi Ben Yapmadım (Fransızca bilmediğim için yorum yapamayacağım ama yine de biraz komik geldi bu isim bana..:)) diye Türkçeye çevrilmiş olan C’est Pas Moi Je Le Jure. 10 yaşında problemli bir çocuk olan Leon'un hikayesi anlatılıyor. Normal bir aileye sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ağabeyi Jerome'un aksine Leon normal ailelere karşı aşırı tepki duyuyor. Kendi eksiğini adeta yüzüne vuran bu ideal aile tablolarını bozmak için de elinden geleni yapıyor. Ayşe'nin yorumuna da katılmamak mümkün değil: İnsanı aynı anda hem güldüren hem de duygulandırarak ağlama hissi veren bir film bu. İzleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız. Tavsiye ediyorum.

İkinci filmi yapacak daha iyi bir işiniz yoksa keyifle izleyebilirsiniz, ama izlemezseniz de bir şey kaçırmayacağınız türden bir film olduğunu söyleyebilirim. Cennetimden Bakarken filmi 14 yaşında sapık bir komşu tarafından öldürülerek ruhu huzura kavuşana kadar arafta kalıp, olan bitenleri izlemeye devam eden Susie'nin hikayesini anlatıyor. Bazı bölümler saçma ve fantastik olsa da genel anlamda güzel denebilecek bir film. Susie rolündeki Saoirse Ronan'ın oyunculuğu çok iyi. Çatlak anneanne rolünde ise Susan Sarandon var! Bir de Susie'nin kızkardeşinin çözdüğü cinayeti çözemeyecek kadar aptal ve çözülen cinayet sonrasında bile katili yakalayamayacak kadar beceriksiz bir Amerikalı detektif var! Yani insana 'iyi ki ilahi adalet var' dedirtiyor bu beceriksiz detektifler!! :) En başta da dediğim gibi yapacak daha iyi bir işiniz yoksa izleyebilirsiniz.


















Kitaplara gelince ilk önereceğim kitap Türk klasiklerinden olacak. Yaklaşık bir buçuk ay önce yaptığım sahaf turu sırasında aldığım bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanı olan Gulyabani ve yazarın yirmiye yakın kısa hikayesinden oluşan bir kitap. Gerçekçilik ve doğalcılık akımlarından etkilenerek eserlerini yazmış olan yazar için eserlerinde döneminin günlük yaşantısını çok iyi aktardığı söylenirmiş. Gerçekten de yarattığı karakterler ve hikayelerindeki ayrıntılar dikkat çekiciydi. Ağırlıklı olarak Batılılaşmayı yanlış anlayan züppe ve dejenere tiplerin, batıl inançları olan ve bunların etkisi altında kalanların (örneğin, Gulyabani onlardan biri), karı-koca geçimsizlikleri ve aile ilişkilerindeki yozlaşmaların (Aşk-ı Memnu halt etmiş diyeyim ben size!) ve psikolojik gel gitler yaşayan karakterlerin yer aldığı eserleriyle ünlü olan bu son derece modern görüşlü yazarın okuduğum ilk kitabını çok beğendim. Bir dahaki sahaf turumda Hüseyin Rahmi Gürpınar 'ın diğer kitaplarını da arayacağım. Türk klasiklerinden hoşlananlara duyurulur.

