1 Sergi & 1 Kitap

Bu hafta sonu kocamla birlikte Beyoğlu turu yapma planımız vardı. Sahafları gezecek ve Aralık ayı tiyatrolarımız için biletlerimizi alacaktık. Sonra ya Çorbacı'da ya da Ara Kafe'de bir mola verip, YKY Kültür ve Paşabahçe'ye uğrayıp eve dönecektik. Ama İso'cumun işle ilgili okuması gereken raporlar olunca biz de Gizem'le birlikte aynı planı gerçekleştirmeye karar verdik.

Sahaflar kısmını biraz kısa tuttuk, çünkü sanırım sahaf konsepti için biraz yeni kaldıkları için aradığım Saramago ve Auster'ları bulamadım. Neyse ki, İdefix sanal kitap fuarı başladı ve 26 Aralık'a kadar devam ediyor da kendime kocaman bir liste yapıp sipariş vermem için bol bol zamanım var. Alışveriş sepetim şimdiden hazır ama aklıma başka kitaplar da gelirse hepsini birden sipariş edeyim diye biraz daha bekliyorum bakalım. Sanal kitap fuarına uğramayı unutmayın! Onun dışında planımızı aynen uyguladık. Hatta Gizem sayesinde YKY'deki sergi dışında (bir sonraki yazımda anlatacağım) çok keyifli bir sergi daha keşfettik.

Gizem'in elinde yalnızca açık adres olup tarif olmadığı için çok önemli bir bilgi de edinmiş olduk. Beyoğlu'nda bilmediğiniz bir sokak, pasaj, mekan, vs arıyorsanız, nereye sormanız gerektiğini biliyor musunuz? Meğer YKY Kültür'ün hemen yanındaki ara sokakta tütsü satan amca ayaklı Beyoğlu rehberiymiş. YKY Kültür'deki güvenlik görevlisinden aldığımız bu bilgiyle tütsücü amcadan Olivya Geçidi'nin yerini öğrendik ve Klaxon Kültür Merkezi'ni bulduk. (Barcelona Kafe'nin ara sokağından dümdüz yürüyünce karşınıza çıkıyor.)

1944 doğumlu Ahmet Yazıcı ağaçtan heykeller yapan bir sanatçı. Duvar panoları ve iç mekan masa üstü olmak üzere iki tip heykel yapan sanatçı ağaçtan heykeller yapıyor. Bunun nedeni de ağaçla çalışırken formun yanı sıra sonsuz alternatifleriyle renk dünyasından da dilediği gibi yararlanabiliyor olmasıymış. Genellikle huş ağacını tercih ediyormuş çünkü bu ağaçta diğer ağaç türlerinde zamanla ortaya çıkan deformasyonlar oluşmuyormuş. Eserlerindeki biçim ve renk uyumunu kurgularken dinlediği müziklerden de ilham alarak çalışan Ahmet Yazıcı'nın rengarenk heykellerine ve özellikle de duvar panolarına bayıldım doğrusu. Ama Klaxon'un ortamı sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Bildiğiniz sergi salonlarından çok farklı, çünkü burası aynı zamanda çocuklar ve yetişkinler için birçok aktivite ve etkinliğin yapıldığı bir kültür ve sanat merkezi. Sergi de kurs odalarının açıldığı birkaç masalık bir kafeteryamsı bölümde gezilebiliyor. Şahsen ben keşke bu güzel eserlere ayrı bir yer ayrılabilseymiş diye düşündüm. 3 Aralık'a kadar devam eden Ahşap Heykel Sergisi'ni görmenizi tavsiye ediyorum.

















Kitap önerim ise eskiden Cumhuriyet'in verdiği Dünya Klasikleri serisinden Voltaire'in Sadık ve Safdil hikayeleri olacak. Bekir Karaoğlu tarafından Türkçeleştirilmiş olan iki hikaye de bana göre masal tadındaydı. Babil'de geçen Sadık hikayesinde dürüstlük ve doğruluktan asla sapmayan bilge bir adamın başına gelen binbir türlü terslik konu edilirken Safdil'de de son derece saf ve temiz bir adamın birlikte olmalarına izin verilmeyen sevgilisiyle kavuşma sürecinde gelişerek adeta bir bilgeye dönüşme süreci konu ediliyor. Din ve ifade özgürlüklerini savunan, kilise dogmalarını yeren ve Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden biri olan ünlü yazar ve filozofun kaleminden çıkan bu iki hikayede de onun özgürlükçü bakış açısının izlerini açıkça göreceksiniz. Şimdiden iyi okumalar.



















Sırada Beyoğlu Yapı Kredi Kültür'de gezilebilen Past Present Future sergisi var. Bence benden ayrılmayın! :)

