Kanyon'da Caz: Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars

Duyduk ki Kanyon Caz Havası konserlerinin 26 Mayıs Pazar günkü konuğu Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars'mış. Hayatta kaçmaz diyip attık kendimizi Kanyon'a. Sonra da bıraktık kendimizi Ayhan Sicimoğlu'nun keyifli sohbetine ve kıpır kıpır Latin müziklerine. Gerçi Küba esintileriyle başlayıp Sulukule civarından çıktık ama olsun kıpır kıpırlık konusunda bir sıkıntımız yoktu. :)


Her katta toplanıp izleyen müthiş bir kalabalık şarkılara eşlik edip, dans ediyordu. Kanyon'un bu işi iyi başardığını, coşkulu bir festival havası yaratabildiğini düşündük.


Aşağıdaki şarkı da çıkar çıkmaz aldığımız En Estambul albümünün en sevdiğim şarkılarından. 

Ne diller umrumda ne de dilsiz yıllar, 
Şimdi sen varsın ya mutlu bütün şarkılar!
♫♪♫♫♫♪♪♪♪♫♪


Bize iki saat boyunca yaşattığın keyif için çok teşekkürler hayat dolu, güzel gülüşlü, aydınlık adam! Kendisiyle ilgili neler düşündüğümü Borusan Müzik Evi'ndeki konserinden sonra detaylı bir şekilde burada yazdığım için bu yazıyı ayrıca uzatmayacağım. Ama gerçekten her anlamda hastasıyım desem yeridir. 


İso'cum da olsun isterdim ama maalesef İstanbul dışında olduğu için kaçırdı bu keyifli konseri. Ama bizim ekip de hiç fena sayılmazdı. Zaten babasıyla dans ederek Ayhan Sicimoğlu ile tanışan Durukuş başlı başına yeter, ne dersiniz? :)


Eve gelip hızımı alamadan iki tur En Estambul dinleyip, kendi kendime dans edip, sonra Küba'dan aldığımız CD'lere takılıp, buz gibi bira eşliğinde Küba fotoğraflarına dalıp, yaz için -hatta önümüzdeki kış için- planlar yapıp, hayaller kurup, kendi kendime gülüp eğlenip, biraz daha dans ederek Cumartesi tadında bir Pazar akşamı yaşadım dün. Ritimlerin Efendisi sayesinde keyfimizi kaçıran bir sürü şey arasında mutluluk enerjisiyle yüklendik hepimiz, az şey mi?

Bu haftanın da aynı tatta devam etmesini diliyorum.
Hepimize iyi haftalar!

Sıradan Bir Profil ve Marjinal Bir Soru

35 yaşındayım.
Önce TAC sonra ODTÜ'den mezun oldum.
Üniversitede ailemden ayrı yaşadım.
Mezun olduğum sene İso'cumla tanıştım.
Sevgili olduk.
Birlikte İstanbul'a geldik, kendi seçtiğimiz işlerde çalışmak üzere.
Beş yıl sevgili kaldık, sonra evlendik.
Evlenmeden önce bir yıl birlikte yaşadık.
Evleneceğimiz zamana, yere, evimize alacağımız eşyalara kendimiz karar verdik.
Sadece üremek için değil zevkli bir ihtiyaç olduğu için sevişiyoruz.
Çocuk yapmanın bir zorunluluk değil, bir seçim olduğunu düşünüyoruz.

İçkinin bir kültür olduğuna inanıyoruz.
Adabı olduğunu, öğrenilen ve geliştirilen bir şey olduğunu biliyoruz.
Çok keyifli tatillerimiz, içki sofralarımız oldu yıllardır.
Kimi zaman baş başa, kimi zaman aileyle, dostlarla...
O sofralardaki sohbetin tadını hiçbir şeye değişmem.
Ara sıra kendimize sapıtma izni de verdik.
Sarhoş olduk, dağıldık, ertesi gün kendimize kızıp Alka'ya sığındık.
Ama kendimizden başka kimseye zararımız olmadı.

Birbirimizi hiç kısıtlamadık.
Hem birlikte hem ayrı hayatlarımızı sürdürdük, sürdürüyoruz.
Hem ortak hem ayrı zevklerimiz var ve saygı duyuyoruz.
O yüzden evliliği sıkıcı kurallara hapsolma olarak görmüyoruz.
Birlikte dünyamız çok keyifli ama ayrı dünyalarımız da var ve onlardan da keyif alıyoruz.
Hayatın sadece sorumluluklardan ve kurallardan ibaret bir çile doldurma süresi değil, aynı zamanda her anından keyif alınması gereken kısacık bir zaman dilimi olduğunu düşünüyoruz.

Şu ana kadar ailemde şiddet görmedim.
Şiddetin de sadece dayakla ve fiziksel şiddetle sınırlı olmadığını düşünüyorum.
Görmezden gelmek, aşağılamak, hakaret etmek, üzerinde baskı kurmak da şiddettir bana göre.
Bunların hiçbirini görmedim, göstermedim.
Gördüğüm ortamda durmazdım/durmam diye düşünüyorum.
Şiddetle terbiyenin, düzenin sağlanacağına inanmıyorum.