Tavsiye edeceğim diğer kitap ise uzun süre direndikten sonra almaya karar verdiğim Ali ile Ramazan olacak. Perihan Mağden'in bu çok etkileyici kısa romanının konu itibariyle ilgimi çekmeyebileceğini düşünüyordum ki elimden bırakamadan bir günde bitirdim. Bir üçüncü sayfa haberinden yola çıkarak yazmış olduğu bu roman boğazınızın düğümlenmesine, yer yer gözlerinizin dolmasına ve içinizin sızlamasına neden olan, insanı alt üst eden bir dram. Yetimhanede büyümüş iki delikanlının hem yaşam hem aşk mücadelesini okurken paramparça oluyorsunuz. DOT'un oyunlarında donakalarak izlediğimiz in-yer-face tiyatro akımına ait oyunların kitap versiyonu sanki. "Ay, çok küfürlü!" diyecek olanlar okumayabilirler ama o küfürlü konuşmaların o hayatlara çok uymuş olduğunu söyleyeyim. Tek eleştirim ve aceleye gelmiş olduğunu düşündüğüm bölüm, Ali'nin askerden dönüşü sonrasında geçirdikleri 5-6 günlük o güzel dönem sonrasında hızla çöküşe geçmeleri oldu. Onun dışında Ali ve Ramazan'ın, Müdürbey'in, "adam olmak" için Kürt kimliğini ön plana çıkarmasının yeterli olduğunu fark ederek bunu kullanmaya başlayan Recep'in ve diğer yan karakterlerin de çok iyi anlatılmış olduğunu düşünüyorum. Ruh halinizi darmaduman edeceğini bilseniz bile okumanızı tavsiye ediyorum. Ben çok etkilendim.

Şimdilik bu kadar... Sırada bir tiyatro yazısı olacak... Benden ayrılmayın...

The Upper Crust Pizzeria

Geçen Cuma gerçekleştirdiğimiz Erol Evgin planımızın öncesinde ekip bizde toplandı. Onları daha güzel ağırlamayı isterdim elbette ama yemek kokuları içinde ve bozulmuş ojelerle dışarı çıkamayacağımı düşünerek kötü ev sahibesi olmayı göze aldım ve pratik bir pizza gecesi yapmayı önerdim. (Ertesi günkü meyhane sofrası havasındaki rakı-balık gecesiyle de durumu telafi ettiğimi düşünüyorum!) Hem kızlara hem de erkeklere her zaman uyan bu pizza gecemizde bu kez ismini çok duyduğum ama daha önce denemediğim The Upper Crust Pizzeria'yı dene(t)mek de aklımdaydı. Ve Ongun'la birlikte çeşidini seçtiğimiz pizzalarımız geldiğinde başarılı bir yer seçimi (her zamanki gibi!) yaptığımı da hep birlikte görmüş olduk. The Three Cheese ve The Chief adlı pizza seçimlerimiz de çok başarılıydı. Tavsiye ederim.

Bundan sonra pizza siparişi verirken tek adresimiz olacak gibi görünen The Upper Crust Pizzeria, Çırağan Caddesi'nin hemen başında yer alıyor. Boston’da son 4 senenin Best of Boston ödülünü alan bu leziz pizzacı şu an tek lokasyonda hizmet veriyor. 35 cm ve 45 cm'lik dev seçeneklerinin yanı sıra dilim pizza seçeneği de sunması benim çok hoşuma gitti. Çünkü pek çok yerde pizza söyleyemememin nedeni bitiremeyecek olmamdır!

İster kalabalık bir grupla evde sinema keyfi yapacak olun, ister doğum günü planı ya da başka bir organizasyon, 0(212) 227 5 227 veya 0(553) 468 4 444 numaralı telefonlardan pizzalarınızı sipariş edebileceğinizi unutmayın. Ya da Yemek Sepeti'ne de uğrayabilirsiniz. Bence bu güzel lezzetle tanışmak için daha fazla beklemeyin.

Şimdiden afiyet olsun!

The Plaza Hotel'deki Büyük Buluşma

9 Nisan Cuma akşamı saat 23.00’e gelirken The Plaza Hotel’in en tepesindeki Sky Bar’daydık. Efsane isimlerimizden Erol Evgin’i dinlemek için ailece orada olmamızın başka bir önemli nedeni daha vardı: yaklaşık 14 ay önce aramızdan ayrılan anneannemi anmak. Bizler iki nesil olarak Erol Evgin’i çok seviyoruz, ama hâlâ hayatta olan veya anneannem gibi artık çok uzaklarda olan bir üst neslin de Erol Evgin’e bayıldığını hepimiz biliyoruz. Anneannem de onu çok severdi. O yüzden annem, anneannemi anmak için hep birlikte bir şeyler yapmayı önerdiğinde aklımıza ilk gelen isim Erol Evgin olmuştu. Ve ilk kadehimizi de Küçük Kadın’a kaldırdık.

