Ben Bu Sene Bunu Yaptım! :)

Bu yazımda bahsetmiştim: hayatta yapmayı, en azından denemeyi istediğim şeylerden biriyle ilgili bir adım attım diye. İşte şimdi zamanı geldi, açıklıyorum: ben bu sene resim kursuna gittim! Eline daha önce hiç fırça almamış, kara kalemle çöp adam bile çizmemiş biri olarak her hafta bir kez yeni bir şeyler öğrenmek için harika bir hoca eşliğinde aşağıda gördüklerinizi yaptım. Tamam biliyorum, hiçbiri birer sanat eseri değil ama benim için büyük bir değişiklik ve önemli bir adımdı. Aklımda kalmasını istemediğim şeylerden biriydi. Bu işin sırf yetenekle mi ilgili olduğunu, yoksa öğrenilebilir bir şey mi olduğunu merak ediyordum. Beni takip edenler bilir, resim sergilerini gezmeye bayılırım, hatta pek çok yerde de bahsetmişimdir: bir sonraki hayatımda Barcelona'da yaşayan İspanyol bir ressam olmak istiyorum diye. Bir elimde şarap kadehim, bir elimde fırçam, önümde tuvalim, Barrio Alto bölgesindeki yüksek duvarlı atölyem ve ben... İşte hayalim...:)

Her neyse, sonuçta bir adım atmadan neler yapabileceğimi (ya da yapamayacağımı) hiçbir zaman bilemeyeceğime karar vererek bu sene Ekim'de başladım kursa. Önce bunlarla başladık: 


Yani elimize kara kalemi alıp temel şekilleri çizerek, ışık nereden vurursa gölge nasıl olur diye düşünerek, keskin gölgeler ve ışıkları nerede kullanmamız gerektiğini, tonlamayı öğrenerek bir süre çizimler yaptık. Dokuları vermeyi de öğrenmemiz gerekiyordu ama ben ne yazık ki mandalina ve portakalın o pütürlü yüzeyini bir türlü beceremedim. Hatta İso'cum birkaç tane meyve-sebze çizdiğim kağıtlardaki mandalinaları gördükçe benimle "Komutan Logar, bilinmeyen bir cisim yaklaşıyor!" diye dalga geçiyordu. :) 

Sonra aşağıdaki gibi ayakkabılar, çantalar, şapka ve şemsiye gibi değişik objeler çizmeye başladık. "Hımm, fena iş çıkarmıyorum sanki"  diye düşünmeye başladığım zamanlardı bunlar. Kara kalem gerçekten zordu ama çok da zevkliydi bana göre. Mine Hoca çok uzun bir süre kara kalem çalışmamızı istedi (o zamanlar sıkılmıştık, bir an önce yağlıboyaya geçmek istiyorduk, ama şimdi ne kadar haklı olduğunu anlıyorum).


Sonra eller, ayaklar, yüzler, vücutlar çizmeye başladık. Yine hocamızın önerdiği bir kitaptan bakarak yapmaya çalıştığımız bu çizimlerde benim çizdiğim suratların hepsi homo sapiens tadında oldular! Ama geri kalanı fena sayılmazdı yine. "Aman neyse, sonuçta portre ressamı olmayıveririm ben de!" diye düşünerek bu bölümü de moralimizi yüksek tutarak atlattık.:)


Moral olarak ilk çöküşü suluboyada yaşadım sanırım. Bizim gibi acemi ellerde adeta bir kabusa dönüşen suluboya beni resimden soğutmak üzereydi ki neyse çok kısa sürdü. Fırçayı dokundurduğun anda doğru düzgün bir şeyler çıkarmak zorundasın, yoksa çok fazla düzeltme şansın yok! Daha renkleri bile yeni tanımaya başlayan bizler için durum faciaydı. Kendi adıma konuşayım: ilkokuldayken resim derslerinde yaptığımızın pek üstüne çıkamadım sanıyorum! Yine de "İmge" diye imzamı atmaktan vazgeçmemişim görüyorsunuz.:) 


Suluboyadan sonra bir tutam da guaj boya çalıştık. Sadece bir fikrimiz olsun diye yaptığımız guaj boyayı üzerinde düzeltme yapabilme ve birkaç kat geçebilme imkanı verdiği için suluboyadan kesinlikle daha çok sevdim. Hatta yağlı boyanın bile ilk zamanlarına göre daha çok sevdim diyebilirim. Ama aslında sevmediğim şey yağlı boya değil kullandığım malzemelermiş, biraz geç anladım! Neyse guaj boya ile böyle bir şey yaptık mesela:


En sonunda geldik merakla beklenen ana: yani yağlıboyaya! Son haftalardaki yağlı boya maceralarımda öğrendiklerim şunlar: öncelikle her türlü malzemenin en kalitelisini alırsanız yaptığınız işten daha çok keyif alırsınız. İlk başta aceleyle bir kırtasiyeden aldığım tuvaller o kadar kötüydü ki ne yaparsam yapayım sonuç alamıyordum. Yine aynı şekilde boyaların da çok yağlı olanını seçmişim ki son haftaya kadar onlarla cebelleştim. Ama geç de olsa iyi malzemenin ne kadar fark yaratabileceğini öğrenmiş oldum. O yüzden fırçadan tuvale, boyadan resim yağına kadar her şeyin en iyisinden almaya bakın ki şevkiniz kırılmasın. Malzeme için size Teşvikiye'deki Colorbox'ı öneriyorum. Adres ve telefon isteyenler bana mail atabilirler. 

Ayrıca bu işin inanılmaz bir emek ve sabır işi olduğunu da öğrendim. Doğadaki her şeye başka bir gözle bakmak gerektiğini, farkındalık içinde bir gözlemin ne kadar yararlı olabileceğini öğrendim. Müzelerde, sergilerde hayranlıkla izlediğim tabloların gerçekten hayranlık duyulası şeyler olduklarını bir kez daha anladım.  Yüz ifadelerini yapmanın, cam, ahşap, suyun parlak yüzeyi, dalga köpüğü, bulut, vs gibi binlerce farklı dokuyu ve görüntüyü tuvale yansıtmanın ne kadar zor olduğunu gördüm. Hepimizin ne kadar geliştiğini gördükçe bu işte çok çalışmanın ne kadar fark yaratacağını fark ettim. Ama elbette doğuştan yeteneğe sahip olmanın da ayrıca bir fark yaratabildiğini gördüğümüz örnekler de vardı sınıfımızda. O yüzden hâlâ resim yeteneğinin Tanrı vergisi bir armağan olduğunu düşünüyorum. Olsun varsın, ben de bir Monet olmayıveririm artık. :)


Şaka bir yana en son şu pancarcı kadını bitirip, sağ alt köşeye "İmge"yi kondurup sezonu kapattım sevgili okur. Güzel bir mesafe kat ettim, daha işin çok başındayım ve gideceğim yol çok uzun. Ama en azından denediğim ve sevdiğim bir uğraşım ve harika sınıf arkadaşlarım oldu bu sene. Gelecek sene de aynen devam etmeyi düşünüyorum. Mümkünse aynı ekiple (elimde netliği çok da harika olmayan bu iki toplu fotoğraf var, ekibimizi mecburen bunlardan tanıyacaksınız artık).:)


Son olarak bizden güler yüzünü hiç eksik etmeden, her hafta hepimizle tek tek ilgilenen hocamız Mine Barışık'a kocaman teşekkürlerimi gönderiyorum. Gelecek sene resim yapmaya devam etmek istiyorsam nedeni Mine Hoca'dır. İkinci teşekkür de keyifli sınıf ekibimize gidiyor. Öğlenleri balkon sohbetlerimizi, çay saatlerimizi, sabah kahvelerimizi, şakalaşmalarımızı ve tüm artistliğimizle havalara girip ileride hangi tablomuzu ne kadara satacağımızı planlayışımızı özleyeceğim.:) Üçüncü teşekkür de beni hep destekleyen, Perşembe sabahları işe giderken beni kursa bırakan, moralim bozulduğunda motive eden ve "bilinmeyen cisimler" de yapsam her zaman hayranım olmaya devam eden kocacığıma gelsin. :) 

Okulum bittiğine göre bence ben artık tatili hak ettim, ne dersiniz? 
İyi haftalar hepinize..






Red Kit İstanbul'da!

Lucky Luke'u, nam-ı diğer Red Kit'i nasıl hatırlıyorsunuz? Sevmeyen var mıydı aranızda? Ben çok severdim. Düldül ve şapşal Rintintin ile birlikte Daltonlar'la olan mücadelesini zevkle izlerdim. Beyoğlu Yapı Kredi Kültür'de de sergisi olacağını duyunca geçtiğimiz Cumartesi günü karı-koca planımızı yaparak akşam üstü altı gibi Red Kit'e ziyarete gittik. Ve işte karşınızda gölgesinden hızlı silah çeken kovboy! Ateş edilen o gölgenin kıvrılıp rulo halinde ayağının dibine kadar yuvarlanarak gelişini hatırlayanlar el kaldırsın? :)


Bir de yine klasik bir sahne olarak her iş bitip, suçlular yakalanıp, şeriften tebrik ve takdir gördükten sonra atına atlayıp güneş batarken şu şarkı eşliğinde uzaklaşması vardı. Çocukluğumuzun çizgi filmlerini DVD setleri halinde bulmak mümkün müdür? Red Kit, Şirinler, Nils ve Uçan Kaz, Voltran, Tom & Jerry... Eğer varsa, ben hepsini baştan sona keyifle izlerim gibi geliyor.   


