Kütüphane Oluşturuyoruz, Hazır Mısınız?

Çocukluk arkadaşlarımdan birinin harika bir girişim çağrısına kulak vererek, ben de elimden geleni yapmak istiyorum. Kendisi şu an İskenderun'da 2. OSB Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nde öğretmen. Ve öğretmen arkadaşlarıyla birlikte okulda bir kütüphane oluşturmak üzere kolları sıvamışlar. 15 yaş üstü gençler için her çeşit kitaba ihtiyaçları olduğunu öğrendim. Bu gençlerin yeni öğretim sezonunda harika bir kütüphaneye sahip olmaları için katkıda bulunmaya ne dersiniz? Kendiniz kitap gönderebilir, gönderebilecek isimlerle, yayınevleriyle temasa geçebilir ya da sadece bu linki paylaşarak mümkün olduğunca çok kişinin bu çabayı duymasına yardımcı olabilirsiniz.  Hangi yolu seçerseniz seçin, aydınlanmanın yolunun kitaplardan geçtiğine inanan bu insanları çoook mutlu edeceksiniz.   

Okul Müdürü: Şükrü Çekiç 
Öğretmen: Yüksel Usanmaz (selamımı iletin, olur mu? ;) )


Fotoğraf buradan. Gönül buradakilere benzer bir kütüphanemiz olsun ister, ama biz de kendi çapımızda fark yaratabiliriz bence. Hadi bakalım, tatil öncesi kolileri  hazırlamaya.;) 

Aydınlık günlere!

Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam

Joshua Ferris, Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam demiş ve 2014 yılı Dylan Thomas Ödülü'nü kapmış, Man Booker 2014'e de aday olmuş bu romanıyla. Ben de hemen Siren Yayınları'ndan çıkan Türkçeleştirilmiş versiyonunu aldım ve bir şevkle okumaya başladım. Konu çok ilgi çekiciydi çünkü, ama gidiş yolundan puan kırdım.;) Nasıl mı? 

Baş karakter olan dişçi Paul O'Rourke maddi anlamda tatminli ama manevi açıdan oldukça yalnız, tatminsiz, sıkıcı, keyifsiz bir yaşam sürdüren bir ateisttir. Manhattan'da yaşar ve iyi çalışan bir diş kliniği işletir. Alışveriş, sanal dünya, bitmek tükenmek bilmeyen lüksler, vs gibi şeylere sarılarak varoluşuna bir süreliğine anlam katmaya çalışan sayısız insandan biridir. Ancak aidiyet duygusu sıfıra yakındır. Sırf bu nedenle şimdiye kadar beraber olduğu az sayıdaki kadın için din değiştirmeye bile kalkar. En azından bir cemaatin bir parçası olacaktır böylelikle. Ama  bir ateist olarak bu iş o kadar kolay değildir. Bir gün e-mail adresine gelen bir mesaj onu kuşku duyulması gereken bir Tanrı'ya inanılan bir dine mensup olduğunu söyleyince Paul bambaşka bir içsel yolculuk içinde bulur kendini. 

Konu güzel olsa da, anlatımda ağırlık dine verildiği için iyi başladım ama biraz baygınlık geçirerek bitirdim doğrusu. Modern insanın anlam arayışlarına daha fazla yanıt üreten ve daha odaklanmış bir kitap olsaydı kendisini daha keyifle okuyabilirdim. Yine de sevdiğim ve altını çizdiğim pek çok yer olmadı değil:

* "Tanrı'ya inanmak isterdim. Bir inanabilsem, bu benim için diğer her şeyden daha iyi olurdu. Tanrı'ya inanabilsem ferahlayabilir, rahatlayabilir, güven duyabilirdim. Korkusuzluk mümkün olurdu! Sonsuzluk benim olurdu! Dünyanın hazları niceydi ve kendimi bütünüyle Tanrı'ya teslim ederek bu hazları artırabilirdim, ama düşünce biçimim -mantıklı, inatçı, kuşkucu düşüncelerim- ne yazık ki her seferinde Tanrı'nın işini çabucak bitirdi.