Dindar değilim.
Zaten dinlere -ve şekilsel ritüellerine- de inanmıyorum.
İlahi olanın içinde insan eli değmiş hiçbir şeye inanmıyorum.
İnanç insanın zihnindedir ve 7 milyar insan varsa 7 milyar inanç şekli vardı diye düşünüyorum.
Ve o 7 milyar inanca da saygı duyulması gerektiğine inanıyorum.

Doğaya, insanlara ve hayvanlara saygı göstermeye inanıyorum.
Sokağa tükürene, arabasından dışarı pet şişe atana, piknik yapıp arkasında çöplük bırakana, metroda inenlere yol vermeyene, trafikteki uyanıklara, kaba kuvvetle dediğini yaptırma meraklılarına insan gözüyle bakamıyorum!

Her türlü yaşam tercihine saygım var.
Her türlü cinsel kimliğe saygım var.
Bir arada yaşamanın ancak saygıyla, hoşgörüyle, sağduyulu olmakla becerilebileceğine inanıyorum.
Sanatın hayata tat kattığını düşünüyorum.
Tiyatrodan, kitaplardan, filmlerden, müzikten asla vazgeçmeyeceğimi biliyorum.

Kabullenmeyi değil, sorgulamayı seviyorum.
Değişik deneyimler yaşamayı, farklı renkleri tanımayı  seviyorum.
"Ay, asla!" değil "Hımm, neymiş bakayım?" demeyi seviyorum.
Çağdaş eğitimin önemine inanıyorum.
Sürünün bir parçası değil, düşünen bireyler olmayı destekliyorum.
Bireyselliğe inanıyorum.
Ama kendini kurtaran kaptan olmak istemiyorum; geminin kurtulmasını istiyorum.

Şimdiye kadar yolundan hiç sapmadığım ve sapmayacağım Atatürk'ün fikirlerinin aşığıyım.
Onun gelmiş geçmiş en büyük, en saygı duyulası ve sevilesi lider, devlet adamı, asker ve insan olduğunu düşünüyorum.
Her geçen gün daha çok saygı duyuyorum onun ileri ve açık görüşlülüğüne.
Ve her geçen gün daha çok seviyor ve tebrik ediyorum kendimi bir an bile O'ndan şüphe duymadığım için.

Şimdi soruya gelelim:

Özetle, belli başlı konularda böyle düşünen biri olarak ben, bu güzel ülkenin mevcut halinde mutlu olabilir miyim sizce?











İstanbul Modern'de 3 Sergi Birden

Aslında Cumartesi akşamı için Karaköy sokaklarında dolaşma ve kahve, İstanbul Modern ve Salt Galata'nın üstündeki Ca'd'Oro'da yemek planı yapmıştım ama İso'nun ligin son maçı ve bitmek bilmeyen kutlamalarımız (kutlayan biz olduğumuz sürece sorun yok, şikayet ettiğimi sanmayın.:) Ama ligin bitmesi de iyi oldu hani, artık Cumartesi-Pazar akşamları daha özgürce plan yapabileceğiz) için TT Arena'da olacağını öğrenmemle birlikte planı Pazar'a aldım. Bir gün önceki Cumartesi gece 22.00'ye kadar açık olan İstanbul Modern, Pazar günleri normal temposuna dönmüştü. Yani akşam 18:00'e kadar açıktı. Biz de öğleden sonra yaklaşık 2,5 saatimizi birbirinden güzel sergilerini gezerek, bambaşka dünyalar arasında kaybolarak geçirdik. 


Önce İstanbul Modern'in Geçmiş ve Gelecek başlıklı yeni koleksiyon sergisinden söz edeyim. Kronolojik bir akışla Türkiye’de üretilen modern ve çağdaş sanatın ilk günden bugüne geçirdiği dönüşümü gözler önüne seren ve giriş katına yayılan bu sergide 136 sanatçının 180 çalışması sizleri bekliyor. İçeride benim artık göre göre ezberlediğim tablolar ve enstalasyonların yanı sıra ilk kez gördüğüm ya da başka sergilerde gördüğümü hatırladığım pek çok çalışma vardı. Bedri Baykam'ın hamamı, Sabire Susuz'un toplu iğnelerle panoya iliştirdiği köpekbalığı şeklindeki Alışveriş adlı çalışması, Nezaket Ekici'nin Motion in Emotion adlı videosu,    daha önce bu sergiden hatırladığım Mehmet Güleryüz, Abidin Dino, Ömer Uluç tabloları, Pera Müzesi sayesinde tanıştığım  İhsan Cemal Karaburçak moru, benim daha önce defalarca gördüğüm ama İso'nun ilk kez izlediği Şükran Moral'in Bordello'su, Semiha Berksoy'un ve Cihat Burak'ın Nazım'lı tabloları,  İbrahim Çallı, Şeref Akdik, Hikmet Onat gibi çok daha eskiler ve daha neler neler... Kendinizi  bu katta kaybetmeye hazır olun. 