Tatil Filmleri

Vizyondayken izleyemediğim ve merak ettiğim iki filmi bayramda izleme fırsatı buldum. Birini izlesem de olurmuş, izlemesem de. Social Network'ten (Sosyal Ağ) bahsediyorum. Hani şu Facebook filminden. Dünyanın en asosyal, kompleksli ve ilkesiz adamının bulmadığı bir fikirle ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde 25 milyar doları cebe indirme başarısını(!) detaylarıyla öğrenmeden kesinlikle yaşayabilirdim (ve hatta Facebook'u da daha keyifle kullanabilirdim) doğrusu! Yine de Facebook'un mucidi olarak bilinen Mark Zuckerberg'in hikayesini öğrenmek istiyorsanız bu filmi izleyebilirsiniz. Anlatım bakımından gayet iyi olduğunu düşündüğüm filmde sinir bozucu Zuckerberg karakterini Jesse Eisenberg canlandırmış. Kendisini de tebrik etmem gerekiyor çünkü tüm iticiliğiyle tüylerimi diken diken etmeyi başardı. Hep aşağıdaki resimdeki gibi hatırlayacağım onu! Napster'ın kurucusu olan girişimci Sean Parker rolündeki Justin Timberlake de rolüne tam oturmuştu. Ama iticilik konusunda Zuckerberg'in eline su dökemeyeceğini düşünüyorum. Filme neden çok bayılmadığıma gelince çok mantıklı bir şey söyleyemiyorum. Herhalde gerçek bir konu olması itibariyle sinirimi bozdu bu film. Bu kadar asosyal ve etikten yoksun bir adamın sosyal ağ kurup da gencecik yaşında milyarder olması bana göre motivasyon kırıcı bir durum. Hayatın belki de en (bazen de tek) idealist olunduğu gençlik dönemine bu kadar ilke ve ideal yoksunu başlamayan bir ismin "başarılı ve zengin" bir portre olarak sunulması şahsen benim geleceğe umut dolu bakmamı engelliyor. Neyse, (sinirlerinizi yatıştıracağı için) sıcak çikolata içerken izlenebilir.














Gelelim şarap eşliğinde izlenmesi gereken bir filme: Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev)! Uzun ama bir o kadar daha olsa sıkılmadan izleyebileceğim türden bir filmdi benim için. Öncelikle başrolde muhteşem bir Julia Roberts vardı. Benim Çirkin Kralım da başroldeydi ama kendisini Liz'in yaşamının "Sev" bölümünde çok az görebildik ne yazık ki. Film kısaca yaşadığı hayatta tükenmekte olduğunu fark ederek iç dünyasını, gerçek arzularını, nasıl bir yaşam istediğini keşfetmek üzere hem içsel hem de fiziksel olarak uzun bir yolculuğa çıkan Liz Gilbert'in bu kişisel gelişim serüvenini anlatıyor. (Bu arada kitabını okumamıştım, eminim çok daha güzeldir.) Pek de sempati duydum bu Liz'e tanıdıkça. Hele evindeki kutusunda National Geographic'ten kestiği keşfetmek istediği yerlerle ilgili fotoğrafları duyunca daha da kanım kaynadı kendisine. :)

Oyunculuklar ve çekimler müthiş, hikaye de etkileyici, ama filmde çok da iyi anlatılamamış olduğunu düşündüğüm ve fazlasıyla da önemli bir şey var. Belki kitapta daha iyi işlenmiştir, ama ben Liz'in çıktığı bu kendini keşfetme yolculuğundan gerçekten bir şey öğrenip öğrenmediğinden pek emin değilim! Yemeyi de Dua Etmeyi de Sevmeyi de biraz robot Amerikalı tarzında yaptığını düşünüyorum. Hatta Bali'deki dişsiz bilge amcanın son dakika uyarısıyla kendisine gelmese gül gibi Felipe'yi de tek başına kayığa bindirip gönderiyordu valla! Yani yolculuğun dışsal kısmını içine sindirerek gerçekleştirdi, tamam da asıl içsel kısmı konusunda başarılı oldu mu dersiniz Liz Gilbert? Böylesi bir arayışta olan kadınlara (ya da erkeklere) ilham verebilir mi yaptığı yolculuk? Filmin bu anlamda biraz eksik kalmış olduğunu düşünüyorum açıkçası.



















Neyse, zaten büyük olasılıkla bu film Türk izleyicisi tarafından genel olarak beğenilmemiştir. Neden mi? Öncelikle Liz karakteri, kadın erkek toplumumuzun tüm fertleri için "yediği önünde yemediği arkasında", "bir eli yağda bir eli balda", güzel bir evi, işi ve kocası olan, dolayısıyla o yaşlardaki bir kadının yaşaması gereken en ideal hayatı yaşayan bir karakter olduğu için içsel yolculuğa çıkma isteği "canı dayak istiyor bunun" ya da "rahat battı" olarak algılanacaktır. Ayrıca ortalama bir Türk kadınının boşandıktan sonra genellikle Hindistan'a, Bali'ye değil ailesinin evine yolculuğa çıkabileceği bir gerçektir. Çağdaş, çalışan ve modern bir kadın bile olsa yurdum insanı olarak vize çilesini düşünerek dünyayı keşfetme arzusundan vazgeçecektir zaten! Hadi diyelim vize işini halletti ve İtalya'ya attı kendini, orada yemenin tadına varacağım diye bizim armut Türk kadını yeni kilo rekorunu kırarak yerinden kalkamaz hale gelecektir (daha ilk adımda al sana ekstra bunalım!). Kocasına falan durumu çıtlatsa, hani "çıldırmak üzereyim, hayattan tat alamaz oldum, boğuluyorum, iştahım bile kalmadı" dese ortalama bir Türk erkeğinin vereceği tepki "akşam kebapçıya götüreyim seni, açılırsın" olacaktır. O yüzden bizde kadın da erkek de "içsel yolculuğa falan ne gerek var canım, bir çay demleyip oturalım oturduğumuz yerde ne güzel," diyebilir bence.

Neyse, son olarak manen daha tatmin edici bir yaşam arayışında olan herkesin Liz Gilbert'taki cesaret ve olanaklara sahip olmasını dilerim. Ayrıca böyle bir arayışta olanların sayılarının da artmasını diliyorum. Böylelikle mutlu hayatların sayısı da artacaktır.

Hepinize iyi hafta sonları...

Bir Bayram da Böyle Geçti...