* Kızı gece ağlamadan uyusun diye uyku öncesi lolilop veren "modern" bir anneden bahsediyor: "Çocuğun musluk suyu içmesine izin vermiyorlardı, üzerinde organik etiketi olmayan hiçbir şey yedirmiyorlardı ve ona şekersiz lolipop da vermiyorlardı, çünkü şekersiz her şey yapay tatlandırıcılarla doluydu ve bu pis tatlandırıcılar kansere yol açıyordu. Ama ağlamadan uysun diye kızın her gece on saat yattığı yerde dişlerini çürütmesine müsaade ediyorlardı. İnsanlar hayatlarını mahvettikleri için anne babalarına kızar ama çocuk sahibi oldukları anda şefkatle mağduriyetine yandıkları çocuklar olmaktan çıkıp sınırsız acılara yol açan cahil faillere dönüştüklerini fark etmezler. (Bayıldım!)

* Bir kere uyandınız mı, hayallere ve batıl inançlara dönemezsiniz. İçinizde bir buruklukla koşullara, kesin gerçeğe uyum sağlamaya başlarsınız ve bu burukluk zamanla horgörüye dönüşür."

İyi haftalar!

Güzel İnsanlar, Güzel Kitaplar

Son okuduklarım arasında Levent Üzümcü'nün Boyun Eğme'si ve linç öyküleri derlemesi olan Vur Ulan Vur da yer alıyor. Gezi sırasında ve sonrasında tanıklık ettiğimiz cesur ve onurlu duruşuna bayıldığım, gerçek bir sanatçı Levent Üzümcü. Gerçek sanatçı ve muhalif olunca da bu ülkede insanın başına neler gelebileceğini biliyoruz değil mi? Şehir Tiyatroları'ndan ihraç ve eğitimsiz bir güruha hedef gösterilme...çok yazık! Bu süreçte yaşadıkları da dahil genel olarak ülkedeki faşizan gidişata karşı yapılabileceklerle ilgili yazdıklarından dolayı ellerine, aklına, fikrine sağlık. Kendisini hem Twitter hesabından hem de tiyatroya merakım olduğu için hakkında yapılan haberlerden takip ettiğim için zaten bu kitapta yazılanların büyük kısmı tanıdıktı. Yine de destek olmak adına kitabını aldım. 

"..her roman, şiir yazan, film çeken, oyun oynayan, resim yapan, dans edip şarkı söyleyen kişiye sanatçı denmez. Hayata bir açıdan bakmak ve özgür düşünmek ister sanat. O yüzdendir ki, itaat edenden, yerleşik düzeni kabul edenden, sorgulamayan ve paraya ruhunu satandan olsa olsa sığ zanaatkarlar olur..."

Keşke daha fazla Levent Üzümcümüz olsa ve onları linç etmeyi değil de pamuklara sarıp sarmalayarak sahip çıkmayı bilsek. 

(Kitaptan kendime aldığım bir notu daha sizlerle paylaşayım: Ken Loach'un 45 Ruhu belgeseli ve Bertolucci'nin 1900 filmi izlenecek.)


Diğer kitapsa benzer bir temaya sahip demiştim: linç öyküleri. O yaratılmak istenen itaatkar, tek tip sustalı maymuna dönüşmeyi reddeden herkese yapıştırılan 'vatan haini' damgalarının çeşitliliğini göreceksiniz Vur Ulan Vur'da. İşiniz zor anlayacağınız. Ama bu memlekette görmeyi, duymayı, bilmeyi tercih edenlerin işi hep zor değil mi zaten? Pınar Öğünç, Mine Söğüt, Oya Baydar, Mehmet Eroğlu, Hakan Günday ve daha pek çok ismin yazdığı dokunaklı ötekileştirme öyküleriyle dolu bu kitabı çok sevdim. Şiddet gören bir kadının da, öldürülen Kürt kökenli bir öğretmenin de, adanın aklını yitirmiş yaşlı Rum kadınının da, Taptos Amca'nın piyanosunu öldüren köy halkını anlayamayan çocuğun da, döner bıçağına insan kanı bulaşmış dönercinin de hikayesine girebilirsiniz bu kitapta. İletişim Yayınları'ndan çıkmış ve Tanıl Bora-Levent Cantek tarafından derlenmiş. Güzel işler yapan güzel insanlar iyi ki var dedirten cinsten. 

İkisini de almanızı ve okumanızı öneririm. Aldığınız anda içinizde oluşan o dayanışma hissiyatının bile size iyi geleceğine eminim. 

İyi okumalar!