Programın başlamasından yaklaşık 20 dakika önce masamıza oturduk ve muhteşem bir ambiyans ve manzara eşliğinde gecemizin tadını çıkarmaya başladık. Elbette o sırada çiftler ve masa olarak pozlarımızı da verdik.














Ve 23.15’te o her zamanki güler yüzlü, alçak gönüllü ve beyefendi duruşuyla Erol Evgin sahneye çıktı. Bir tanem, söyle canım, ne istersen iste benden... Ve çıkış o çıkış. Saat 1.30’a kadar şarkılar, fıkralar, espriler, eskilere ait hikâyeler, Elvis’ten Cem Karaca’ya kadar tıpatıp aynı ses ve tavırlarıyla anılan çeşitli isimler, Türk Sanat Müziğinden çeşitlemeler derken nasıl geçtiğini anlamadığımız dakikalar ve saatler… Çocukluğumuzdan beri aşina olduğumuz o güzel bakışlı gülen gözler, o sıcacık ifade ve o yumuşacık ses… Hem de grip olduğunu ve hâlâ tam iyileşemediğini söyleyerek sahnede ıhlamur içiyor olmasına rağmen yumuşacık olan o güzel ses… Tıpkı bir düğün sahibi gibi en ön masadan en arka masaya kadar tüm konuklarının masasına giden, gülen gözleri aracılığıyla onlarla iletişim kurarak şarkılarını söyleyen, fotoğraf çektirmek için yanına gidenlerle birlikte poz veren ve tüm bunları öylesine, görev olarak veya laf olsun diye yapmadığı çok belli olan içten bir insan… 7'den 77'ye herkesi kendine hayran bırakmasının çok geçerli nedenleri olduğu o kadar belli ki...














Her şeyin hızla değiştiği bir dünyada değişmeyen bazı şeylerin beni ne kadar mutlu ettiğini bir kez daha fark ettim o gece. Fark yaratan asıl şeyin gerçek bir insan olabilmek olduğu, keyif alanın keyif de verebileceğini bir kez daha gördüm. Gözünü hırs bürümemiş, sevdiği işi yapan, ilkeli ve yaşam disiplinine sahip insanlardan birini daha capcanlı izlemenin tadını çıkardım. Aileyle bir arada geçirilen güzel gecelere bir yenisini daha ekleyerek keyif arşivimi zenginleştirdim. Bu arada 40. sanat yılını kutlayan sanatçının Harbiye Açıkhava'daki konserinden görüntülerin yer aldığı 40 şarkılık Hep Böyle Kal DVD'sini de müzik arşivimize eklemeyi düşünüyoruz.

Bu güzel geceyle ilgili ilk teşekkürümü gecenin tartışmasız yıldızı Erol Evgin’e gönderiyorum. Onun bizden önceki nesillerin olduğu gibi bizden sonraki nesillerin de sevgilisi olacağına çok eminim. İkinci teşekkür anneannemi anmak için bir şeyler yapma fikrini ortaya atan anneme gidiyor. Üçüncü teşekkürü de kendime göndereceğim çünkü sahneye çok yakın bir masadan yer ayırtan da ben oldum! :)

Ayrıca aklınızda olsun: Erol Evgin bu sıralar sezonun son konserlerini veriyor, yani en fazla birkaç hafta daha kendisini izleme şansınız olacak. Yalnızca Cuma günleri sahne alan sanatçıyı dinlemek için The Plaza Hotel'i arayıp rezervasyon yaptırabilirsiniz. Tel: (212) 370 20 20

En kötü günümüz böyle olsun...

17 Nisan Cumartesi Günü Tiyatroya Gitmek İsteyen Var Mı?

Ben bu hafta biraz zor yazarım gibi görünüyor, çünkü annem burada!! Hafta sonuna doğru babam da gelecek ve ben Pazar akşamına kadar kayıplara karışacağım. Haberiniz olsun da beni merak etmeyin. :)

Bu arada kayıplara karışmadan önce size güzel bir teklif yapıp öyle gidiyorum. Düşünün, taşının ve ilgilenirseniz bana sayfamın sağ üst köşesinde gördüğünüz e-mailimden ulaşın.