Ekimin ilk haftası taşındıktan sonra ikinci haftasından itibaren Kurban Bayramı'nda ne yapsak diye düşünmeye başladık. "İso, Fas'a gidelim, süper olur!" "Ya da Nil'de gemi turuna mı katılsak?" "Uzakdoğu ister misin? Onun da tam zamanı." "Daha kısa uçuş olsun, değil mi? Beyrut'a ne dersin?" falan diyerek başladık araştırmalara. Ama başlar başlamaz da feci geç kalmış olduğumuzu fark ettik. Sıcak diyarlarda hiç yer kalmamıştı. Ümitsizce de olsa birkaç yere isim bıraktık, ama ne arayan oldu ne soran. Zaten birçok yerin iki ay öncesinden itibaren dolduğunu öğrendik. Biliyorum bizim gibi bir çifte hiç yakıştıramadınız bu durumu ama bu sene önemli bir mazeretimiz vardı biliyorsunuz. Taşınma telaşı sırasında tatil planlaması biraz güme gitmiş oldu. Son hafta alternatifleri bir kez daha gözden geçirdikten sonra "Neden yurtiçinde görmediğimiz bir yere gitmiyoruz? İzmir'i mi keşfetsek?" "Haklısın, İzmir için fazla uzun bir tatil. Karadeniz falan?" "Hava belli olmaz, değil mi? GAP'a ne dersin?" diyerek son hafta da GAP turlarının hiçbirinde yer kalmadığını öğrenerek ağzımızın payını aldıktan sonra bayramımızın nasıl geçeceğini belirleyen kilit cümle ağzımdan çıktı: "İso, madem İstanbul'da kalıyoruz, sizinkileri çağıralım mı? Hem evi görmüş olurlar hem de sen de tatil olduğun için seni bol bol görebilirler." Olur mu olmaz mı, ayarlayabilirler mi derken Ankara ekibi bavulları hazırlayıp çıktı yola. Biz de çölde çay yerine balkonumuzda kahveyle başladık tatilimize..:)











Bayram boyunca İstanbul'daki boşluğun ve sessizliğin tadını çıkardık. Örneğin, bayramın ilk günü IKEA'da ve H&M'de omuz omuza değil de rahat rahat gezerek alışveriş yapabildik. Ya da aynı gün Beşiktaş, Ortaköy ve İstinye Park'a gitmeyi başardık ve insan kalabalığından yorulmadan eve dönebildik. Beyoğlu'nu keyifle turladık. Mango'nun outlet katında kasada kuyruğun olmadığı bir an gördüm mesela! Bunun ne anlama geldiğini bütün kızlar bilecektir. :) Kısacası curcunasız bir İstanbul'da sakin bir aile saadeti yaşadık diyebilirim. (Bu arada herkes şehrin boş halinin ne kadar güzel olduğundan bahsediyor, ama ben en fazla iki ya da üç gün bu haline katlanabilirim bu aktif , dinamik ve heyecan verici şehrin. Daha fazlası bana hüzünlü geldi doğrusu. O yüzden her ne kadar keyifli bir bayram geçirmiş olsak da mümkün olduğunca bayramlarda başka yerlere kaçıp şehrin bu sessizliğe bürünmüş halini fazla görmemek gerek diye düşünüyorum.)

Yediğimiz içtiğimiz de bizim olmasın ve kısaca bahsedeyim hangi lezzetleri tattığımızı bu bayramda. Genellikle vazgeçilmezlerden yana kullandık tercihimizi. O yüzden daha önce yazdığım lezzetleri burada yeniden yazmama gerek yok sanırım. IKEA'da İsveç köftesi (ailecek hastasıyız! :) ), Beyoğlu'nda Mercan ve İtalyan dondurması, Sultanahmet'te Dubb Indian Restaurant ve İstinye Park'ta ise Günaydın'a uğradık bu seferki gezmelerimizde. Daha önce Günaydın'ın kasap bölümünden alışveriş yapmış olmamıza rağmen restoranına ilk kez oturduk ve gelen yemeklerin sunumuna, kalitesine ve tam istediğimiz kıvamda getirilmiş olmasına bayıldık. Gerçi muhteşem tane hardallı bonfile ve bir şişe Egeo sonrasında bendeniz geceyi beklenmedik bir şekilde kapatmak zorunda kaldım: anne elinden çıkmış bir bardak nane-limonla!!!















İşte böyle geçti bir bayram daha. Bu anlattığım dışarıda geçen bölümüydü. Evde gazete sefası yaparak, IKEA'dan aldığım çalışma koltuğunu monte ederek, elimizi öpmeye gelen Selim Bebek'le oynayarak, bol bol tatlı yiyerek, bol bol çay, kahve ve bira tüketerek, gece 2'ye kadar balkonda Ali Baba ortamı kurup nargile sefası yaparak, filmler izleyip kılkuyruk kocacım yüzünden çekirdek çitleyemeyerek (!), Canlı Para'ya bakarken bazı tiplerin bir an önce elenmesi için bol bol negatif enerji göndererek (ama hak ediyorlardı!), dinlenerek, sohbet ederek ve gülerek. Cumartesi günü Ankara ekibini yolcu ettikten sonra bu kadar yiyip içtikten sonra ayıp olmasın diye bir kez de spora giderek. Ve Pazar günü de kapanışı Feriköy'deki bitpazarında yaparak.