Renkli Hayat - "Hayata Kendi Rengini Kat"

Bu sergiyi görür görmez gitmem gerek diye düşündüm. Ve gelir gelmez de yazayım dedim. Mini minnacık, amatör bir tutkuyla ve harika bir nedenle açılmış bir sergi olması onu çok değerli kılıyor bana göre. Karbon Gallery'de 18 Haziran akşam 18:00'e kadar devam edecek olan Renkli Hayat'ı siz de mutlaka görmelisiniz o yüzden. 

Hayvansever baba-kız projesi bu sergi. Fazıl Say'ın konser için gittiği şehirlerde çektiği fotoğraflar ve küçüklüğünden beri binicilik sporuyla uğraşan ve milli sporcu olan kızı Kumru Say'ın at çizimlerinin sergilendiği bu mini sergiyi ücretsiz gezebilirsiniz. Karbon Gallery'nin yeri de çok kolay. İTÜ Ayazağa metro istasyonunda inip Windowist Tower ve Plazalar çıkışından çıkar çıkmaz önünüzde kendisi. 

Kumru Say'ın atları

Fazıl Say'ın Salzburg fotoğrafları favorim oldu. Onun dışında pek çok farklı şehirde çekilmiş fotoğrafları da bulunuyor. Kimsenin öyle bir vaadi olmamasına rağmen ben her karede bir hayvan da olacak diye düşünmüştüm nedense. ;) Ama aslında serginin adının hemen üstünde yer alan Atlar ve Sokaklar ibaresi bile baba kızın bu anlamda da bir iş bölümü yaptığını anlatıyormuş. Evet, şehir sokakları besteci ve piyanist olarak gururumuz Fazıl Say'dan soruluyor bu sergide.

 Fazıl Say fotoğrafları

Bu nefis sergiden elde edilen tüm gelir de sokak hayvanlarına destek olmak için harcanacak. Bu da hayvan hakları ve çevre hakları konusunda aynı görüş birliğinde olan derneklerin bir araya gelmesiyle 2008’de kurulan HAYTAP'a (Hayvan Hakları Federasyonu) bağış yoluyla gerçekleştirilecekmiş. Duruşuyla, duyarlılığıyla, tarafını çekinmeden belli etmesiyle, işine duyduğu saygıyla gerçek sanatçı örneğidir benim için Fazıl Say. Kendisi gibi duyarlı, sanat ve sporla iç içe bir kız çocuğu yetiştirdiği için harika bir baba olduğunu da bir kez daha görmüş olduk bu sergide. Hayata kendi rengini katmayı bilen bu harika insanlar iyi ki varlar. 


Sizler de hayvanlar için neler yapabilirim diye düşünüyorsanız HAYTAP'ın web sayfasından çok daha detaylı bilgi edinebilir, online bağış ve gönüllülük faaliyetlerini öğrenebilirsiniz. Unutmayın, dünya herkesin çorbada bulunsun diye attığı birer fiske tuzun toplamının yarattığı o şahane etki sayesinde dönüyor. 

Abluka, Bulantı, 8 Saniye

Geçtiğimiz hafta İsocum'un da burada olmasından dolayı eski film izleme tempomuza döndük ve Türk filmleri haftası yaptık kendi çapımızda. Son dönem filmlerinden eksiklerimizi tamamlayalım dedik ve nefis filmler izledik. En güzeli bana göre Abluka'ydı. 2015 yapımı Emin Alper filmi kesinlikle izlenmeye değer bir gerçeklik ve etkileyicilikte. Genellikle sosyal medyada duyduğumuz ve yolunu bile bilmediğimiz, sürekli "polisle çatışmaya giren hücre evlerinin" olduğu, sık sık "ablukaya alınan" o "teröristlerle dolu" semtlerden birinde geçiyor ve tırnak içlerini bize açarak tarafları tanımamızı sağlıyor. 