Biliyorsunuz ben genellikle oyunlar için 1-1,5 ay öncesinden biletlerimizi alırım, çünkü ön sıraların ortalarından izlemek gibi bir takıntım vardır. 17 Nisan Cumartesi akşamı oynayacak Sondan Sonra oyunu için de ikinci sıranın ortalarında (B 16-17) harika bir yerden bir ay önce özenle alınmış iki kişilik tiyatro biletim var. Ama üzülerek satmak ya da açığa almak zorundayım, çünkü o akşam katılmamız gereken başka bir program çıktı. Emre Kınay ve Ahu Türkpençe'nin oynadığı oyunla ilgili buradan bilgi alabilirsiniz. (Galiba biz önümüzdeki sezon ancak izleyebileceğiz bu 16+ oyunu) Oyun Kadıköy Anadolu Lisesi'nin yanındaki Duru Tiyatro'da akşam 20:45'te başlayacak.

Almak isteyenler benimle temasa geçebilirler. Bilet fiyatı (tek kişi): 40 TL. (Bileti önceden almanız gerekmiyor, ben sevgili MyBilet'ten teslim alacak kişinin ismini değiştireceğim, siz de oyundan hemen önce gişeden alacaksınız. MyBilet'e bayıldığımı söylemiştim değil mi?)

Artık kaçıyorum.. Beni özleyin olur mu? :)

Çok Güzel Hareket!


















Muhteşem operaları Milano ve Barselona’dan canlı yayın ile izlemeye hazır olun! La Scala ve kurulduğu 1847 yılından bu yana büyük yeteneklere ev sahipliği yapan Gran Teatre del Liceu’dan muhteşem performanslar HD görüntü ve surround ses kalitesinde canlı olarak Cinebonus sinemalarının gümüş perdesine yansıyor.

Bence çok güzel hareket, sizce?

Festivaller Zamanı!!!

Biliyorsunuz 3-18 Nisan arası İKSV'nin düzenlediği 29. İstanbul Film Festivali var. Önce o festival kapsamında gösterilecek filmlerden görmek istediklerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bu arada biletleri festival sinemalarının gişelerinden saat 10.00'dan itibaren alabilirsiniz. Yalnızca City's sinemasından almayı düşünüyorsanız gişenin öğleden sonra 15.00'te açılacağını belirteyim.



















Benim film listem (uygun gün ve seansı olduğunu düşündüklerim):

Aşkın Son Mevsimi - Tolstoy ile kırk sekiz yıllık karısı ve esin perisi Sofya arasındaki aşkın hikâyesini izlerken büyük yazarın hayatının son yılına da tanık olacakmışız.

Yenmek - Mussolini'ye ve ideallerine kalpten inanan, tüm varlığını onun başarısı uğruna feda eden, ancak zalimce harcanan Ida Dalser'in inanılmaz ama gerçek hikâyesi.

Ayrılık - Sibel Kekilli, Settar Tanrıöğen, Derya Alabora üçlüsünü gördüğüm için merak ettim. Almanya'da yaşayan Türklerin yaşadığı kültür ve değer çatışmalarının konu edileceğini sanıyorum.

Annemi Öldürdüm - Cannes'ın en çok konuşulan filmlerinden biri olan bu filmin merkezinde, annesini sevmeyen eşcinsel lise öğrencisi Hubert var. Annesinin düzenbazca manevralarından ve suçluluktan bunalmış, onu küçümsemekten kendini alamıyor. Kısacası bir aşk/nefret ilişkisi!

Şişkolar - Şişkolar pizzadır, dondurmadır, tatlıdır, kaloridir ve suçluluktur, arzudur, korkudur, umuttur, hayallerdir, sekstir, ailedir, aşktır... Mutlu, iyimser, muhteşem, acı, duyarlı, hafif, derin... Bir komedi, bir dram, bir çelişkiler yumağı... Hayat bu işte! (Bence yeterli açıklama!)

Hücre 211 - Hayatta kalmak için mahkûm rolü oynamak zorunda kalan bir gardiyan adayının hikayesi...