Feriköy Organik Pazarı'nın kurulduğu yerde Pazar günleri bitpazarının kurulduğunu biliyorsunuzdur. Ben de uzun zamandır biliyordum, ama ne yazık ki hiç gitmemiştim. Üstelik yurtdışına çıkarken şehrin ünlü bitpazarlarını falan mutlaka araştıran biri olarak burayı henüz görmemiştim. Bugün İso'cumla birlikte burayı keşfetmeye karar verdik ve metroyla Osmanbey'e gittikten sonra ara sokaklardan yürüyerek pazarı bulduk. Kendimizi Avrupa'da elimizde metro ve şehir haritalarıyla keşif yapıyormuş gibi hissettik. Süperdi! Bu arada Pazar günü İso'yu dışarı çıkmaya ve pazara gitmeye nasıl ikna ettiğimi sorarsanız hemen söyleyeyim. "Şekerim, hazırlan sana plak almaya gidiyoruz," demem yeterli oldu. Böylece o plaklar arasında kendini kaybederken ben de porselen biblolar, bronz şamdanlar ve kitapların olduğu standlarda gezindim. Bir Pazar gününüzü buraya ayırmanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

Alışveriş sonrasında ara sokaklardaki bir semt balıkçısından Pazar gününün klasik akşam yemeği olan balıklarımızı ve Gayrettepe'ye dönüşte komşumuz olan Komşu Fırın'dan (ailecek hastasıyız!) taze ekmeğimizi ve yeni çıkmış tahıllı kurabiyelerimizi aldıktan sonra evimize geldik. Bilgisayar kendi kendine kapanmaya başladığı için Ankara'da bulunan Dr. XP ile canlı bağlantı kurarak telefonda destek aldık. Ve bilgisayarı düzelttikten ve yemeğimizi yedikten sonra işte karşınızdayım! Ama ufak bir sorun var. Bugün güneşli havayı görünce yine incecik giyinerek dışarı çıktım ve havanın ne kadar sertleşmiş olduğunu anladığımda artık çok geçti. O yüzden her an nane-limonluk olabilirim gibi görünüyor. Anne şefkati olmadan da nane-limon işe yarar mı dersiniz?

Hepinizin güzel bir bayram geçirmiş olduğunu umuyor ve tatil hikayelerinizi dört gözle bekliyorum. Ama Fas'a ve Mısır'a gidenler bir müddet yazmasınlar ya da bana görünmesinler lütfen! :)

Tebrikler Mahsun

Kendisini yakın takipteyim. "Lö lö meahsun," klibinden bu yana yaptıklarını görüyor ve inanılmaz takdir ediyorum. Kendini nasıl yeniden konumlandırdığını hayretle izliyorum. Yerden yere vurulmasının değil, emeklerinin hakkının verilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Ben ilk filminden bu yana yaptıklarını çok takdir ederek izliyorum. Bana göre her filmi izlenmeyi hak ediyor. Beğenip beğenmemek herkesin kendine kalmıştır, ama Ahmet Hakan tarzında bir eleştiriyi hak ettiğini hiç düşünmüyorum.

Mahsun Kırmızıgül'ün ilk iki filmiyle ilgili görüşlerimden şu yazımda bahsetmiştim. Beyaz Melek'i sevmedim, ama Güneşi Gördüm'ü eleştirdiğim yerleri olmasına rağmen sevdim. New York'ta Beş Minare için de aynı şeyi söyleyebilirim. Genel olarak çok beğendim, ama kendime göre eleştirdiğim birkaç nokta var.

Öncelikle ilk yarıyı izlerken ağzım açık izledim diyebilirim. Çekimlere bayıldım. Birkaç koldan konuya giriş hoşuma gitti. Herkesin rolüne çok oturmuş olduğunu gördüm. Zaten muhteşem bir oyuncu kadrosuyla çalışıldığı görülüyor. Hiç haz etmediğim Mustafa Sandal'a bile bayıldım filmde. Mahsun Kırmızıgül'ün oyunculuğuna pek bayılmadım ama. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama Haluk Bilginer her zamanki gibi mükemmeldi. Hatta filmin en iyi oyuncusuydu bana göre. Hacı Gümüş rolüyle yine kalbimdeki tahtını korumaya devam eden Haluk Bilginer bu filmde hüngür hüngür ağlama nedenim de olmuştur. Zira sonu biraz arabesk -ama hiç beklenmedik- bir şekilde biten filmde hayatı boyunca cehalete karşı savaş veren Hacı Gümüş'ün cehaletin pençesine düşmüş olması beni dağıtmıştır. (Ama itiraf ediyorum Hacı Gümüş, Haluk Bilginer olduğu için dağılmış olabilirim.)














İkinci yarıda daha Türk filmi havasına giren filmde daha yapay diyaloglar ve daha fazla mesaj verme kaygısı göze çarpıyordu. Bir de hani bu hoşgörü abidesi Hacı Gümüş zaten gerekirse polise teslim olurum diyorken neden o kadar tantana yapılıp kaçırıldı onu anlayamadım. Yani aksiyon filmi denemesi için mantık hatası yapmaya değer miydi bilemiyorum. :) Son olarak birkaç kolda giriş yapılan senaryoda bazı kolların havada kalarak hiçbir yere bağlanmadığını ve birtakım kopukluklar olduğunu söyleyebilirim. Ama başta da dediğim gibi tüm bunlara rağmen filmi genel olarak beğendim. Mahsun Kırmızıgül'ün her seferinde kendini daha da geliştirdiğini görerek emeklerinin karşılığını almasını ve bu yolda devam etmesini diliyorum. Ben şahsen kendisini izlemeye devam edeceğim.