Sergide Red Kit'in ortaya çıkış macerasını detaylı bir şekilde anlatan resimli ve yazılı bilgi panoları mevcut. Aşağıda Daltonlar'ın hikayesini anlatan pano gibi Red Kit'in Türkiye'deki beyaz perde macerasını, Fransa'dan Amerika'ya vizyon yolculuğu sırasında ağzındaki sigaranın ota dönüşmesi ve siyah hizmetkarların, Meksikalı cenaze levazımatçılarının ve Çinli çamaşırcıların kaldırılmasının hikayesini, bir zamanlar Daltonlar'ın hapishanedeki köpeğiyken Red Kit'in peşinde dolaşmaya başlayan, anti-köpek Rintintin'i anlatan birçok pano bulunuyor. 



Bir "saloon" olarak düzenlenmiş sergi alanından çıkarken çocukluğa dair hatırlanan güzel şeylerin yarattığı o garantili saf mutluluk hissiyle dolu çıkıyoruz.


Mutluluğumuzu daha da artırmak için çıkışta kendimizi James Joyce'a atarak o harika fish&chips'ini yiyor, yanında da buz gibi Guinness'lerimizi hüpletiyoruz.


Gitmeden önce çizgi roman araştırmacısı Didier Pasomonik’in küratörlüğünde hazırlanan bu keyifli mini serginin 17 Haziran'a kadar devam edeceğini hatırlatayım. Yani bu hafta sonu planlarınız arasına almayı unutmamalısınız, ona göre.

Hepinize harika bir hafta sonu diliyorum...

Galata Moda 2012 Bugün Başlıyor!!


Maçka Sanatçılar Parkı'nda 17 Haziran'a kadar devam edecek olan geleneksel hale gelmiş moda festivali Galata Moda bugün başlıyor. Festivalde bu yıl 37 tasarımcı yer alacak ve festivale özel hazırladıkları sezon koleksiyonlarıyla dopdolu pop-up mağazalarla parkı dolduracaklar, haberiniz olsun! Stantlar her sabah 10.00 ile akşam 19.00 arası açık olacak. Unutmayın, alışveriş arasında biraz dinlenme molası vermek isterseniz 17.00-19.00 arası Happy Hour zamanı!

Bu üç gün içinde karşılaşır mıyız dersiniz? :)

İki Film

Annem buradayken izlediğimiz iki filmi de yazmasam olsam. Biri çok eskilerden, hatta izlerken bazı sahneleri çok net hatırladığımız için filmi yıllar önce izlemiş olduğumuza karar verdik. 2007 yapımı Painted Veil (Duvak) filminin başrol oyuncuları Naomi Watts (Kitty) ve Edward Norton (Walter). Somerset Maugham'ın romanından uyarlanmış film 1920'lerde geçiyor. 

Kitty ve Walter evleniyorlar. Walter, Kitty'yi görür görmez aşık olan, dümdüz bir adam. Duygusal tarafı, empati kurma becerileri zayıf bir doktor. Çok asil, onurlu ve gururlu bir adam. Kitty ise canlı, neşeli, ailesinin "evde kaldın artık" baskısından kurtulmak için evlenmeyi kabul eden, yeni heyecanlara açık, genç bir kadın. Dönemin şartları da düşünüldüğünde evliliği özgürlüğe giden yol olarak düşünüp evlenen milyonlarca kadından biri. Kısa bir süre içinde kişiliklerinin birbirine hiç uymadığı ortaya çıkıyor ve kopuk bir evlilik ilişkisi sürdürmeye başlıyorlar. Bu kopukluk içinde Walter işiyle gücüyle meşgulken Kitty ise boş zamanlarını çapkınlığıyla nam salmış sevgilisiyle geçirmeye başlıyor. Durumun farkına varan Walter Çin'in ücra bir köyündeki kolera salgınında görevlendirilmek üzere başvuruyor. Kitty ise tam "güle güle kocacığım" diyip sevgilisinin kollarına koşmayı planlarken bir bakıyor ki kocası onu da yanında götürmeyi planlamakta! Dı dı dı dııınnn!! İntikam kokusu alıyor musunuz? 