20 yıl hapis yattıktan sonra mahallede muhbirlik yapması karşılığında şartlı tahliye edilen Kadir (Mehmet Özgür),yıllardır görmediği belediyede köpek itlafı işinde (!) çalışan kardeşi Alper'le (Berkay Ateş) de yakınlaşmaya çalışır ve aslında tanışır. Hem onun hem de onun sayesinde tanıştıklarıyla birlikte mahallelinin şifrelerini kendince çözmeye çalışırken belki de kendini fazlasıyla ele vermektedir. İstanbul'un o "uzak" semtlerinde yaşananlar ve biz gösterilenler harika anlatılmış filmde. Örneğin, belediye önüne gelen köpeği itlaf ederken televizyonlarda onlar barınaklarda modern şartlarda baktıklarını söylemeleri. Aynı şekilde önüne gelenin terörist ilan edildiği ve tutuklandığı, darp edildiği, öldürüldüğü bu mahallelerdeki güvensiz ve korku dolu yaşamların ekranlara devletin kahraman güvenlik güçlerinin yaptığı başarılı operasyonlar olarak yansıması... Oyunculuklar harika, senaryo ve anlatım çok başarılı. Seviyorum böyle ezber bozan, sorgulatan filmleri. Mutlaka izleyin. 

İkinci izlediğimiz film bir Zeki Demirkubuz filmi... An itibariyle okurlarımın yarısının tüydüğünü tahmin edebiliyorum. ;) Durun kaçmayın, Bulantı'nın izlenebilirlik seviyesi yüksek bence. Hani Zekiciim'in başrolü kapmış olmasının ve soluma seslerinin yarattığı bulantı dışında hiç de fena değil. ;) Şaka bir yana, eleştirilen şeylerden biriydi bunlar ama bana çok batmadı açıkçası. Oyunculuk yeteneğinin yönetmenlik yeteneğinden çok daha aşağılarda olduğu kesin ama oynadığı ilgisiz, duyarsız, yalnız, kibirli, donuk aydın karakterine de gitmiş bana göre. Genç kadın oyuncuların hepsi çok başarılıydı bu arada. Öykü Karayel'i zaten çok severim, ama diğer iki kadına da bayıldım: eski öğrenci rolündeki Cemre Ebuzziya ve temizliğe gelen apartman görevlisi kadını canlandıran Şebnem Hassanisaughi.  

Bana göre Üç Maymun ve Kış Uykusu kategorisindeki filmlerden biri oldu Bulantı, ama verdiği tat anlamında onlar kadar zirveye çıkamadı. Galiba zorlama bulduğum yerler oldu. En sevdiğim sahnelerinden biri olan doktorla (Ercan Kesal) konuşma sahnesi de buna dahil. Ama yine de doktor sahnesi, kardeşiyle konuştuğu sahne ve temizlikçi kadınla son sahne çok vurucuydu. Ayrıca bazı sahnelere gizlenmiş ve adamın zorlama iyi olma çabalarını açığa vuran o kadar güzel diyaloglar vardı ki. Yıllardır evine gelen temizlikçi kadının çocuğuna forma alması ama çocuğun adını hala bilmemesi, sevgilisi New York'a gideceğini ve kendisini ziyarete gelip gelmeyeceğini sorduğunda "tabi gelirim, New York'u ne kadar sevdiğimi bilirsin" demesi gibi. Karısını ve çocuğunu kaybettikten sonra adamın mimiği değişmedi, sen de kalkmış bunlara takılmışsın, diyor olabilirsiniz. E haklısınız. Adam zaten başında sergiledi kendini. Ama bu kadar yalnız ve yaşam korkağı olmak da çok acı yahu! İzlerken inanmakta zorlanıyorsunuz, içiniz sıkışıyor. Yine de izleyin dediklerimden. 

Gelelim Ömer Faruk Sorak'ın son filmi 8 Saniye'ye. Sayesinde kendi çevirdiğim Don Miguel Ruiz'in Korkunun Ötesi kitabını ve öğretisini de hatırlamama neden olan bu filmin anlatmaya çalıştığı şeyi sevdim, ama bence Esra İnal'ın yaşam hikayesi film süresine sıkıştırılırken çok da kafamızda oturtamadığımız yerler oluşmuş. Yani kısaca kişisel gelişim mesajları harika da bu kendine güveni tam, sevgi dolu bir ailede büyümüş, sosyal kız nasıl olup da akıl hastanelerine düşerek kişisel gelişmeye bu kadar ihtiyaç duyacak hale geldi, diye  düşünüyor insan. Daha sonra Esra İnal röportajlarını ve hikayesini okuduğumda daha iyi anlayabildim ben açıkçası. Ama izlemesi çok keyifli, değişik ve ilham veren bir konuyu ele alan bir Türk filmi olduğu için izlemenizi öneririm. 