Alt kattaki geçici sergilerden ilki pek de ilgimizi çekmediği için çok az zaman geçirdiğimiz Renault Sanat Koleksiyonu’ndan bir seçki olan Fantastik Makineler sergisi oldu. Ben bu bölümde en çok fotoğrafları sevdim. Renault'nun yıllar önceki bazı modellerinin çeşitli ülkelerde çekilmiş fotoğraflarını. Bu geçici sergi 16 Haziran'a kadar devam edecek, aklınızda olsun. 


Gelelim Yakın Menzil adındaki ikinci geçici sergiye. 27 Ekim'e kadar görebileceğiniz bu harika fotoğraf sergisini sakın kaçırmayın. 18 sanatçının çalışmalarının yer aldığı sergi, basılı fotoğrafla sınırlı kalmaksızın, video ve enstalasyon gibi farklı sunumlar da barındırıyor. Buradaki favorilerimin başında uzun süre önünden ayrılamadığımız Sarp Kerem Yavuz'un çalışması geliyor. Kendi babasıyla yaşadığı "eksik" ilişkiden yola çıkarak başka erkeklere babalarıyla ilişkilerini sorup aldığı yanıtları ve o an sorduğu kişilerin yüzlerindeki ifadeyi gösteren polaroid fotoğrafları birleştirdiği Babamın Yerine Koyduklarım çalışması gerçekten çok güzeldi. Fatma Belkıs'ın Gidenler çalışmasındaki metin bizim gibi 80'ler ve 90'larda çocuk olanları ilgilendiren, hatta altına imzamızı atabileceğimiz türden. Ve metni şöyle bitiriyor: "Bütün dünyanın onca sorununun içinde bir Orta Doğu ülkesinde yaşayan birkaç bin iyi eğitimli, sağlıklı gencin mutsuzluğundan bahsettiğimiz için üzgünüm." Dilan Bozyel'in Karışık Aklım ve Dunning-Kruger Sendromu çalışmasında sergilediği ikilem fotoğrafları ilginçti. Gözde Türkkan'ın aile bağlarına gönderme yaptığı, bir karton kutunun içindeki Tuhaf ve Güzel fotoğrafları, Özlem Şimşek'in İstanbul'da yaşayan beş kadının hikayesine fotoğraflar aracılığıyla ulaşmaya çalıştığı çalışması, Emir Özşahin'in sıkıldığı durağan yaşamına dair Karnımdaki Ölü Kelebekler'i ve daha pek çok çalışmaya bayıldık. 

Yukarıdaki kolajdaki fotoğrafları İstanbul Modern'in sergi tanıtım sayfalarından aldım. İçeride ne yazık ki fotoğraf çekimi yasak olduğu için elimdeki malzeme budur. Ve gördüklerimi anlatabilecek temsili bir fotoğraf sayılmaz

Sonra yemek molası vermek üzere ara sokaklardan Lokanta Maya'ya gittik ama baktık ki burası pek ekabir, Pazar günü kapalı olmayı tercih etmiş. O zaman aklımıza yine bir süredir denemek istediğimiz P.F. Chang's geldi. Ca'd'Oro'yu falan da anında satıp, hemen arabamıza dönüp, düştük yollara. O harika deneyimi başka bir yazıda anlatırım ayrıca. Ama arabaya da ara sokaklardan dönerken Unter'de Guinness olduğu gözümüze çarptı ki bizce bu da önemli bir keşifti. :) Hatta dışarıda boş masa olsa yemek öncesi bir bira molası verecektik ama Pazar günü için biraz yüksek bir beklentiydi bu ve karşılanamadı elbette. Yine de bir dahaki sefer için aklımızda olacak, orası kesin. 

Karnınızı güzel yemeklerle, karaciğerinizi güzel içkilerle beslerken ruhunuzu da sanatla beslemeyi unutmayın! Bu harika sergileri mutlaka gezin, olur mu? :)






Bilgi Mayfest'te Teoman ve Ajda Konserleri

Cuma akşamı Çağla&Tolga ikilisiyle birlikte Bilgi Mayfest'13 kapsamında gerçekleşen Teoman ve Ajda Pekkan konserlerini izlemek için Bilgi Üniversitesi'nin Santralistanbul kampusundaydık. Kısa kısa notlar halinde size hemen o Cuma'yı anlatayım.

* Zaten şu an Teksas'ta bir üniversitede geçen bir kitap çevirisi yapıyorum. Baş karakter Bliss, hocasıyla aşk yaşıyor. Bekar evinde arkadaş partileri, kampus dedikoduları, tiyatro dersleri falan derken feci güzel bir hayatın içine düşmüş durumdayım. Bir de gerçek hayatta üniversitelilerin bahar şenliklerini, çimlere yayılıp "ayran" içen gülen yüzleri, konserde erkek arkadaşının omzuna çıkan askılı elbiseli, sandaletli çıtırları, bungee jumping yaptıktan sonra eğlenmeye devam eden gençleri falan gördükçe öyle bir üniversite yıllarına özlem duydum ki anlatamam. Aaah ah! Yani şu an dönüyorsun o yıllara deseler hiç düşünmeden döner, bu kez en güzelinden bir sanat dalını seçer, kampustaki her aktiviteye, okuldaki her kulübe katılır, yazları Interrail'le Avrupa'yı dolaşır, üniversite sonrası için de İtalya'da falan bir program ayarlayıp tatlı hayatımın tadına tat katardım. Şimdiki akılla dönülmüyor değil mi oralara? Neyse, bu  ilk maddenin özeti: "üniversiteli gençler, bu harika yıllarınızın değerini bilin"dir. 