Aslında intikam amaçlı yapılan bu kaçış sonrasında çiftin birbirini daha iyi tanıdığına, duygusal anlamda daha yakınlaşabildiklerine, birbirlerine uygun olup olmadıklarını çok daha iyi anladıklarına tanık oluyoruz. Walter'ın gururu, "aşkta gurur olmaz"a inanmayan bana bile fazla geliyor kimi zaman, Kitty'ye üzüldüğüm oluyor. Sonra Kitty'nin kendini düşürdüğü durumu -hem de kim için!- gördükçe ona kızıp Walter'ı haklı buluyorum. Onlar bir şekilde kendi yollarını buluyorlar. Bu arada Çin'in muhteşem doğası ve kolera hastalığının korkunçluğu beni iki farklı yönde ama fazlasıyla etkiliyor. Filmin sonu da bir yumruk gibi boğazınıza oturuyor. Bence harika bir film. Roman gibi, masal gibi... İzlemediyseniz izleyin derim. 

İkinci film ise bir Fransız filmi. Evet, bu kez korkabilirsiniz bu açıklamadan. 11. !f Uluslararası Bağımsız Film Festivali filmlerinden olan Elveda İlk Aşk'ın (Un Amour de Jeunesse) bize bu kadar baygınlık geçirtebileceğini düşünmemiştik doğrusu. Sonuçta 15 yaşındaki Camille ile taş çatlasa 17 yaşında olan sevgilisi Sullivan ne kadar bunalım yaşayabilir ya da yaşatabilirler değil mi? Oh, mis gibi rahat rahat gezip tozuyorsunuz, istediğiniz zaman Camille'in ailesinin dağ evine kaçıp baş başa zaman geçiriyorsunuz, okula gidip gitmediğinizi soran eden yok, daha ne istiyorsunuz yahu? Burada sizin yaşlardaki gençler sizin yaptıklarınızı yapabilmek için yalan makinesini atlatabilecek kıvama geliyorlar! Yok anacım, rahat batıyor bunlara... diye mahallenin her şeye "olmaz ki böyle" tadında cık cık'layan teyzesi kıvamına dönüşmeden hemen filme dönüyorum. 

Sonuç olarak 15'indeki Camille biraz obsesif ve depresif bir aşık genç kız. Sullivan ise tam yaşının delikanlısı, hayatı, dünyayı keşfetme arzusunda, hayatının en heyecanlı bölümünü sırt çantasıyla Güney Amerika'ya gitme planları oluşturuyor. Gidiyor da.. Ve gidiş o gidiş, senelerce dönmüyor, seneler sonra döndüğünde bile Camille onun döndüğünü tesadüfen öğreniyor. (Açıkçası ben olsam Camille'in korkusundan bir daha o şehre hiç dönemeyebilirdim!) Ve o sırada kendisinden yaşça çok büyük olan öğretmeniyle bir ilişkisi var. Dı dı dı dıııınnn!! Ne olacak dersiniz? Aman ne olursa olsun, boş verin, izleyip de baygınlık geçirmenize değmez. İlla ki izleyeceğim, meraktan ölüyorum diyorsanız da bildiğinizi okuyun sevgili okurlarım. En azından ben elimden geleni yapıp uyardım sizi. Biz o akşam filmden sonra annem, ben ve İso'cum hemen her şeyi unutup yepyeni, aydınlık bir güne başlama isteğiyle nasıl uyuduğumuzu bilemedik valla. Benden söylemesi...:)

Şimdiden iyi seyirler...




Bebek Şenliği'nden Aklımda Kalanlar

Bebek Şenliği için geçen seneki ekip plan yapmıştık ama bu kez programları uyduramayınca bana şenlik yollarına tek başıma düşmek göründü. Her ne kadar İso'cum "ben gelirim ya, Cumartesi falan bakarız.." dese de "falan" ve "bakarız"ın yan yana kullanıldığı bir cümleye -hele bir de tenis turnuvası ve Avrupa Şampiyonası'nın olduğu bir dönemde- hiç güvenemediğim için Cuma günü öğleden sonra düştüm yola. Her ne kadar güzel havalarda evde durmak zor gibi görünse de bu sıcaklarda dörtten önce dışarı çıkmak kesinlikle çok daha zor! O yüzden açık hava planlarınızı yaparken bunu göz önünde bulundurun derim. Ama ne yapıyoruz: sıcaktan şikayet etmiyoruz! Şikayet etmek için ağzımızı açtığımız her seferinde o bitmek tükenmek bilmeyen buz gibi bembeyaz kış günlerini hatırlıyor ve Mikail'i kızdırmıyoruz. :)

Neyse.. Bebek Şenliği'nde yine birbirinden hoş giysilerin, aksesuarların, dekoratif ürünlerin olduğu stantlar vardı. Ayrıca yeme-içme bölümü de sanki geçen seneden daha geniş gibiydi. Elbette ben gün ve saat itibariyle en boş halinde gittiğim için rahat rahat gezebildim, ama sonradan duydum ki kalabalıktan bunalanlar da olmuş.  