Çelik Manolyalar

Geçen hafta sonu iki tiyatro oyunu izleme fırsatı bulduk. Bunlardan biri de geçen sene Tiyatro Kare tarafından sahnelenmeye başlanan Çelik Manolyalar adlı oyundu. 6 Kasım'da Profilo Kültür Merkezi'nde oynayacaklarını duyunca arayıp yer ayırttım. (Biliyorsunuz Biletix'i sevmiyorum, o yüzden alabildiğimiz her bileti gişelerden almayı tercih ediyorum.) Profilo'nun tiyatrolarında telefonla yer ayırtmanız ve oyundan bir gün önce -hatta 2 saat önce- almanız mümkün.

Daha önce Julia Roberts, Shirley Maclaine, Sally Field, Dolly Parton gibi oyuncuların rol aldıkları sevilen bir film olarak tanınan bu yapım Robert Harling tarafından kaleme alınmış. Türkçeye çeviren ve sahneye koyan isim Mehmet Ergen, genel sanat yönetmeni ise Nedim Saban.

Oyun küçük bir kasabada geçiyor. Kasabanın da kuaför salonunda. Haliyle burası tüm haberlerin, dedikodularun döndüğü yer.










Altı Çelik Manolya da buranın müdavimleri. Size onları biraz tanıtayım isterseniz. Shelby ve sürekli çekiştiği annesinden başlayalım mesela. Shelby rolünde geçen sezon Saadet Işıl Aksoy oynamıştı ve açıkçası Başka Dilde Aşk filmindeki performansını çok beğendiğim için kendisini sahnede de görmeyi çok istemiştim. Ama bu sezon kadroda olmadığı için aynı rolde Nilay Duru oynuyor (Ülkü Duru ile akrabalık var mı acep? Araştırılacak.). Başlangıçta bunu öğrenince üzülmüştüm ama bir yandan da Nilay Duru'nun oyunculuğunu tanıma fırsatımız oldu. Bence hayata pembe gözlüklerden bakan genç Shelby karakterine çok uymuştu. Kontrol manyağı sayılabilecek bir kadın olan annesi rolündeki Suzan Aksoy ve Nilay Duru'nun performansları bence bir numaraydı. Şimdiden uyarayım, öyle kızın havai tavırlarına ya da aralarındaki çekişmelerin komikliğine bakıp aldanmayın, sizi hüngür hüngür ağlatabilirler!













Kuaför Truvy rolünde Şenay Gürler var. O da çok başarılıydı (ve aynı zamanda çok da güzeldi). Yanında çalışmaya gelen Annelle kasabadaki yeni isimlerden biri ve altı çelik manolyanın en genci. Sorunlu kocasından kaçarak kendi ayaklarının üzerinde durabilmek için gelmiş bu kasabaya. Truvy'nin kuaföründe iş ve evinin garajdan bozma bölümünde ise bir oda bularak başlıyor oradaki yeni hayatına. Annelle'i Aslıhan Erguvan canlandırıyor. Suna Keskin kasabanın eski belediye başkanının dul eşi rolünde. Şen dul gibi görünse de onun da kendine göre bir sürü sıkıntısı var tek başına yaşam mücadelesi veren bir kadın olarak. Ve bir de ağır abla Quiser karakterini canlandıran Oya İnci var. Tanıdıkça onun da o sert görüntüsünün ve tavırlarının ardında kırılgan bir kadın olduğu ortaya çıkıyor.

Hepsi birbirinden hoş, çekici, neşeli ve yumuşacık görünen bu kadınların dertlerini, tasalarını, sağlık sorunlarını, ilişkilerinde yaşadıkları problemleri ve genel anlamda yaşama nasıl tutunduklarını görmek için bu oyunu izlemenizi öneriyorum. Narin, güzel ve capcanlı manolyaların yaşam mücadelesi sırasında çelik gibi sertleşmelerini ve dimdik ayakta durmayı başarırlarken yaşamın onlardan götürdüklerini hem takdirle hem de biraz burukluk duyarak izleyeceksiniz. Oyuncular çok iyi, kostüm ve dekor çok başarılı, hikaye çok etkileyici... Daha ne olsun? Bence kaçırmayın. Çelik Manolyalar, 20 ve 28 Kasım tarihlerinde Profilo'da, 12 ve 18 Aralık tarihlerinde ise Akatlar Kültür Merkezi'nde oynayacak. Sonraki ayları da Biletix 'ten takip edin ama biletlerinizi gişelerden alın. :)

Profilo gişe tel: 0-212-216 44 00
Akatlar Kültür Merkezi gişe tel: 0-212-351 93 82-83-84

İyi seyirler..

Ölmek ya da Ölmemek

Bu aralar etkinliklerimdeki temel mesele budur: ölmek ya da ölmemek! Elimdeki kitapta bu konuyla cebelleşirken bir de gittiğim tiyatroda benzer bir durum karşıma çıkınca yazmak şart oldu.

Öncelikle kitaptan başlayayım. Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago'nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabı elimde bir süredir. Konusu insanoğlunun en büyük fantezilerinden biri olan ölümsüzlük. Günün birinde ülkenin birinde ölüm ortadan kalkarsa ne olur düşünün bakalım. Evet, ölümsüzlük dediysem evrensel bir durum değil söz konusu olan, yalnız bir ülke sınırları içinde geçerli, o ülke halkına bahşedilmiş bir armağan (!) var ortada anlayacağınız. O ülkedeki ölümsüzlük simülasyonu içinde cenaze levazımatçılarının, hastanelerin, sigortacıların, huzurevlerinin, din ve devlet adamlarının, vs durumunu zihninizde canlandırmaya çalışın. Ölüm yok! Yaşlı ve hasta nüfus sürekli artıyor ama ölemiyor. Hımm, sınırı geçince ölüm olduğuna göre maphia bu işe bir çözüm bulabilir belki değil mi? Peki, bedenin ölümsüzlüğü Tanrı'nın kendi sonunu hazırlaması değil midir? Ya ölümsüzlüğe göre yeni bir düzen kurulduktan sonra ölüm eflatun bir mektup ile geri dönmeye karar verirse ne olur? O zaman düzen nasıl değişir? Peki ya ölüm neye benzer? Otuzlu yaşlarında hoş bir kadın olabilir mi mesela?

