Umarım...

Bugün itibariyle dolu dolu 36 yaşındayım. Sağlıklı, mutlu, yepyeni heyecanlarla, deneyimlerle, güzel sürprizlerle dolu harika bir yeni yaş diliyorum kendime. Ve çok zor biliyorum ama hiç büyümemeyi de diliyorum bir yandan. 


Ama korkmayın, bu büyümemek dediğim şey kırklı, ellili ya da daha sonraki yaşlarda yirmilerde gibi giyinmek, onların ağzıyla konuşmak, "gençlerle çok iyi anlaşıyorum" havaları yaratmak için hem onlara hem kendi çevrene eziyet çektirmek, bebekçe saçmalamak, oyuncak ayılarla uyumak, vs falan değil. Asla!

Sadece çocuklarda -ve sanıyorum ki hayvanlarda- olan birtakım özellikleri kaybetmemeye, kaybettiklerim varsa da yeniden edinmeye çalışmak istiyorum. Yani umarım:

* Tükenmeye yüz tutan saf ve umut dolu yanımı koruma altına alabilir ve çoğaltabilirim. 

* Gülmelerimin hepsi gözlerimin içini güldüren içtenlikte olur.  

* Hesapsız kitapsız, çıkarsız sevgi ilişkilerim olur. 

* İyiyi ve kötüyü ayırt edebilen sezgilerim daima yüksek seviyelerde seyreder.

* Enerjim maksimumda olur.

* Doğayla hep saygı, sevgi ve uyum dolu bir beraberliğim olur.

* Mutsuzlukla beslenilen, negatiflik akan ortamlarda hep tüylerim diken diken olur, hep huzursuz olurum.

* Daima küçük şeylerle mutlu olabilirim.

* Aklım hinliğe değil cinliğe çalışır.

* Keşif isteğim ve keşfettiğim her yeni şeye karşı duyduğum coşkum hiç azalmaz.

Bir de çocuklarda ve hayvanlarda olan bir özellik olmayacak ama son bir madde daha eklemek istiyorum:

* Umarım İso'cum hep şimdiki gibi her anlamda, her zaman yanımda olur, her açıdan birbirimizi beslemeye hep devam ederiz. Zaten onunla hayat çok güzel, yeni yaşım da onunla çok daha güzel olur eminim.

Ve bir madde daha:

* Bu yaşımı da birlikte geçirelim olur mu? ;)

Kısaca: İyi ki doğdum! ;)

Bir Sergi & Bir Film: Komşular & Geçmiş

Geçen hafta Perşembe günü nefis havayla İstanbul Modern'in ücretsiz Perşembe'sini birleştirerek Komşular sergisini gezmeye gittim. 


Basın Bülteni'nden alıntılar:

"İstanbul Modern’in kuruluşunun 10. yılı kapsamında hazırlanan Komşular - Türkiye ve Çevresinden Güncel Anlatılar sergisi, Türkiye ile tarihi, siyasal ve kültürel bağları olan Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu gibi komşu coğrafyalardan günümüz sanatının öncü sanatçılarını ve yapıtlarını bir araya getiriyor. Toplumsal hayata dair gösteri ve tören gibi köklü adetlerin görsel sanatlara nasıl sızdığına bakan Komşular, bölge kültür ve sanatında öne çıkan iki temaya odaklanıyor: hikaye anlatımı ve yolculuk. Hikaye anlatımı ve yolculuk, pek çok yapıtta iç içe geçerek hareketlilik, göçmenlik, göçebelik ve gezginlik, kültürel aktarım, dil ve çeviri gibi konulara dönüşüyor. 17 ülkeden 35 sanatçının çalışmalarını ağırlayan İstanbul Modern, bölge kültür ve sanatına dair gösterim, performans, panel, söyleşi ve atölye çalışmalarından oluşan kapsamlı bir etkinlik programı da sunuyor."

Uzun videoların birçoğunu izlemedim ve şimdiye kadar gezdiğim en harika İstanbul Modern sergisiydi de diyemem. Ama favorim ve sırf onu görmek için bile gittiğime değdi diyebileceğim harika bir çalışma var: Fahrettin Örenli'nin Conspiracy Wall > Anartist'i. 8 Mayıs'a kadar zaman ayırıp başta bu harika duvar çalışması olmak üzere Komşular sergisini, 27 Nisan'a kadar devam eden Rasathane isimli fotoğraf sergisini, diğer kalıcı ve süreli sergileri ve elbette müze dükkanını gezmelisiniz.  

Kabataş'a yürüyüş... 