Fotoğraflarda sevdiğim stantlardan bazılarını görebilirsiniz. Baykuş yastıklara bayıldım. Toosis'in takı ve tokaları çok zevkliydi bence. Geçen seneden hatırladığım ve bu sefer daha geniş bir stantta ve daha çeşitli ürünlerle karşıma çıkan Deniz Doğruyol'un kağıttan kolaj çalışmalarını yine çok sevdim. Neler yapmamış ki kağıttan... Şapkalar, eski tip telefonlar, kâseler, bavullar, lambalar,süsler, vs...Hepsi ve daha fazlası için kendi web sayfasına da bakabilirsiniz. 


Sonra biraz Kidomino standında oyalandım. Ne işin var orada demeyin, müstakbel bir halayım herhalde bugüne bugün. :)


Berry'nin basic tişörtlerinden bir kupa ası kaptım kendime. Erkek tişörtleri olsaydı İso'cuma da bir sinek valesi alabilirdim aslında. :) Berry'nin online mağazası için buraya buyrun.


Sonra Zeynep Güçlüten'in tasarım şapkaları gözüme çarptı. Hepsi birbirinden harika -ama bazıları benim için fazla iddialı- şapkalardan en çok renkli kuşlarla süslü ve flamingolu olan fötrleri beğendim. Zeynep Güçlüten'in What's in My Hat? adlı Facebook sayfasındaki fotoğraflarda orada olan ve olmayan pek çok çeşidi görebilirsiniz. Bence mutlaka bir göz atın. 


Bu arada fotoğrafı yok ama Modazigi standındaki kanvas clutch'lardan biri biraz aklımda kaldı. Funkywardrobe'un şapkalarını sevdim. Gift-ist'te güzel dekoratif ürünler vardı. Hazır bu aralar şansım yerindeyken Bugga'nın ayakkabı çekilişine katıldım.:) Bütün stantları teftiş ettikten sonra da mis gibi havada Beşiktaş'a kadar yürüyerek döndüm. Tabi ki Arnavutköy'de bir top şeftalili Girandola dondurması molası vererek. 


Size de harika Boğaz havası getirdim işte. Ne de olsa hepimizin ortak yönü: şu manzarayı görür görmez bu şehrin her türlü kaosunu, karmaşasını, düzensizliğini, insanı çıldırtan yönlerini anında unutup da büyülenmek değil mi? Eh, o zaman hem topluca büyülenelim hem de şükredelim bu güzelliğe...


Bu Kafalara Ulaşmak İçin Ne Gerekir?





Ruffles, reklam filmlerindeki “böyle kafalar” konseptini internete de taşımış, Türkiye’nin ilk Goldberg projesini yapmış! Adına ise Ruffles MAX Machine denmiş... Böyle bir makine gerçekten de olsa olsa “böyle kafalar”dan çıkardı!

Ruffles Max’ın lansmanı için hazırlanan videoyu yeterince dikkatli izlerseniz, üzerlerinde soru işareti bulunan kutuları görebilirsiniz. Kutuların içinde ne olduğunu da bilirseniz o zaman ödüllerden ödül beğenirsiniz. Çünkü Ruffles, videoya kutular gizleyerek Facebook üzerinden oynanabilen bir oyun yaratmış ve videoyu interaktif bir hale getirmiş. Yukarıdaki link sizi oyuna götürecektir. Düzenekte kullanılan malzemelerden bazıları da kısaca şöyle:

- 2 adet 74 model Mini Cooper (Bayandan)
- 3 barbekü (hepsi yandı)
- 2.3 km ip ve 1.5 kilo barut
- 327 adet okey taşı
- 7 çamaşır makinesi
- 3750 parça LEGO
- 800 adet tahta
- 630 balon ve daha niceleri...