Neyse, biri beni durdursun lütfen! Ama siz siz olun kesinlikle bu güzel kitabı okuyun ve Saramago'nun nokta ve virgül dışında hiçbir noktalama işareti kullanmadığı o bitmek bilmeyen cümlelerinin içinde kaybolun derim.

Bu kitabı okumaya devam ettiğim geçen hafta izlediğimiz İstanbul Devlet Tiyatroları'nın yeni sezon oyunlarından Ölüleri Gömün'de de ölmeyi reddeden şehitler vardı sahnede. Kaybedilen canların, parçalanan yaşantıların, yok olan maneviyatın büyüklüğü düşünüldüğünde bir hiç uğruna yapılan savaşların anlamsızlığının ortaya koyulduğu oyunu çok beğendim. Amerikalı yazar Irwin Shaw'un savaş karşıtı oyunu Ölüleri Gömün, ilk kez 1936’da New York’ta sahnelenmiş. Oyunda politikacılar, din adamları, generaller, mafya, silah tüccarları gibi bu süreçte gözü dönmüş farklı kesimlerin tepkilerinin yanı sıra çok insani nedenlerden dolayı ölmüş olmalarına rağmen mezarlarından çıkarak gömülmeyi reddeden gencecik askerler ve yakınlarının akıllarından ve kalplerinden geçenlere de yer verilmiş. Biraz uzun olmasına rağmen altı askerin hepsi de kadın olan altı yakınıyla yaptıkları birebir konuşmaların olduğu son bölüme bayıldım diyebilirim. Yirmili yaşlarında neden olduğunu bilemeden, anlamadan, yalnızca iki çıkar grubu karar verdi diye ölüme gitmiş altı askeri asker olarak değil de insan olarak görebildiğimiz anlar çok etkileyiciydi.

Oyuncu kadrosu çok geniş ve iyi, ama muhteşem oyunculuklar izlediğimi söyleyemem. En merak ettiğim isimler birçokları gibi Musa Uzunlar ve Civan Canova'ydı ve onlar da kötü olmasalar da bence performanslarının doruklarında değillerdi. Bana göre metin çok güzeldi. Savaş karşıtlığı mesajı güzel verilmişti. Dekor, sahne, ışıklandırma, müzik başarılıydı. Savaş ortamını anlatan bir oyun olduğu için yüksek sesli efektler ve müzikler bana hiç de rahatsız edici gelmedi. Bence çok dozundaydı bile diyebilirim. (Belki de yüksek dozda DOT alışkanlığım olduğu içindir. :)) Yalnızca sürekli çalışan o sis makinesinden çıkan dumanın toz kokusuna benzer o gıcık kokusunu sürekli duymaktan rahatsız oldum. O makinenin ayarı biraz düşürülse iyi olurmuş (çok anlarmışım gibi :)). Sonuç olarak tavsiye ediyor muyum diye sorarsanız yanıtım evet. MyBilet'i de tavsiye ettiğimi biliyorsunuz zaten. O zaman tıklayın ve yerinizi ayırtın bakalım. Şimdiden iyi seyirler.

"Hastasıyım" Diyenlere Duyurulur..:)

Ayhan Sicimoğlu'nun hastası olanlar el kaldırsınlar. Vay be, demek bu kadar çok sayıdayız! O zaman Coco Clementine, Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars'ın bayramdan sonra her Çarşamba sergileyecekleri canlı performanslarını izlemeye gelenlerle dolup taşacaktır diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
















Rezervasyon için Astoria Coco Clementine'in telefonlarını Facebook sayfalarından aldığım resimde görüyorsunuz. Unutmayın: 11 Kasım Perşembe ve bayram sonrası her Çarşamba Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars Coco Clementine'de. Neye niyet neye kısmet? TV'de izleyerek hastası olduğum TAC'li ağabeyimizin canlı performansını izlemek için Ghetto'nun programını takip ederken yürüme mesafemizdeki Astoria'da program yapacak olmaları ayrıca bir hoşluk oldu benim için. Çekim yasasına ben inanmayayım da kim inansın, değil mi? Hatta biraz daha zorlasam bizim evin balkonunda bir canlı performans bile koparabilirmişim evrenden gibi geldi bana! :)

Neyse, biz bir veya birkaç Çarşamba orada oluruz. Sizi de bekleriz bu keyif adamının canlı müzik gecelerine...

LÖSEV Neden Kurban Kes(e)miyor?

Kurban Bayramı yaklaşırken bildiğiniz gibi lösemili çocuklara gerçek anlamda hayat veren bir dernek olan LÖSEV'in Ekim ayı bültenlerini görmemiş olanlarınız için vakfın bu sene kurban kesmeme nedenlerini sizlerle paylaşmak istedim.

Ancak yine de vakfın bu hastalıkla mücadele eden çocuklara 12 ay boyunca et ve et ürünlerinin dağıtılabilmesi için Kurban Bayramı bağışlarınızı beklediğini unutmayın.