* Alkol yasağının işe yaramadığı, yaramayacağı, uygulanabilirliği olmadığı yerlerdeki çeşit çeşit şişeden, arabaların üzerlerindeki boş şişeler ve plastik bardaklardan anlaşılıyordu. İnsanları böyle şeylere zorlamaya, keyif kaçırmaya hiç gerek yok. Kontrol sağlamak ayrı, yasak ayrı! O yüzden her geçen gün uzaklaşıyor olsak da akla, mantığa, sağduyuya davet ediyorum herkesi. 

* Teoman! Benim için o etkinliğe gitme nedeniydi. Hiçbir albümünden sıkılmadığım, her yorumuna, her şarkı sözüne bayıldığım, tarzını hep çok sevdiğim isimlerden biridir benim için. Müziği bıraktığı haberini duyduğumda boğazıma bir yumruk oturduğunu hissetmiştim. Geri dönüşünü nasıl sevinçle karşıladığımı tahmin edersiniz. Yaklaşık bir saat sahnede kaldı ve performansıyla yine harikalar yarattı Teoman! Bir yerlerde sahne alsın yine, minik salonlarda akustik performanslar versin, yeni albümler yapsın, ruhumuzu doyurmaya devam etsin, aç bırakmasın bizi n'olur... Bittiğinde tadı damağımda kalan konserlerden biriydi. Ve kendimi şanslı hissettiğim günlerden...



* Gelelim Ajda'ya... Son dönemlerin bilinen ifadesiyle şöyle diyeyim: "Başıma bir şey gelmeyecekse Ajda'ya pek bayılmam!" Daha detaylı meali şudur ki; eski şarkılarını plaktan ya da CD'den dinlemeyi severim, ama aman canlı performansını göreyim, aman o yaşında sahnede mayo giymiş, bacakları da sütunmuş, yüzünde hiç kırışık yokmuş diye yakından göreyim gibi bir isteğim hiç olmamıştı. Tamam, kendi seçimidir ve büyük bir emektir kendine bu kadar iyi bakması, estetikleri, vs. Ve böyle mutluysa ne mutlu ona, ama bana fiziken ve ruhen yapmacıklık abidesi gibi gelir. Ve hep o övgüler alan dış görünümünün ardında çok hüzünlü bir yan -hiç özgürce yaşanmamış bir hayat- olduğunu düşünürüm içimden. Yeni şarkılarının zaten birçoğu felaket bence. Serdar Ortaç'tan hallice pop parçalar. 

Üstelik izlediğimiz canlı performans da hikaye çıktı.Neredeyse tamamı playback bir konserdi Cuma günkü. Gerçi organizasyon işleriyle uğraşan bir arkadaşımdan duyduğuma göre Ajda Pekkan da playback konser vermekten hiç hoşlanmıyormuş. Canlı performansa uygun tam kapsamlı bir orkestra ile sahne almanın maliyetinin bir üniversite festivali için fazla yüksek gelmiş olabileceğini, o yüzden playback yapmış olabileceğini söyledi. Canlı da mutlaka dinlemem gerektiğini de ekledi. Belki bu önerisini dikkate alırım ama bu yaz değil, üzerinden biraz zaman geçsin bakalım.:)

Konserin en güzel kısmı eski şarkılarını okuduğu son kısmıydı bu arada. 


* Son olarak benim cin gibi akıllı telefonum öyle bir badire atlattı ki sormayın, sevgili okur! Ben sizler için video çekimi yapayım, fotoğraf çekeyim diye kendisini havada kayıt halinde tutarken önümdeki hatunun coşkulu bir eller havaya hareketiyle farkında olmadan attığı darbe sonrasında telefonumu önce iki metre havada gördüm. Sonra görüntü tamamen kayboldu. Enerji patlaması yaşayarak zıp zıp zıplayan gençlerin bilimum yerlerine çarparak yere düştü. Ama o karanlık ve kalabalıkta kim bilir nereye? En cengaver halimle yere çöküp el yordamıyla şişelerin, ambalajların, ayakların ve bacakların arasından kendisini yerde yatarken buldum. Değdiğim bacakların sahiplerinin çığlıkları da duyulmaya değerdi bu arada. Karanlıkta farklı bir konser sapığı sandılar beni galiba. Neyse,  cansız bedeniyle karşılaşacağını sandığım telefonuma kavuştuğumda hâlâ kayıt yapmaya çalıştığını gördüm cingözün. Aferin sana, dedim ona öyle çıtkırıldım bir tip olmadığı için. Ve aferin bana dedim kendi sakarlık potansiyelimi bilip tasarımı, görüntü güzelliğini falan boş vererek en koruyucu özelliği olan kılıflardan aldığım için. Bu da böyle bir nazarlık oldu anısı işte.:)

* Konserler bittikten sonra Tolga&Çağla ile birlikte Bosphorus Brewing Company'ye gelip son tur siparişlerin verildiği saate yetişerek birer bira hüplettik. Üstüne de bir çorba mı içsek ya da ızgara kokoreç mi yesek falan derken kendimizi Şayan İşkembe'de bulduk. Tüm akşamı ayakta geçirip, gece de 2'de yatıp sabah 10'da cin gibi kalktığımda pek mutlu oldum doğrusu: "Tamam üniversite yılları bize pek uzak olabilir, ama hiç de yaşlı falan değiliz yahu!" :)

İyi haftalar hepinize...