Ayrıca Ruffles videoyu daha eğlenceli yapmak için onu sonunda ödül de bulunan bir oyuna dönüştürmüş. Ödüller bomba:

- Adidas 1000 TL hediye çeki
- iPad 3 (Yeni)
- iPhone 4S
- PS Vita
- AR Drone
- Oyun koltuğu

Size tavsiyem dikkatli izleyin!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

Gozo ve Aylak Adam

Üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti ama ben yeni yazabiliyorum Gozo'yu. Dilara'yla birlikte keşfettiğimiz Şişhane'nin İspanyollarından biri kendisi. Şişhane'de minik minik atıştırmalıklarla birlikte içkinizi içebileceğiniz pek çok yer bulunuyor. Biz de alternatifleri üçe indirmiştik buluşmadan önce: Baylo, Que Tal ve Gozo. Ben Que Tal'i daha önce gördüğüm için diğer ikisine öncelik verdik (ve Dilara da onu ayrıca keşfedecekleri listesine not etti.). Baylo o gün o saatlerde (29 Mayıs saat 14:00 civarı) kapalıydı. Dolayısıyla bize de Gozo kaldı.

Gozo, İspanyolca'da keyif anlamına geliyormuş. Bize uygun bir seçim olduğu adından da anlaşılıyor değil mi? :) Bizim özellikle seçerek gittiğimiz saatlerde bomboş olduğundan en kenardaki masaya kurulduk rahat rahat. Aşağıda gördüğünüz mezeleri söyledik ve yanına da bir şişe Buzbağ'ın tadım gecelerinden ikimizin de aklında kalan bir lezzet olan Buzbağ Boğazkere açtık. Ve yine uzun uzun, daldan dala pek çok konuya atlayarak sohbet ettik Dilara'yla, hem de bu kez fotoğraf çektirmeyi de unutmadan. Çok güzel bir gündü ve çok fazla konuşulacak konu birikmişti. İçimden bir his çok daha  fazlasının birikeceğini söylüyor. Dilara'yı harika deneyimlerle dolu bir yaz bekliyor ve sohbetini özleyecek olsam da onun adına inanılmaz seviniyor ve heyecanlanıyorum. Neyse ki çok da uzak kalmayacak ve neler yaptığını Twitter'da #usin99days hashtag'i ile takip edebileceğiz.


Bizim için keyifli bir gündü diye mekana da yüksek not veremeyeceğim. Servis elemanı ve şarabımız dışında fazladan övgüyü hak eden bir şey olduğunu söyleyemem. Gozo'nun tapasları bence sıradandı. Bizim seçimlerimiz arasında bayıldığım bir lezzet olmadı. Ama çok fazla alternatif olduğu için belki bir şans daha verilebilir. Ayrıca belirtmekte yarar var: sunduğu lezzet ve kaliteye göre biraz pahalı bir yer. Yine de gidecekseniz "asla" da "mutlaka" da demediğimi bilin. :) Detaylı bilgi ve rezervasyon için buraya lütfen.  



Sırada bir de kitap var. Aynı şekilde "asla" da "mutlaka" demeyeceğim bir kitap Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı. Adsız bir anti-kahramanı barındıran bu romanın içime biraz fenalıklar getirdiğini belirtmem gerek. Ana karakter olan "aylak adam"ın uyumsuzluğu, yalnızlığı, amaçsızlığı, anlam arayışı beni bunalttı diyebilirim. Hatta bu adam olabilecek en ideal yaşam durumu olduğunu düşündüğüm "yaşamak için çalışmak zorunda olmamak" gibi bir ayrıcalığa sahip olduğu için kafamdaki ideal kavramını yeniden sorgulamama neden oldu. Yoksa o ayrıcalık dediğim şey, amaçsızlığın başlangıç noktası mı diye düşünmedim değil! Yani yalın dili, samimi anlatımı falan tamam ama gerçekten sıktı beni bu tip. Ya da belki de Yusuf Atılgan'la zevklerimiz pek uyuşmuyor, çünkü yıllar önce izlediğim Anayurt Oteli filmini de sevmediğimi hatırlıyorum (ve Ömer Kavur'la ilgili bir problemim yok!). Yine de Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri olduğu için sevip sevmediğinize benim yorumumla değil kendiniz karar verin derim. 



Unutmayın bugün Bebek Şenliği başlıyor ve Pazar akşamına kadar da devam ediyor. Ben de büyük ihtimalle yarın öğleden sonra orada olacağım. Gelenlerle görüşürüz. :)

Hepinize harika bir hafta sonu diliyorum.


Her Güzel Şey Çabuk Biter...