LÖSEV'in kurban kes(e)meme nedenleri:

* LÖSEV, et fiyatlarındaki aşırı artışın kurban fiyatlarına suni olarak yansıyacağına inanıyor.

* 2 yaşın üzerinde 2 milyon kurbanlık hayvanın yerli hayvanın kalmadığı ülkemizde nereden bulunacağını merak eden LÖSEV döviz kaybıyla ve ithal hayvanlarla kurban kesme fikrini savunmuyor.

* LÖSEV, bir koyunun kesim payı için 100 TL farkın talep edildiği düşünüldüğünde bağışlanan kurban parasının tüccarın cebine gitmesini doğru bulmuyor.

* "Yurt dışında kesim olur mu, kim, nasıl denetleyecek, hangi hayvanlar kesilecek, kimlere dağıtılacak?" şaibelerine karışmak istemiyor.

* Kurban etinin kesildiği anda dağıtılmayıp emanete verilerek 12 ay boyunca lösemili çocuklara dağıtılması ile ilgili hukuksal süreç tamamlanmadan "dini kurallar" tartışması içine girmek istemiyor.













Gereksiz tartışmalar ve engellerle uğraşmak yerine yarar sağlamayı ve çözüm üretmeyi tercih eden LÖSEV bu sene de topladığı bağışlarla yıl boyunca ihtiyaç sahiplerine taze et ve et ürünleri sağlamayı taahhüt ediyor.

LÖSEV bültenleri yakında posta kutunuzda olacaktır (hatta gelmeye başlamış bile olabilirler). Vakfın nedenleri aklınıza yatıyorsa, belki de bu Kurban Bayramı'nda lösemili çocukları sevindirmeyi düşünebilirsiniz.

Beyoğlu... Bedenler... Ve Başrolde Mor...

Daha önce Burhan Doğançay Müzesi'ni gezdiğimiz gün şans eseri Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi'ni keşfettiğimizden bahsetmiştim. İşte o günden sonra Akademililer'in de e-mail grubuna üye oldum ve burada düzenlenen sergileri takip etmeye başladım.

22 Ekim – 13 Kasım tarihleri arasında gezilebilecek Cengiz Uğur’un “Bedenler” adlı kişisel sergisi dikkatimi çekince de Gizem'le yeni bir Beyoğlu planı yapmak da şart oldu. Böylece Çarşamba gününü Beyoğlu'na ayırdık.

Sanatçının son dönem çalışmalarını sergilediği Bedenler'de -ve aslında genel olarak resimlerinde- öne çıkan en önemli özellik perspektifi ve ışığı dışarıda bırakmış olması. Hatta resmi yapılan şey bile dışarıda bırakılmış, ressamın onu nasıl gördüğü ön plana çıkmış. Sergide Rembrant, William Blake ve Kafka gibi isimlere de saygılarını sunarak gönderme yaptığı çalışmalarını görmeniz mümkün.















İçeride sizi sevgi arsızı bir kediciğin karşılayacağını da şimdiden belirteyim. Oyun yapmak için benim postallarımın iplerine atlamaya çalışan sevimli ama yine de beni tedirgin eden (kedileri sevmeye başladım ama hâlâ tanımadığım kedilere karşı mesafeliyimdir) kediciği Gizem'in hünerli ellerine teslim ederek sergiyi daha huzurlu gezebildim. Çıkarken de önce ben çıktım, ardından Gizem kediyi oradaki görevliye teslim edip yanıma geldi. :)

Sonra biraz Aznavur Pasajı'nda dolaştık. Yeni evimin nazar boncuğu eksikti ve oradaki çok zevkli doğal taş takılar ve ev aksesuarı satan Lal Butik'ten güzel bir dekoratif seramik nazar boncuğu buldum. Pasajdaki başka dükkanlara da baktık. Çıkışta Ara Kafe'de sıcak çikolata içmeyi planlarken kendimizi hep merak ettiğimiz ama deneme fırsatı bulamadığımız Çorbacı'da bulduk. 30 çeşit çorbanın sunulduğu yararlı bir fastfood restoranı burası. Özellikle soğuk kış günlerinde çorba menülerini kesinlikle denemelisiniz. Beyoğlu'nda içtiğiniz geceleri sonlandırmak için de güzel bir alternatif olabilir Çorbacı, çünkü normalde gece 03.00, Cuma-Cumartesi ise sabah 06.00'ya kadar açıklar.

Çıkışta Odakule Sanat Galerisi'ne uğrayıp Dagmar Göğdün'ün Koruncuklar yararına düzenlenen "Başrolde Mor" adlı sergisini de gezdik. Sanatçı bu sergiden elde edeceği geliri Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı'na bağışlayacakmış. Siyah fon üzerine çizilmiş çeşit çeşit çiçeğin güzelliğine, adeta kokularını duyabileceğiniz kadar canlı oluşlarına ve o muhteşem renk tonlarına hayran kalacaksınız.

Evet, bir Beyoğlu turunun daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bir sonraki turu da yine heyecanla bekliyorum, çünkü Beyoğlu her daim sunduğu keyifli alternatifleriyle ve keşfedilmeyi bekleyen köşeleriyle beni en mutlu eden yerlerden biri olmaya devam ediyor.

Karikatür Yarışması Sergisinden Seçmeler

Geçen hafta Filiz Ural sergisini gezdiğimiz gün Galeri Işık'ın önünden geçerken içerideki karikatürler gözümüze çarptı. Meğer 7 Kasım'a kadar Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması Sergisi varmış. (Her ne kadar yarışmayı düzenleyen isimden pek haz etmesem de) karikatürist yarışmacılara biz de kendi puanlarımızı verelim diyerek girdik içeri.