İso'cumun istediği iki film daha var ama zamanları bize pek uymayacak gibi görünüyor: Şişme Bebek ve Tülay German: Kor ve Ateş Yılları. Ayrıca Başka Dilde Aşk ve Vavien'i izlememiş olanlar da festival fırsatını değerlendirerek bu filmleri görebilirler. İlginizi çekebilecek bir diğer film listesi için Kediler ve Kitaplar'a da göz atmanızı tavsiye ederim.

















Gelelim tiyatro festivaline.. Yine İKSV'nin düzenlediği 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ise 10 Mayıs-10 Haziran arasında gerçekleştirilecek. Biletler bugün satışa çıktı ve Şişhane metro çıkışında bulunan İKSV Binası'ndaki ana gişeden ve Atlas Sineması'ndan da alınabiliyor (10.00 ile 20.00 arası).

Programa kısaca göz attığımda da bu festival kapsamında gitmek istediğim üç oyun olduğunu görüyorum.

Bunlardan biri Selçuk Yöntem'in baş rolünde olduğu bir Çehov klasiği olan Vanya Dayı.. Tiyatro Pera tarafından oynanıyor olmasının da müzisyen arkadaşım Ezgi'nin de o grupta yer almasından dolayı benim için ayrıca bir önemi var.

İkinci oyun DOT'un festival için hazırlamış olduğu Malafa adlı oyun. Türkiye'nin en büyük kuyumcusu Topaz Jewellery Center'da geçen bu oyunda alıcılar, yani turistlerle, satıcılar, yani tezgâhtarların çarpışması anlatıyormuş.

Son olarak Phedra'nın Aşkı da İzmirli bir tiyatro grubunun Kumbaracı50'de oynanacak ve in yer face akımı örneklerinden biri olan oyunu olduğu için ilgimi çekmiş bulunuyor.

Bakalım ilerleyen günlerde hangilerine bilet bulup, zaman ayarlayıp, gidebileceğiz. Hepimize şimdiden iyi seyirler...

Not: Yazımı yazdıktan sonra Hayal Kahvesi Bistro'dan bu bu maili aldım ve onu da sizlerle paylaşmak istedim. Bu da Hayal Kahvesi Bistro'nun hepimize festival kıyağı olsun! Ve bu güzel fikir için de Hayal Kahvesi Bistro'ya helal olsun! :)

"Sanat Sanat İçindir" Örneği: Şölen!

31 Mart Çarşamba akşamı Akatlar kültür Merkezi'ndeki Şölen adlı oyundaydık. Bu sezonun en merak ettiğim oyunlarından biriydi ve her ay yalnızca iki kez falan oynadığı için (ve bazen de uzak sahnelerde ve Biletix'ten bilet alabileceğim yerlerde) bir türlü gidememiştim. En sonunda yaklaşık bir ay önce Beşiktaş Belediyesi'nin çağrı merkezinde ve Akatlar Kültür Merkezi'nin gişesinde fırtınalar estirerek güzel bir yerden iki kişilik yer ayırttım ve ne olur ne olmaz diye koştura koştura gidip biletleri de elden teslim aldım.

Şölen'i merak etmemin ve izlemeyi bu kadar çok istememin en büyük nedeni Zuhal Olcay'dı (ki ben hastasıyımdır kendisinin!). Oyundan büyük ölçüde sıkılmış bir şekilde çıkarken de yine de pişman olmamamın tek nedeni de Zuhal Olcay'dır. Diğer oyunculara haksızlık etmeyeyim bu arada, hepsi çok başarılıydı ama izninizle biraz torpil yapacağım Zuhal Olcay'a... Konuşmadığı sahnelerde dahi o mimikler, duruş ve tavırlarıyla Paige karakterinin bunalımlı ruh halini o kadar başarılı yansıttı ki yalnızca bunu gördüğüm için bile "iyi ki gitmişiz" diyebilirim. Onun dışında ise en beğendiğim oyuncular Sian rolündeki Ayça Bingöl ve Mike rolündeki Gökçer Genç oldu. Gökçer Genç'i nereden hatırladığımı oyun boyunca düşündüm ama çıkaramamıştım. Şimdi ise bu yazıyı yazarken önümde duran oyun kitapçığına baktığımda görüyorum ki DOT'un iki ya da üç sezon önceki Böcek oyunundan hatırlıyormuşum meğer.