Bir süredir sesim çıkmıyor farkındaysanız, nedeni aile saadeti yaşıyor olmam...3 günlük Adana kaçamağından sonra annem ve babam iade-i ziyaret ederek bize geldiler. Babamı çok göremedik aslında, sadece Çarşamba ve Cumartesi gecesi ve öğleden sonrası diyebiliriz. Onun programı bizden ayrıydı çoğu zaman. Bir kongre için geldiğinden genellikle gündüz ve akşam kongre programına sadık kaldı. Biz ne yaptık derseniz vurduk kendimizi alışverişe.. Bu sefer kendi çapımızda mini bir İstanbul Shopping Fest. düzenledik bile diyebilirim. Annemle birlikte Nişantaşı, Cevahir AVM ve Profilo'dan bir sürü ganimeti eve taşıdık. Aralarda mola için kahve yerine soğuk bir şeyler içmek için molalar verdik. Nişantaşı'ndaki yemek molamız da yine Zamane Kahvesi oldu. Seviyoruz biz buranın yemeklerini, tatlılarını, soğuk ve sıcak içeceklerini, güler yüzlü çalışanlarını. Cumartesi günü erkekleri de yanımızda sürükledik ve bu kez rotayı İstinye Park'a çevirdik. Orada da bir süre kendimizi kaybettikten sonra molayı sahilde Girandola'da verelim dedik bu kez. Ve Hindistan cevizli, cookie'li, vişne ve yeşil elmalı dondurmalarımıza gömüldük. Buradan bir kez daha Girandola'ya seslenmek istiyorum: lütfen Gayrettepe'ye şube falan açmaya kalkmayın olur mu? Çünkü ne kadar yediğimi anlamadan çatlayana kadar yiyebilme potansiyelim olduğunu hissediyorum o güzelim dondurmaları. O yüzden biz Arnavutköy'e ya da Nişantaşı'na geldikçe yeriz, siz buralara gelmeye zahmet etmeyin.:)

İstinye Park dönüşü hepimiz cicilerimizi yerine yerleştirip, duşlarımızı alıp, yeniden giyinip, atıyoruz kendimizi dışarı. Bu kez istikamet Nusr-et! Adana'daki etoburluğumuz aynen devam ediyor anlayacağınız. Annem ve babam çok methini duymuşlar ta oralardan Nusr-et'in. Ayşe Arman röportajı, TV programları, dergiler falan derken her yerde karşılarına çıkan Nusr-et'i de denemeden gitmeyelim dediler. Önden Nusr-et'in meşhur spagetti'si, lokum'u ve köftesinden söyledik, sonra da bir Dallas steak, bir de bonfile bölüşmeye karar verdik. Başta "beni saymayın, bu aralar dikkat ediyorum" demiştim ama her gelenden otlana otlana ben bile ete doydum diyebilirim. Nusr-et'in her şeyi yine çok harikaydı, ama her zamanki gibi bende yine "en kısa zamanda en çok şeyi sipariş edip, hızlıca yiyip, giderseniz seviniriz" hissiyatını uyandırmayı başardılar! :) Yine de güvenilir ve leziz etin iki adresinden biri olduğu için gitmeye devam edeceğiz elbette.


Pazar günü bizimkiler için Antonius ile Kleopatra oyununa bilet almıştım. Oyun Atölyesi'nin bu oyununu hem de en önden izleyeceklerdi. Biz de onları bırakmak için karşıya geçelim ve hep Anadolu Yakası'nın imrenerek bahsettiğimiz ("ne güzel yürüyüş yolları var deniz kenarında, bizimki öyle değil işte, balıkçılar, arabalar,vs, yürünmüyor bir türlü.." şeklinde :)) tek yeri olan Caddebostan sahil yoluna yürüyüşe gidelim dedik. Ama Pazar günkü sıcağı hatırlıyorsunuz değil mi sevgili okur? İşte o sıcak, akşamın beşinde bile inanılmaz bunaltıcıydı ve benim gibi bir sıcakseveri bile mahvetti. Yarım saat yürüyüp, yarım saat gölge altında bir bankta dinlenip, yarım saat tekrar yürüyüp, yarım saat Caffe Nero'nun frappe latte'sini ve buzlu mangolu smoothie'sini içerek biraz daha mola verip, sonra biraz daha yürümeye çalışıp, kalp krizi geçirmekten korkarak klimalı arabamıza attık kendimizi.:) Zaten bizimkileri alma zamanı da gelmişti. Sıcaktan şikayet edeceğimi sanıyorsanız feci yanılıyorsunuz bu arada. Böyl bir şeyi benden asla duyamazsınız. Sıcakta yanlış olan bir şey yoktu, sadece biz yanlış bir program yapmıştık o gün. Yine de güneşe, maviye, yelkenlilere, martılara doymuş olmak bile yeter bence..:)


Pazar akşamı babamı yolcu edip, Pazartesi ve Salı annemle tam gaz alışveriş turlarına devam ettik. İki yorucu günün sonunda Salı akşamı annemi Akaretler W Hotel'in içindeki Day Spa'ya bıraktım. Ekim ayından kalma doğum günü hediyesi kendisini bekliyordu: masaj! :) O sırada ben Beşiktaş'ta biraz dolaştım. Daha sonra da akşam yedi gibi İso'cum, yasemin yağıyla yapılan masaj sonrasında parlamış olan annoşum ve ben arabamıza atlayıp, evimize döndük. 