Yüksek / Overspill

Geçen hafta Cumartesi akşamı, yani 11 Mayıs'ta Seda&Engin ile birlikte DOT'un sezon finalini yapmaya gittik. Yani Yüksek/Overspill'i izlemeye. Sanırım ben bu sezonun DOT oyunları arasında bu oyunu ilk sıraya yerleştireceğim.

Ne dekor, ne kostüm, ne başka bir şey. Karanlık küçük bir salondayız ve karşımızda sadece "üç panpa" var. Onlar için her zamanki gibi McDonald's'a gidip üç Big Mac menü ısmarladıkları, İstiklal'de dolandıkları, o spor mağazasından alışveriş yaptıkları, hoşlandığı kızla takılmak isteyen panpalardan birini bu büyük ihanetten vazgeçirip birlikte PES oynamaya ikna ettikleri sıradan bir İstanbul günü var karşılarında. Ya da onlar öyle sanıyorlar. 

Çünkü o gün İstanbul biraz hareketli bir gün geçirmeye karar vermiş. Artık tanıyamadığımız, bizim diyemediğimiz İstanbul'da bir şeyler oluyor. Bir bomba patlıyor bir yerlerde, siyah tişörtlü, pis bakışlı bir adam var olay yerinde. Panpalar bu işi onun yaptığına eminler. Zaten öyle bir tipi var çünkü! Üç panpanın üç ayrı gözden anlattıkları hikayede her şey farklı olsa bile aynı olan şeyler var: korku, paranoya ve şiddetin hayatımızın içine ne kadar rahat, kolay ve çeşitli formlarda yayılabildiği. Buna bağlı olarak ortaya çıkan hoşgörüsüzlük, linç kültürü, ötekileştirme, göz bile kırpmadan günah keçileri yaratma. Sonra da yaşadığımız bu ortam içinde giderek yabancılaşan bir İstanbul, hatta dünya (hatta bizler).


Üç panpayı canlandıran oyuncular: Mehmetcan Mincinozlu, Onur Öztay ve Aykut Akdere. Üçü de birbirinden başarılı bir performans sergilediler. Hem de yeri gelince polis, yeri gelince bardaki pis bakışlı adam, yeri gelince eve eli kolu Şok poşetleriyle dolu gelen ve TV'yi şeytan icadı göre yaşlı anne oldular. Ali Taylor'ın yazdığı oyunu yöneten, uyarlayan ve çeviren Tuğrul Tülek. Metnin başarısı, doğallığı ve bize ulaşan gerçekliğiyle ilgili en büyük övgüyü de sanırım Tuğrul Tülek hak ediyor. Daha önceki DOT yazılarımda bahsetmişimdir mutlaka; onun hem oyunculuğuna hem de yönetmenliğine hayranız biz. (Ve ciddi bir DOT oyunu arşivi var zihinlerimizde ve blogda. Az değil, Sansürcü'den beri neredeyse tüm DOT oyunlarını izledik hani.)  

Yüksek/Overspill için galiba sezonun son 3 oyununu görme şansınız hâlâ var. 23-24-25 Mayıs'ta G-Mall'da sizleri bekliyor olacaklar. Biletleri telefonda alabiliyorsunuz. Detaylar burada. Kaçırmamanızı öneriyorum. Bayılacaksınız. 

Not: Twitter kullanıcıları için DOT'un hesabı @dottiyatro ve Tuğrul Tülek'in hesabı ise @tugrultulek.   Tuğrul Tülek'in Vine videolarını takip etmenizi de şiddetle öneririm. O kadar ki artık her akşam yatmadan bir doz Etkıli Hitabet Dersi izlemek bir alışkanlık oldu bizde.:))

Hulki Bey ve Arkadaşları

Kitap okuyabildiğim zamanlar çok azaldı, kabul ediyor ve kendimi kınıyorum. Bunun bir nedeni yaptığım çevirinin çok zamanımı alması, diğer bir nedeni de maalesef Internet'te geçirilen boş ya da dolu zamanın fazlalığı. Düzenli ve kesintisiz kitap okuduğum tek yer spor salonu. Evet, doğru duydunuz. Stüdyo dersine girmediğim günlerde yarım saat bisiklet çevirmeye çalışıyorum ve bu sürede başka hiçbir uyaran olmadığı için çok güzel kitap okuyabiliyorum. Evde kesintisiz kitap okumak için de bütün telefon ve bilgisayarların kapalı olduğu uyumadan önceki son yarım saat en ideali. Neyse, süreyi artırmayı ve eski günlerime bir an önce dönmeyi umuyorum.