Oyuna gelince... Bir Şölen'e davetliyiz hep birlikte. Sahnenin ortasında dönen bir platformun üzerine yuvarlak bir şölen masası hazırlanmış. Paige ile Lars (Payidar Tüfekçioğlu) çiftinin Beyaz Ev'inin yemek salonundayız. Davetli ve bir tane de davetsiz konuklar bir bir gelmeye başlıyorlar. Şık bir masa ve kıyafetler, değişik meslek gruplarından entelektüel bir grup masanın etrafında toplanıyor. Bir de gözünü ev sahibesi Paige'den ayırmayan bir uşak duruyor masanın yanıbaşında. Paige Internet'ten bulmuş onu. "Internet'te istediğin her şeyi bulabiliyorsun" diyor, "bahçıvandan tut da kiralık katile ya da dostlarının önünde çıplak dans edecek siyam ikizi orospulara kadar her şeyi..."














İlginç görünüyor değil mi? O zaman bir de menüye bakın isterseniz, çünkü o daha da ilginç! Başlangıç olarak İlkçağ Çorbası, ana yemek Istakozun Sonuncu Faslı ve tatlı ise Dondurulmuş Atık!! Hımmm, tüyler ürpetici bir sofradayız bence!! Konuklar Lars'ın yeni yayınlanan kitabını kutlamak için toplanmışlar, ama bana pek kutlama yemeği gibi gelmedi bu ortam. Müthiş bir gerginlik hakim sofraya!

Aslında bu anlattıklarım çok keyifle izlenebilecek bir oyun gibi bir izlenim bırakabilir. Ama ben pek keyif alamadım bu oyundan. Yani gülüp eğlenip çıkayım diye bir beklentim yoktu zaten, ama bu oyunda karakterlerin içsel ve birbirleriyle yüzleşirlerken kullandıkları replikleri dinlemek yerine evimde rahat bir koltuğa uzanıp, yanıma kahvemi alıp, etrafta hiçbir uyaran olmadan kocaman bir felsefe kitabını da okuyabilirdim gibi geldi bana. Yani bu oyunun muadili olarak bu sahne canlandı gözümde ve bir felsefe kitabından alacaklarımı iki saatlik bir oyunda bombardıman halinde almak çok da tercih ettiğim bir durum değil doğrusu! Üstelik oyunun yazarı Moira Buffini bunu tek perdelik bir oyun olarak yazmış! Burada da başlarda öyle oynanmasına rağmen sanırım gelen tepkiler üzerine iki perdelik bir oyuna dönüştürülerek biraz nefes alma imkanı tanınmış seyircilere.

Çevirisini de üstat sayılabilecek isimlerden Ahmet Levendoğlu yapmış, ama yine de DOT oyunlarında da çok kulağıma batan özelliğin burada da olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Küfür duymakla ilgili bir problemim yok, ama yabancıların çok sık kullandıkları şu "Fucking" kelimesinin birebir çevrilmiş halini bizler o kadar sık kullanmıyoruz. Dolayısıyla sürekli "s..tiğimin tabağı", "s...tiğimin çanağı", "s...tiğimin uşağı" gibi ifadeler duymak da cidden kulağımı tırmalıyor, çünkü eğreti geliyor bana. Ama Ahmet Levendoğlu bile buna bir çare bul(a)madıysa herhalde daha etkili kullanımı bu olsa gerek diyerek bu konuyu kapatıyorum.

Sonuç olarak farklı bir oyun, çok ağır bir oyun, iki saatlik bombardıman içinde sindirmesi zor bir oyun. Şölen'e davetliydik, ama sunulanları hazmedebildiğimizden pek emin değilim..:) Yine de dediğim gibi Zuhal Olcay'ı izlemeye değerdi. Zuhal Olcay'ın kurucularından olduğu Tiyatro Stüdyosu'yla tanışmak da güzeldi.

İzleyecek olanlara mani olmayayım..:)
İyi seyirler.