Esra İnal kendi hikayesinin başrolünü üstlenmiş. Bildiğim kadarıyla daha önce oyunculuk deneyimi olmamasına rağmen son derece doğal oynamış rolünü - ya da kendini mi demeliyim? Hep farklı bir tip olan, değişik ve fazla gerçekçi rüyalar gören, üçüncü gözü fazlasıyla açık bir çocuğun, genç kızın ve genç kadının bununla baş edebilmek için çıktığı kendini anlama yolculuğu diyebiliriz film için. Yolculuk Don Miguel Ruiz ile tanıştığı Meksika'da sonlanıyor - ya da başlıyor diyebiliriz. Ve özet olarak Esra ancak kendini kendine emanet ettiğinde ve hayatına giren herkesi sevgiyle affettiğinde huzuru bulabileceğini bu fırtınalı yolculuk sırasında öğreniyor. İzleyin derim. 

İyi seyirler. 

Edmondo de Amicis'in Gözünden İstanbul

Son dönemlerde kitap okuma hızımda ciddi bir düşüş olduğunu utanarak kabul ediyorum. Ayda ortalama üç kitap falan okurken son iki ayda üç kitabı ancak bitirebildim. Ve ikisi de gayet incecik kitaplar! Kendimi kınıyor, yaz döneminde bunu telafi etme sözü veriyorum. 

Bu kitapların ilki çocukluğumuzdan tanıdığımız -Çocuk Kalbi'ni okumayan var mı aramızda? ;)- bir İtalyan yazarın yaşadığımız şehrin 1870'li yıllarını anlattığı bir roman: Edmondo de Amicis'in İstanbul'u. Yazarın dünyada aslında seyahat yazılarıyla tanındığını bilmiyordum açıkçası. Hem İtalyan, hem seyahat sever, hem de İstanbul'u yazmış, daha ne olsun. ;) Çevirisinden biraz korkarak da olsa kitabı aldım ve gerçekten de kendisine bayıldım. O yıllardaki kozmopolit Osmanlı İstanbul'unu tüm ayrıntılarıyla, gözünüzde canlandırabileceğiniz kadar detaylı ve renkli anlatmış Edmondo de Amicis. Sosyal hayat, İstanbul'da yaşayan yabancılar, kadınlar, padişah ve saray yaşamı, Kapalıçarşı esnafı, hamam ritüelleri, meşhur yangınlar, özellikle de Türkler ve Türk kadınları (altını çizemedim, sayfaları not ettim, o derece) o kadar güzel gözlemlenerek anlatılmış ki hayran kalıyorsunuz. Dışarıdan bakan bir gözün bu kadar doğru analiz edebilmesi ve bu kadar çarpıcı bir dille anlatabilmesi kitabı en keyifli yapan özelliği. O kadar çok yerin altını çizip not ettim ki. İşte onlardan birkaçı aşağıda:

-Yazarın gemide Boğaziçi'ni ilk gördüğü an söyledikleri:  "Bu, yeryüzündeki en güzel manzara, bunu inkar eden biri varsa, Tanrı'ya ve Doğa'ya minnetten yoksun demektir. Duyularımız daha büyük bir güzelliği kaldıramazdı." 

- İlk büyülenme anı geçtikten sonra oteline yerleştiğinde daha gerçekçi bakış açısıyla yazdıkları: "Işıklı ve güzel İstanbul yerini sonsuz sayıdaki tepe ve vadilerin üstüne saçılmış korkutucu bir şehre bıraktı. Burası karınca sürüsü gibi insan kalabalıkları , mezarlıklar, harabeler ve ıssız yerlerden oluşan bir labirentten farksız, yeryüzündeki bütün şehirlerin suretini temsil eden ve insan hayatının bütün yönlerini üstünde toplayan bir medeniyet ve barbarlık karışımı sanki. Şehrin sadece küçük bir kısmını oluşturan surlar, gerçekten büyük bir şehrin iskeletinden ibaret; geri kalanı devasa bir baraka yığını, hiçbir zaman sayılmamış, her ırk ve dinden insanın kaynadığı Asyalı bir kamp alanı gibi."  Ooo, welcome to İstanbul Edmondocum! Raki, şiş-kebap, Törkiş dilayt ya da harem, hamam, cariye falan gibi oryantalist fantezilerle olmuyor o  işler. Bak yazıyorum buraya, arkana bakmadan kaçarak gideceksin bu diyardan. ;) (Üstelik bu şimdikinden yaklaşık 150 yıl önceki hali hani.)