En son bitirdiğim Yiğit Okur'un Hulki Bey ve Oğulları kitabını sizlere gözü kapalı tavsiye edeceğim. Galatasaray Lisesi'nde okuyan ve lise yılları boyunca birbirlerinden hiç ayrılmayan Hulki, Salih, Kamil ve Cem'in hem birlikte hem de ayrı ayrı öyküleri uzun süre aklınızdan çıkmayacak. 1945'ler bu "yenilmez armada"nın okul maceralarıyla geçiyor. Okuldan sonra hepsi kendi yoluna giden arkadaşlar arasından en çok Hulki Bey'in yaşadıklarına odaklanıyoruz. Yani 1955'lere geldik. 1955 yılının 6-7 Eylül olayları diye bilinen tarihimizdeki o kara lekenin Rum asıllı azınlıklardan olan Katya ile Hulki Bey'in aşkını nasıl etkilediğini ve sonrasında Katya'nın yaşadığı cehennemi okuyoruz midemizde yumruklarla. 1956'dan 1975'e kadar ise Katya'nın tutunma mücadelesi başta olmak üzere kalan sağların hikayelerine dahil oluyoruz. Ve ne yazık ki  kitabın sonunda tokat yemiş gibi kalakalıyorsunuz! 



Gelelim kitaptan alıntılara...

"...Evler sahipleriyle özdeşleşir, sahipleri gibi olur, onlarla yaşar, değişen sahipleriyle çoğalırdı. Eşya da elden ele geçtikçe, değiştirdiği el kadar çoğalırdı. Eşyanın bilinci yoktur, ama eşyanın bilinci bizde yaşar. Eşyaya bakmasını bilenler, onun tek ve yalnız olmadığını algılar. Eşyalar da bize benziyordu. Ne kadar yalnız olursak olalım, geçmişimizle geleceğimizle ne kadar çoğul, hatta ne kadar sıkıntılı bir kalabalığızdır. Eşya da öyledir..." 
"...Sevişmek. Eğer yıllar boyu aynı insanla süregitmişse, gecenin içinde son tramvayın yorgun, boş, kör raylardan depoya gitmesi gibiydi sevişmek. Ama bu yoksunluğun, kendiyle çelişen bir zenginliği vardı. Sevişmek, kendi gerçeğinin dışına çıkmak; üstüne üstlük, kendiyle olmak, ama kendiyle değişik olmaktı..."
"Özgürlük denilen, demek ki bu! Yani, yalnızlık."
"Arkadaşlık burun buruna olmakla yeşermez. Bir gönül titreşimidir arkadaşlık." diyor Katya 10 yıl içinde birkaç kez görmesine rağmen en güvendiği arkadaşlarından biri olarak gördüğü Salih'e. Haksız mı?

Kendisi de Galatasaray Lisesi 1954 mezunlarından olan Yiğit Okur'un kaleminden çıkan bu harika roman hem o yıllarda okuldaki dostluk ilişkilerine hem aşka hem de dönem Türkiye'sine ışık tutar nitelikte. Ve sizi alıp götüren çok keyifli bir anlatıma sahip. Mutlaka okuyun diyorum. 

  

We Will Rock You!

Bakın burada 2. Londra Çıkartması planlarımı yaparken 9. maddede ne demişim: Londra'da bir müzikal daha izlemek istiyorum, tercihen de We Will Rock You müzikalini. Bunun için Londra'ya gitmeme gerek kalmadı, çünkü onlar BKM organizasyon ile İstanbul'a geldiler ve bize harika saatler yaşattılar. Kısacası 9 Mayıs Perşembe akşamı benden mutlusu yoktu. Aylar önce aldığımız biletlerimizle karmakarışık, ciddi bir asansör sorunu olan ve berbat yönlendirme işaretleri yüzünden onlarca görevli olmadan hayatta yolunuzu bulamayacağınız Ülker Sports  Arena'daki turumuzu tamamlayıp, saha içinde güzel bir noktadaki yerimize kurulduk. Neden bu müzikal için bir spor salonu seçildiğini merak etmedim değil. Gösteri merkezi sahnelerinde çok daha güzel görünebilirdi her şey sanki. 


Ve ışıklar söndü ve perde açıldı ve günümüzden yüzlerce yıl sonrasındaki bir e-gezegende bulduk kendimizi. Her şey robotlaşmış, insanlar ve aktiviteler programlamadan ibaret. Elbette müzik de öyle. Gerçek bir müzik enstrümanıyla yapılan müzik yok gezegende! Ama henüz robota dönüşmemiş, kendilerine dayatılanı yaşamakla değil özgürce yapacakları seçimleri yaşamakla ilgilenen birkaç "bohem" yüzyıllar öncesinden kalma bir adet gerçek enstrümanın olduğu efsanesinin peşinden gidiyorlar. Böylece ne olduğunu tam olarak bilemeseler de isyanın, farklılığın ve özgürlüğün müziği olarak tanıdıkları yüzyıllar öncesinin rock efsanesine de ulaşmaya çalışıyorlar. Hikayeyi ve kurgulanış şeklini çok beğendiğimi söylemeliyim. Olay yüzyıllar sonrasında geçiyor gibi görünse de diyaloglarda günümüz sanal dünyası ve pop kültürüyle ilgili çok güzel dokundurmalar var.