Benim beğendiklerim bunlar:






























































































Bu da Ahmet Öztürklevent'in birincilik ödülünü alan karikatürü:




















Beğendiyseniz, daha fazlası için Teşvikiye'deki Galeri Işık'a uğramanız gerekiyor. Unutmayın, son gün 7 Kasım Pazar!

İyi gezmeler.

Tanımadığım Adamlar

Ali Poyrazoğlu'nun son oyununun adı Tanımadığım Adamlar. Hani o meşhur Ali Poyrazoğlu öyküsü vardır ya. Donatır sofrayı ve çağırır 20 yaşını, 35 yaşını, 40 yaşını konuk olarak yemeğe. Ama konuklar birbirlerine girerler ve ev sahibi olan bugünkü Ali Poyrazoğlu ise öyküsünü "Bende kabahat! Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine!" diye bitirir.

Ali Poyrazoğlu'nun bu öyküsünü çok severim. Genel olarak öykülerini ve sohbetlerini dinlemeyi çok severim. Şimdiye kadar izlediğim oyunlarını çok sevdim. Ama Aziz Nesin'in üç öyküsünü de uyarladığı kabare türündeki bu son oyunu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Tak Tak Takıntı'dan tanıdığımız Madam Arşaluz karakteriyle Ali Poyrazoğlu başrolde. Madam Arşaluz bu oyunda Alzheimer'ın da etkisiyle iyice oynatmış durumda. O yüzden kendisini Orostopontopolis Tımarhanesi'ne kapatmışlar. Ve oranın bir tür sanat yönetmeni olmuş! Tımarhanedeki delilerin hem kendi sorunlarıyla hem de içlerindeki tanımadıkları yönleriyle yüzleşmeleri için psikodrama yöntemine başvuruluyor. Bürünecekleri roller ve oyunlar da Madam Arşaluz tarafından belirlenip yönetiliyor.

"Konu güzel, oyuncular iyi, Aziz Nesin öyküleri var, ee nesini beğenmedin?" diyorsunuz içinizden değil mi? O otuz sene önce yazılmış olmasına rağmen hiç eskimemiş öykülerden çok daha güzel bir uyarlama çıkabilirdi diye düşünüyorum nedense. Fazla abartılı, fazla karikatürize tipler, jestler ve mimikler beni hep sıkmıştır zaten ki bu oyunda fazlasıyla varlardı. Tımarhane gösterisi olarak yola çıkan oyun gerçek bir müsamere tadındaydı. Ali Poyrazoğlu bu kez "ne yapsam gider" diye mi düşündü de o incelikli hikaye anlatımı yerine böylesine sıradan bir anlatımı seçti diye düşünmedim değil. Hatta "hazır böyle düşünmüşken ödül aldığım kadın karakterimi de bir kez daha kullanayım" da demiş olabilir mi acep? Kendini her daim zenginleştiren ve besleyen gerçek bir sanatçının kolaya kaçtığını düşünerek ben mi ayıp ediyorum dersiniz? Muhtemelen öyledir. Ama önceki oyunlarını çok beğenerek izlediğim Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nun son oyunundan aynı tadı alamadığımı belirtmek isterim.

Bu oyunu çok beğenmemiş olabilirim ama bundan sonraki oyunlarını takip etmeye aynen devam edeceğim. Zaten siz bana bakmayın. Bu oyun da Türkiye'de toplumsal Alzheimer'e geçiş sorununa dikkat çekmesi, usta oyuncu kadrosu, Ali Poyrazoğlu ve Aziz Nesin gibi iki usta yazarın kaleminden çıkan güzel öyküleriyle oynadığı salonları doldurmayı kesinlikle hak ediyor.

İyi seyirler...

Filiz Ural'la Tanışmak İsteyenler Doku'ya

Doku Sanat Galerisi'nin ev sahipliği yaptığı Filiz Ural resim sergisine gittik geçen hafta Gizem'le. Açıkçası bu sergiyi Gizem'in annesi Rana Teyze'den öğrendik. Bir televizyon programında görerek bizlere söylemek üzere bir kenara not eden Rana Teyze'ye buradan da teşekkkürlerimi göndereyim, çünkü Filiz Ural'ın resimlerine şahsen bayıldım.















Resim tutkusunu uzun yıllar boyunca geri planda bırakarak mesleğini yapmayı tercih etmiş olan mimarlık kökenli ressam sonunda içindeki cevheri bizlerle paylaşmaya karar vererek muhteşem eserler ortaya çıkarmış. Ural'ın konstrüktivist resim tarzının da mimarlık geçmişinden geldiği açıkça görülüyor. Filiz Ural'ın tablolarında ele aldığı başlıca konular çakırdikenleri, ay çiçekleri, gelincikler ve çingeneler ve cazcılar gibi müzik insanları. Tamam, çiçekler de çok güzeldi ama benim favorim genelde müzik insanlarının yer aldığı o kıpır kıpır tablolar oldu. İşte size birkaç örnek:















Harika değil mi? Özellikle de sağ alt köşedeki "Orkestra" adlı esere bayıldım diyebilirim. Daha fazlası için 13 Kasım'a kadar Teşvikiye'deki Doku Sanat'a mutlaka uğrayın. Bir müjde de Ankaralılara: Filiz Ural'ın sergisi 14-30 Aralık 2010 tarihlerinde Ankara'daki Doku Sanat Galerisi'nde görülebilecek. Doku Sanat Galerilerinin iletişim bilgileri için buraya tıklayabilirsiniz. Kaçırmamanızı öneririm. İyi gezmeler.