Çıkışta da Mimar Sinan GSÜ Resim ve Heykel Müzesi'ne uğrayıp Mimozalı Kadın'ı da mı görsem, diye düşündüm bir an. Sonra "onu belki İso'cumla görürüz, hem zaten daha Beyoğlu'nda uğramam gereken bir durak var" diyerek güzel havada Kabataş'a kadar yürüdüm. Tam iskeleye yaklaşmıştım ki bir baktım karşıdan ben diyeyim 50, siz diyin 80 tane üstü çıplak, deri pantolonlu, bandanalı, kırbaçlı kelepçeli adam geliyor! Eyvah! Önce panik oldum tabi. Ama sonra başımın açık olduğu, hedef kitlelerine uymadığım aklıma geldi. "Bana bir şey yapmazlar," dedim. "Nasılsa başörtülü bir bacı arıyorlardır." Tam yanlarından geçerken selamlaştık ve "Haydi, rastgele," dedim çocuklara. Ee, bir selamı esirgememek lazım, ne de olsa aynı lobinin insanlarıyız, değil mi? ;) 
   
Gelelim film önerime...

Film önerim Geçmiş (Le Passé) olacak. Yine harika bir İran filmi olan Bir Ayrılık'ın yönetmeni Asghar Farhadi'nin imzası var bu filmde de. Çoktan ayrılmış olduğu Fransız eşi Marie'den resmen boşanmak için İran'dan Paris'e gelen Ahmad, pek çok farklı ilişki kombinasyonuna da tanıklık (hatta kimi zaman hakemlik, yargıçlık, psikologluk, vs) eder. Marie'nin evinde durumlar biraz karışıktır. Yeni sevgilisi Samir ve çocuğu onda kalmaktadır. Samir'in Marie ile evlenmeden önce halletmesi gereken önemli bir pürüz vardır: hastanede komada yatan karısı gibi! Karısının neden hastanelik olduğu ciddi bir muammadır. Ayrıca evde Marie'nin eski evliliklerinden olan biri yetişkin, diğeri henüz küçük iki kız çocuğu daha bulunmaktadır. Ha bir de unutmadan söyleyeyim elinden sigara düşmeyen bu Marie, Samir'den de hamile olduğunu iddia etmektedir. Uyarayım: Bence bu Marie, tüm kötülüklerin anasıdır, yaklaşmayın yanarsınız!

İşin esprisi bir yana gerçekten bir ilişkiler yumağı ve geçmişte kalması gereken ama kalamayan duygular ve eylemler var bu filmde. Güzel diyaloglarla ve oyunculuklarla aktarılıyor bize. Keyifle de izlemek kalıyor geriye. Ayrılık'tan çok farklı bir film bu. Ve bir İran filmi de değil. Ama yine onun kadar sevdiğim bir anlatım oldu. Galiba bundan sonra Asghar Farhadi'nin filmleri asla kaçırılmayacak. 

Size de şimdiden iyi seyirler diliyorum. 

Samsung, Hayalinin Peşinden Gidenleri Arıyor

Samsung,dünya çapında ses getiren “Hayalinin Peşinden Git” kampanyası ile  tutkusunun peşinden koşanları başvuruya davet ediyor.

İstanbul, 07 Şubat 2014 - Samsung Electronics, tüm dünyada hayallerini ve tutkularını hayata geçirmek için teknolojiyi kullanan insanların sahip oldukları potansiyeli keşfetmeyi, paylaşmayı ve desteklemeyi hedefleyen “Hayalinin Peşinden Git” kampanyasını Türkiye’de başlattı. Başarılı mesleki kariyerleriyle tanınan ünlü mentorların da, başvuranlara fikir önderliği yapacağı kampanyaya başvuru için  www.hayalininpesindengit.com adresi ziyaret edilebilir. Kampanyaya başvurular 28 Şubat 2014 tarihine kadar devam ediyor.


“Hayalinin Peşinden Git” kampanyasının kazananları, Samsung ve mentor desteğiyle potansiyellerini açığa çıkararak, hayallerini gerçeğe dönüştürme fırsatını yakalıyor.

Her gün, heyecan verici şeyler yapmak için Samsung ürünlerini kullanan insanlardan ilham alan kampanya; tutkulu kullanıcıları hayallerini ve fikirlerini paylaşmaya davet ediyor. Fotoğrafçılık, mutfak sanatları, spor ve girişimcilik alanlarında başvuruların kabul edildiği kampanyanın kazananları  projelerini hayata geçirme evresinde Samsung’un teknoloji desteğinin yanı sıra, aralarında Fotoğrafçı ve eğitmen Muammer Yanmaz, Kantin’in sahibi ve şefi Şemsa Denizsel, Spor spikeri ve yazarı Caner Eler ve B-Fit’in kurucu ortağı, girişimci ve Schwab Vakfı tarafından “2013 Yılının Sosyal Girişimcisi” seçilen Bedriye Hülya’nın da bulunduğu mentorlerin tecrübelerinden faydalanma fırsatı da bulacak.  