Bir de sözleri ve ruhuyla Queen şarkılarını ekleyin bu hikayeye. Tahmin edebildiniz mi ortaya çıkan güzelliği? Bu arada İngilizce bilmeyenler için müzikalin üst yazılı olduğunu ve sahnenin iki yanında şarkıların ve diyalogların çevirisinin gösterildiği dev ekranlar bulunduğunu da söylemeliyim. Bu da Queen'i ve felsefesini daha geniş bir kitleye tanıtmak için güzel düşünülmüş bir şeydi. Ayrıca bu bir Queen müzikali gibi görünse de bence "Queen'den yola çıkarak rock kültürüne övgü" müzikaliydi. Elvis'ten Rolling Stones'a birçok harika isim ve şarkı anıldı. Gangnam'dan kritik durumlar içindeyken bile Twitter'da kahvaltı resmi paylaşmaya kadar pop kültürüne dair birçok şey eleştirildi. :)


Biraz da müzikalle ilgili her yerde bulabileceğiniz bilgilerden bahsedeyim. 11 yıldır kapalı gişe oynayan, 4000'in üzerinde performans sergileyerek 13 milyondan fazla insana ulaşmış bir müzikal bu. Fikir babasının Robert de Niro olduğunu da biliyorsunuzdur. Robert De Niro 1996 yılında Venedik Film Festivali’nde Queen gitaristlerinden Brian May ve Roger Taylor ile bir araya geldiğinde bu müzikal fikrini ortaya atmış. Sonrasında bu projenin şekillenmesi ise beş yılı bulmuş. Sonucunda da Ben Elton'ın yazıp yönettiği bu harika müzikal ortaya çıkmış. Daha fazla bilgi için orijinal sayfası burada.  

Bizim de ayağımıza kadar gelmiş ama ne fayda! Perşembe akşamı çok fazla boş yer de vardı. Hafta arası olduğundan mı, yoksa bizde  maç biletleri dışında hiçbir şeye hücum edilmediği için mi, yoksa saçma sapan fiyatlama politikaları mı (yine fırsat sitelerinde biletleri gördükçe aylar öncesinden bilet alanlar olarak muhtemelen sağlam kazıklanmış olduğumuzu düşündüm ama bakmadım bu kez!) bilmiyorum ama İstanbul seyircisi 10 günlüğüne buraya gelmiş böyle bir müzikali dolduramıyorsa yazıklar olsun bize diyorum. Üstelik sanat aşığı falan da olmak gerekmiyor orada geçirilen 2,5 saatten zevk almak için. Klasik, "Ay müzikal mi? Çok sıkıcı!" denecek türden bir iş olmadığı da açıkça belli. Neyse, umarım gün geçtikçe gerçek  güzelliklerden daha da koparak hayatımızı bir sanal cehenneme döndürmeyiz. Ama izleyemeyenler için üzüldüğümü de söylemeden geçemeyeceğim.


İyi ki bu dünyadan bir Queen ve bir Freddie Mercury geçmiş. İyi ki böylesine fark yaratmışlar. Ve iyi ki de hep var olacaklar.

Hepinize iyi haftalar!


Birleşebilen Zıtlıklar



Filiz Öztürk Doğan , 1985-1989 Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Cam Ana Sanat Dalı Bülümü’nü bitirmiş ve aynı okulda Yüksek Lisans yapmıştır. 1989 Mimar Sinan Üniversitesi Pano Yarışması I’lik Ödülü, 1991 II.Prof. İsmail Hakkı Oygar Seramik Sergisi III.’lük Ödülü, 2011 VIII. Florence Biennale Florance, İtalya Heykel Dalında V.lik Ödülü ve 2013 Londra Art Biennale Heykel Dalında I.lik Ödülüne sahiptir. Yurtiçi ve yurtdışında birçok festival ve sergilere katılmıştır.


Her yüzeyin kendine özgü farklı dokusal etkileri ve değerleri vardır diyen Filiz Öztürk Doğan, ağacın yuvarlak ve sıcak formunu bozmadan bronzun sert ve soğukluğu ile seramiğin yuvarlak ve organik yüzeylerini birleştirerek heykellerini oluşturmuştur.

Kullandığı malzemenin çeşitliliğinin doğanın eskittiği, çalıştığı amorf ağaçlarını kafasında canlandırıp ekspresif lekeler yakalıyarak figürler yaratmakta kullandığını anlatmaktadır.



Sanatçı, heykellerinde vurgulamak istediğinin, zamanın meydana getirdiği değişimin aslında yenilenme olduğunu ve yenininde zamana bağlı olarak eskidiğidir. Değişen herşey kendisine deneyim katarak eskimektedir. Zamanın dokuya kattığı şey eskiye ait bir yenidir.

Bronz heykellerin yanı sıra bronz ve ahşabın bir arada kullanıldığı figüratif heykellerin yer aldığı 14 Mayıs – 2 Haziran  tarihleri arasında  Filiz Öztürk Doğan’ın “Birleşebilen Zıtlıklar” isimli heykel sergisini Galeri Selvinde görebilirsiniz.

GALERİ SELVİN   
Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy
Tel: 212.263 74 81 
* Pazar günleri hariç her gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.