- "İstanbul'un başka pek çok yerinde olduğu gibi daha önce denizden ya da komşu bir tepeden gördüğünüz bu mahallenin içine girince de, tıpkı daha önce özel bir locadan izlediğiniz bir bale gösterisini, kulisten seyrettiğinizde kapıldığınız izlenime kapılırsınız. Bu kadar çirkin ve kaba saba şeyin bir araya gelmesinin nasıl olup da öyle parlak bir illüzyon yaratabildiğine hayret edersiniz.

Ve çok uzun olduğu için birkaç alıntıyı da sayfa fotoğrafı şeklinde paylaşayım. Daha önce de belirttiğim gibi Türkler ve Türk kadınları ile ilgili bölümler son derece doğru tespitlerle dolu, kusurlarımızı kabul etmekte zorlansak da, kamuflaj giysileriyle geziniyor olsak da birileri çıplak fotoğrafımızı çekmiş de bize gösteriyormuşçasına gerçekçi ve çarpıcı.



- "Sadece Karagöz bile Müslüman ağırbaşlılığı maskesi ardına gizlenen derin ahlaksızlığın kanıtı olabilir."

- "Sosyal sınıflar arasında genel ve karşılıklı saygı hakimdir. Ancak bu sadece yüzeyseldir. Çürüme iç yüzeydedir. Yozlaşma, iki cinsin birbirlerinden ayrılmasıyla saklanır; tembellik sükunetle; kibir ağırbaşlılıkla; düşünceliliğin işareti gibi görünen, sakin ve ağırbaşlı yüz ifadeleri aslında entellektüel anlamda ölümcül bir eylemsizlikten kaynaklanmaktadır. Ve bu insanların görüntüdeki ılımlılık hali, aslında hayatın gerçek anlamıyla noksan olmasından başka bir şey değildir. "

Kısacası bu kitap okunmaya değer. 1870'lerden bu yana toplum yapımız ve genel karakteristik özelliklerimizin neredeyse hiç değişmemiş olduğunu görmek açısından önemli. Bence Atatürk'ün de sosyal yaşam ve kadın açısından şu topluma katkılarının ne kadar muazzam olduğunu da bir kez daha gösterdiği için çok değerli. Okurken binlerce kez şükrettim iyi ki bu topraklardan böyle bir lider çıkmış, gerçek anlamda hayatlarımızı kurtarmış diye. (Maalesef eldeki malzeme bu olunca yetersiz kalmış, benimsenememiş o ayrı. Aydınlanma çalışma, sorgulama, açık görüşlülük, azim, öz saygı ve emek gerektirir çünkü. Evdeki soğan, patates ve yumurtadan çikolatalı sufle çıkarmayı ummuşuz gibi geliyor bana gitgide.) Ah, neyse... :(

Biraz Reklam Yapmam Gerek ;)

Geçtiğimiz haftalar boyunca en tatlısından bir koşturmaca içindeydim. Instagram'dan takip edenleriniz bilirler, Kaş'ta da ufacık tefecik ama dünyalar tatlıcığı bir adresimiz var artık. Hayaller listemizdeki bir maddeyi daha tamamlamanın mutluluğu içindeyim ve Kaş aşkımızı uzun yıllar doya doya, sağlıkla ve keyifle yaşamayı tüm kalbimle seçiyorum. Ben İsocum'dan biraz fazla kalmayı planlıyorum tabi ki, ne de olsa Akdeniz kızı benim! ;)

Bu süreçte çok organizasyon yapmak, çok fazla şey almak zorunda kaldık haliyle. Genelde online alışverişlerle küçük ev aletlerini ve ıvır zıvırları hallettim diyebilirim. Ve yine çok çok memnun kaldığım sitelerin başında hepsiburada.com, vatanbilgisayar.com ve koctas.com.tr geliyor. Merkür retrosu falan dinlemeden bu sitelerden gözü kapalı alışveriş yapabilirsiniz. ;) Bir sorun olursa da içiniz rahat olsun, alırken olduğu gibi problem çözerken de gayet yardımcı oluyorlar. 