Samsung Electronics Türkiye Başkanı Yoonie Joung projeyle ilgili olarak;  “Samsung olarak teknolojinin, hayal gücüyle bir araya geldiğinde insanların hayatına anlam kazandırdığına inanıyoruz. Dünyanın dört bir yanında insanlar, Samsung teknolojisini kullanarak farklı ve yenilikçi başarılara imza atıyor. Ortaya çıkan hikayelerin yarattığı ilham doğrultusunda geliştirdiğimiz “Hayalinin Peşinden Git”  kampanyasını Türkiye’de hayata geçirmekten mutluluk duyuyoruz. Diliyoruz ki bu proje ile, Türkiye’deki tüketicilerimizin sadece kişisel tutkularını keşfetmelerine değil, aynı zamanda dünya üzerindeki diğer tüketicilere de ilham vermelerine yardımcı olacağız” dedi.

Katılım koşulları

“Hayalinin Peşinden Git” kampanyasına  www.hayalininpesindengit.com adresinden ya da Samsung Türkiye Facebook sayfasındaki “Launching People” uygulamasından başvurmak mümkün. Başvurular, 28 Şubat 2014 tarihine kadar gerçekleştirilebilecek.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
-->

4 Film + 1 Mini Sergi

Yolunuz Zorlu Center'a düşerse PSM'nin yanındaki sergi alanında 1 Mart'a kadar devam edecek olan Mehmet Dere'nin Papercut sergisine bir göz atın derim. "Kağıt kesiği," sanatçının 65 desen çalışmasının bir araya getirildiği bir sergi. Daha detaylı bilgiyi aşağıdaki görselde yer alan sergi broşüründen alabilirsiniz. Şahsen ben "görünmez hikayeler" toplamayı seven bu genç sanatçının kağıt üzerine karakalem çalışmalarını çok sevdim doğrusu. Bakalım siz nasıl bulacaksınız?


Gelelim film önerilerime. Aşağıdaki iki filmi izlemenizi kesinlikle öneririm. Soldakinin daha da favorim olduğunu da söylemek isterim. Time of My Life, Belçika yapımı bir film. Nic Balthazar'ın yönettiği 2012 yapımı bu film, gerçek bir yaşam hikayesinden, Belçikalı aktivist Mario Verstraete'nin hayatından yola çıkılarak çekilmiş. Mario ve yakın arkadaşlarının üniversite yıllarından itibaren devam eden dostlukları, yıllar içinde yaşadıkları ve ne yazık ki MS hastalığının ağır bir versiyonuna yakalanan Mario'nun ölüme giden sürecindeki yol arkadaşlıkları harika bir dille anlatılmış. Bir yandan da ötanazi, insanın bedenen ve ruhen o insan olmaktan çıktığı zorlu hastalıkların son aşamaları gibi kimi durumlarda onurlu bir şekilde ölebilme hakkı da sorgulanmış. Sonuna kadar desteklediğim bir fikir olduğu için de filmi ayrıca sevmiş olabilirim. Mario'nun da uğraşları sayesinde Belçika, Hollanda'dan sonra bu gibi durumlarda ötanazinin yasallaşmasına izin veren bir ülke olmuş ve Mario da bu haktan ilk yararlanan Belçikalı  olarak çabalarının sonucunu almış. Etkileyici bir film. Özellikle Mario'nun çocuğu Milan ve dindar ve daha geleneksel bir inanışa sahip anne-babası ile olan ilişkileri ve kendisine daima yardımcı olmaya söz veren doktor arkadaşının yaşadığı ikilem beni gerçekten çok etkiledi. Mario'yu canlandıran Koen de Graeve'yi de çok başarılı buldum. İzleyin derim.  

Diğer film ise sevimli bir yaşlılık filmi. İkisi çift biri tek, ileri yaşlardaki  toplam beş yakın arkadaşın yaşlılık dönemlerini aynı çatının altında geçirme kararı almalarını konu ediyor. Sürekli hastalıklardan, yorgunluktan, hafıza problemlerinden şikayet etmek, hepsi bir yana dağılmış çoluk-çocuk-torunlardan medet ummak yerine bir arada yaşayıp birbirimize destek olalım mantığıyla yola çıkan beşlinin hikayesini izleyeceksiniz. Bir nevi dost huzurevi. :) Aslında düşününce de hiç fena fikir değil. Hoşunuza gidecek, sıcak bir film.  