Annem tam da bu saatlerde evine dönmek üzere havalanmak üzere. Yani en yoğun şekilde "her güzel şey çabuk biter" diye düşündüğüm anlardayım. Evde bir de anne eli değmiş kuru patlıcan dolması kokusu olunca durumum daha da vahim tahmin edersiniz ki. Ee, o zaman kendimizi dışarı atmalı bu gece. Madem Hilton Honors Türkiye'nin Al Bushra'daki VIP partisine de davetliyiz, gidelim de şu burun sızlaması hissinden kurtulalım bakalım. Detayları fırsat bulduğum ilk anda yazacağım sizlere... Ama minik bir tüyo: ailenizin blogger'ı harika bir ödül almaya gidiyor!! :)



Kes-Yapıştır Kolaj Sergisi

Galeri İlayda, 8 Haziran - 31 Agustos tarihleri arasında “Kes-Yapıştır” adlı kolaj sanatını merkeze alan bir “ilk” sergiye kapılarını açıyor. 

 Bir grup sergisinin ötesinde, kolaj sanatına bir saygı duruşu yapan “Kes-Yapıştır” başlıklı sergi farklı kuşak ve disiplinlerden; Baysan Yüksel, Damla Özdemir, Gamze Taşdan, Hüseyin Rüstemoğlu, Muharrem Çetin, Neslihan Koyuncu, Özge Enginoz, Rafet Arslan ve Sezgi Kuttaş’ı bir araya getiriyor. 

“Kes-Yapıştır”, yüzyılı aşkın zamandır modern sanatın en önemli estetik ifade araçlarından “kolaj”’ı merkezine alarak; ülkemiz sanatında çok irdelenmemiş bir sanata dair açığı kapatmaya da adım atıyor. 

Baysan Yüksel; illüstrasyon ile kolaj sanatını yan yana getiren sanatçı, kişisel hikayelerini yaratıcı medyumları iç içe getirerek anlatıyor ve güncel bir kolaj dilini yokluyor. 


Damla Özdemir; kolajla yarattığı portreleri üst üste bindirdiği ahşap yüzeyler üzerinde ustaca yan yana getiriyor ve oluşturduğu her katmanı oya gibi işliyor. 


Gamze Taşdan; klasik kolaj geleneğine selam gönderen işlerinde, günümüze dair moda, reklam ve mimari imgelerden renkli bir dünya yaratıyor.



Hüseyin Rüstemoğlu; bireyin modern toplumda yaşadığı izolasyon halini, beden üzerinden şiirsel bir dil ile kolaj/resimlerine aktarıyor.



Muharrem Çetin; çok parçalı yüzeyler oluşturarak renkli üslubu ile kolaj üzerinden afiş sanatına da göz kırpıyor.



Neslihan Koyuncu; çizim ve resmi kullanarak, günümüzün popüler medyumu kumaştan kestiği/diktiği parçaları yan yana getirip farklı portre denemeleri sunuyor. 


Özge Enginoz; kağıt üzerine asetat yapıştırarak beden’den mitolojiye geniş yelpazede görsel malzemeyi başarı ile yan yana getiriyor ve yer yer soyut sanata yaklaşan deneylere soyunuyor. 


Rafet Arslan; farklı disiplinleri /medyumları iç içe sokarak, “mutant sanat” adını verdiği yapıtları üreten sanatçı; ülkemizde kolaj sanatının inatçı üreticisi olarak ta biliniyor. 


Sezgi Kuttaş; çok farklı, zengin malzemeleri yan yana getirerek yaratıcı hayvan portrelerinden oluşan serisini izleyici ile paylaşıyor.



Güncel sanatın olanca renkli, yaratıcı, genç ve yenilikçi yapıtlarını yan yana getiren “Kes-Yapıştır” sergimize yaz boyunca tüm sanatseverleri bekleriz.


Ayrıntılı Bilgi için;

İlgili: Şenay Şen
Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel :0.212.227 92 92
Web: www.galleryilayda.com
e-mail: ilayda@galleryilayda.com

Galeri Pazar günleri hariç, her gün 10:00 ile 19 :00 arasında açıktır. Altında ve karşısında otopark mevcuttur.