Buradaki evden tek tük kalmış bardak-kadeh, tabak-çanak ya da nevresim takımları, pikeler gibi eşyalar, alındığından beri hiç kullanılmamış olan yedek TV (asılı sadece film izlemek için açılıyor, niye yediği alınmışsa!) ve sehpası, on beş yıllık buzdolabım, bulaşık makinesi gibi beyaz eşyalar, süs-püsler, burada ICA'dan aldığım balkon koltukları (kesin tavsiye! Ataşehir'de outlet mağazaları da var aklınızda olsun) ve Euroflora  (kesin tavsiye! Ayrıca saksı, mumluk, bahçe süsü, mutfak eşyası, ayna, çiçek-böcek gibi harika şeyler için de uğrayabilrisiniz) web sayfasından aldığım minik konsol gibi minik bir kamyonetlik eşyanın Kaş'a taşınması gerekti tabi ki. O yüzden geliyorum en önemli tavsiye bölümüne: Savaş Nakliyat


Şu ana kadar kaç kez taşındım hatırlamıyorum ama benim ve etrafımdaki taşınma deneyimlerine baktığımda böyle özenli, titiz, zamanında hizmet veren tertemiz ve efendi insanlarla karşılaşılan örneklerin yok denecek kadar az olduğunu biliyorum. Gerçekten gözü kapalı güvenebileceğiniz, keşif ya da yükleme için dediği zamanda gelen, her türlü kolileme ve paketleme işlemini özenle yapan, saksı bitkimiz dahil her şeyimizi eksiksiz ve zamanında getiren Savaş Bey'e ne kadar teşekkür etsek azdır. Kardeşimin referansıyla taşındık, çok memnun kaldık. Bundan sonra taşınmamız söz konusu olursa başka bir şirket araştırmam. Sizin de aklınızda olsun istedim o yüzden. 

Bu arada baktım ki Kaş'ın eksiği yok, fazlası var, ama burada bir sürü eksik oluştu. En önemlisi de okuma koltuğumun yanına minik bir yan sehpa-dolap ve üstüne abajur. Onu da Old Wood Design ve Yargıcı Homeworks'ten hallettim. Ben geçen sezonun abajurlarından birini aldım ama Yargıcı'da nefis, pastel yaz renklerinde abajurlar var, aklınızda olsun. Mudo'yu aldattım bu kez, ama pişman değilim. ;) Old Wood Design'a gelince.. Öncelikle Instagram hesaplarını mutlaka takip edin, çünkü orada web sayfalarında olmayan özel siparişleri de görüyorsunuz. Bizimki gibi ve linkte de o var zaten. ;) Aklınızdakini çizerek ya da anlatarak siparişi veriyorsunuz ve hooop... dedikleri tarihte evinize getiriyorlar gerçek ağaçtan yapılmış mobilyanızı. 


Sırada ekmek önerim olacak. Evet, doğru duydunuz: ekmek. ;) Hem de öyle böyle değil, nefis, leziz, doğal, sağlıklı, artisan ekmekler. Şimdiye kadar duymadıysanız mutlaka not edin ve hemen sipariş verin: 240 Derece.  Türkiye'nin her yerine kargoyla gönderim yapabiliyorlar, ama İstanbul içi isterseniz tek bir ekmek sipariş edin kargo ücreti ödemiyorsunuz. Ödemeyi kapıda nakit ya da kredi kartıyla yapabiliyorsunuz. Fiyatlar çok makul. Lezzet ve çeşit bolluğu on numara. Ben çavdar ve üzümlü-cevizli ekmeklerini denedim ve bayıldım. Diğerlerini de mutlaka deneyeceğim. Ekmekler 2-3 gün oda sıcaklığında, daha sonra bir hafta-on gün buzdolabında dayanıyor. Ayrıca dilimli alarak dipfrize atabilir, yiyeceğiniz kadarını çözdürerek de tüketebilirsiniz, aklınızda olsun. Detaylı bilgi ve çeşitler için web sayfalarına göz atın derim.


Hizmet vermeden para kazanmak isteyen ve müşteriyi yolunacak kaz olarak gören zihniyetin giderek arttığını görüyorum kendi adıma. İşini iyi yapan insan ve kurumun da çok azaldığını hissediyoruz hal böyle olunca. O yüzden bence böyle profesyonel, titiz hizmet veren ve insanın zamanını, enerjisini tüketmeden, mutlu eden isimleri duyurmak gerek diye düşünüyorum. İyi ki varlar. İşleri rast gitsin ve hep de var olsunlar. Çoğalarak, büyüyerek, gelişerek...

İyi hafta sonları!