Hıdrellez 2013

Evet, biz yine Parkorman'daydık bu Hıdrellez'de.  Asıl günü olan Pazar değil, Cumartesi gittik. (Biraz üşüyerek de olsa) bahara merhaba dedik. Neler mi yaptık? Mesela ateşlerden atladık:


Jonglörler, ip cambazları, çalgıcılar arasında dolandık. El emeği göz nuru standlarına baktık. Daha renkli görüntüler için buraya buyurun. Aynalara sorduk en güzel kim diye ve duymak istediğimiz cevabı alıp mutlu olduk:


Şekerciler, macuncular, KafePi barı, sosisliler, köfte ekmekler, dürümcüler, pamuk helvacılar arasında kendimizi kaybettik. Dido ve Ongun'un Durukuş'u ilk kez evde bırakıp dışarı çıkışlarını kutladık. Aynı zamanda Dido'nun uzun bir aradan sonra sahalara dönüşünü..:)


Can Bonomo ve Suzan Kardeş konserleriyle coştuk. Suzan Kardeş'in renkli çaputlar bağlanmış Hıdrellez ağaçlarına benzeyen kıyafetini çok sevdik.:) Balkan ezgilerinin zaten hastasıyız. Ha bu arada Vine'a da girdim, hepimize hayırlı uğurlu olsun. Bakınız nasılmış havamız.:)


Kısacası keyifli, güzel, festival tadında bir gün geçirdik yine Parkorman'daki kutlamalarda. Hıdrellez 2013 hatırası:


Pazar günü de dileklerimizi dileyip yattık. Bu kez kağıtlara yazıp, çizip, denize falan atmadık ama. Geçen sene yapmıştık ve hiçbir dileğimizi hatırlamıyoruz. Hayatımızda değişen bir şey olmadığına göre de ya yeterince etkili şeyler dilemedik ya hayatımız zaten mükemmel ya da Hızır ve İlyas bizi pek sallamadılar. O yüzden bu sene zihnimizdeki listelerle istiyoruz isteyeceklerimizi. Benim listemin en başında yine "sağlıkla ve keyifle dünyada gezilmedik yer bırakmamak" var. Gerçi bu aralar biraz çaptan düştüm, yaz geldi ve bende hiçbir plan yok hâlâ ama belki de harika doğaçlama planlar bekliyordur bizi bu sene. Olamaz mı, olabilir.

Ve tekrar hoş geldin bahar ve yaz. Hemen gitme, uzun uzun kal bizimle olur mu?



Elimin Değdiği, Gözümün Değdiği

Son dönemin en gözde eğilimlerinden yemek; açılan yemek kursları, yeni çıkan birçok yemek kitabı derken sosyal medyada da en çok paylaşılan konulardan biri haline geldi. Hayattaki en büyük tutkusu yemek olan genç bir avukat kendi elleri ile pişirdiği ve dünyanın dört bir yanında yaptığı gezilerde bizzat yediği, çoğunluğu Instagram fotoğraflarından oluşan kareleri yemek ve fotoğraf severler ile paylaşıyor. 



Oldukça esprili ve özgün bir bakış açısı ile yorumlanan fotoğrafların sahibi Can Gafuroğlu, Galerici’nin şımarık oğlu değil, ancak bir iltimas geçilmesi durumu da söz konusu olabilir. TED Ankara Koleji’nde okur gibi yapıp top peşinde koşar, milli takımdayken “top peşinde koşanın aklı olmaz” denir, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girer. Kendisine sporcu bursu verilir, o da alır. Fakülteyi çok sever, o kadar ki bazı dersleri birkaç sefer daha alır; güzelce okur. New York, Fordham Law School’da yüksek lisansının bir bölümünü burslu olarak tamamlar. 



Hayatının tüm bu evrelerinde giderek artan tutkusu, annesi ve anneannesinin yemeklerine olan ilgisinden her akşam mutfağında yarattığı lezzetlere, yemek uğruna çıktığı keşiflere dönüşür ve bir noktada bu tutkuyu fotoğraflamaya başlar. Kendi dünyasının şefi Can Gafuroğlu şöyle diyor:

Biz 80’ler çocuklarının hepsi bilgisayar mühendisi oldu; iş yerinde AMIGA oynayacaklarını düşünerek. Sonra hepimiz avukat olduk, hem de “uluslararası” çapta ya da “deniz hukuku” sularında; şüphesiz. Şimdi sıra geldi aşçılığa. Hepimiz gurme, biraz kitap karıştıranı eleştirmen, az beceriklisi de gönüllerin ya da evinin şefi oldu. Hepimiz inciluz, hepimiz ceymi olivırız. Ben de. Hem de Voltran’ım. Babam He-Man. Elimin – gözümün değdiği bunlardır; ziyadesiyle yediğim içtiğim benim olsun sana gördüğümü anlatayım.” 

Ve bizi 27 Nisan – 12 Mayıs tarihleri arasında Galeri Selvinde sergilenecek “Elimin Değdiği, Gözümün Değdiği” isimli yemek fotoğrafları sergisine davet ediyor.

Galeri Selvin 
Adres: Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş/İstanbul
Tel: 212.263 74 81