Şimdi gelelim dikkatle yaklaşmanız gereken aşağıdaki iki filme. Ben uyarılarımı yapayım: aşağıdaki filmler ruhlarınızda onulmaz hasarlar bırakabilir. Özellikle sevgili kayınpederime sesleniyorum: "gelininizin blogunda gördüğünüz her filmi almayacağınız konusunda anlaşmıştık, biliyorsunuz. İşte aşağıdaki filmlere, özellikle  de soldaki filme elinizi bile sürmüyorsunuz, aman ha!" :)

Efendim soldaki hikaye New York'ta yaşayan ve birbirlerine aşık olan gay bir çiftin saplantılı birlikteliklerini anlatmakta. Kapağında filmin Berlin ve Sundance Film Festivali'ne katıldığına dair notları görünce beklentimizi pek yükselttiğimiz Keep The Lights On bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı. Kopuk kurgusu, arada bir kaçırdığımız neden-sonuç ilişkileri ile kendimizi filme o kadar veremedik sanırım. Neyse, en azından gay bir çiftin yatak odalarında neler yaşadıklarına dair önemli ölçüde fikir sahibi olduk.. ki bu da bir şey! :) Fazlasıyla cesur sahnelerle dolu bir film, rahatsız olma potansiyeliniz varsa önceden haberiniz olsun derim.  


Sağdaki The Seventh Continent filmi ise bir Haneke üçlemesinin ilkiymiş (benim için ilki ve sonu diyelim). Haneke'ye ilki sondan başlamışım diyorum bazen. Baştan başlasaydım Amour'u falan hayatta izlemezdim sanırım.:P Şimdi yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim: aslında film harika ve çok etkileyici. Gerçekten öyle. Modern hayatın monotonluğu, insanın ruhunu yok ederek robotlaştırdığı o kadar etkili sahnelerle, suskunluklarla, metaforlarla anlatılmış ki hayran oluyorsunuz. Ama ruhun boğulmasını böylesine etkili bir şekilde anlatan bir film ruhunuzu da boğuyor bir yandan. Öyle böyle değil! Filmi izlediğimiz o akşam koltuktan fırlayıp kendimi evimizin 5. kattaki balkondan atmamış olmamı bir başarı olarak görüyorum, o derece! Çok rahatsız edici sahneler var. Çin işkencesinin farklı bir versiyonu sayılabilecek kadar rahatsızlık verici sahneler. O yüzden üçlemenin diğer ikisini izleyecek olan arkadaşlara şimdiden kolaylıklar ve iyi seyirler dilerim. Ama ben Haneke'nin farklı bakış açısını, etkileyici yaratıcılığını ve intihara sürükleme potansiyelini anladım ve yetti. Ayıp ediyor da olabilirim şu an, ama üstat affetsin artık: bu üçlemenin yakınından bile geçmem, net!

İyi hafta sonları hepinize...

Etkileyici!

Ticari olmayan ve çeşitli sosyal sorumluluk konularına dikkat çeken reklamlardan örnekler var aşağıda. E-posta olarak geldi, paylaşmak istedim. Sizce de çok etkileyici değiller mi?

Kendi evinin önünde olsaydı daha mı fazla umursardın?

Güzel 1 manto için 120 bebek öldürmek gerekiyor!

Ne zaman geri dönüşüme başlayacaksınız?

Kulaklık taktığında arabalara dikkat et.

Doğa geri dönüşümlü değildir.

AIDS bir kitle katliamcısıdır.

Bazı şeyler hiç unutulmaz!

Sana yapılmasını istemediğin şeyi, sen de başkasına yapma!

FerahFeza ve Enkaz

Craft'ın Garaj'ını izler izlemez Enkaz'ın biletlerini de almak için hemen telefona sarılmış ve Mart ayına kadar tüm biletlerin tükendiğini öğrenmiştim. O yüzden Cumartesi günü başka bir tiyatro için yer ayırttım. Ama o da ne? Öğlen iPad'de gazete okuyup, arada bir de Twitter haberlerini kontrol ederken Craft Tiyatro'nun "Bu akşamki Enkaz oyunumuz için 5 kişilik yer açılmıştır" tweet'ini gördüm ve elbette bu fırsatı kaçırmayarak biletlerden ikisini kaptım. Artık bir hafta içindeki ikinci Craft buluşmasına da hazırdım. 

Kutlamaya bahane arayan bizler için Enkaz'a o günün öğleninde bilet bulmak yeterince iyi bir bahane oldu. Birkaç saat içinde cin tonik eşliğinde "denesek, denesek, nereyi denesek" konuşması yapıyorduk.:) Ve bir süredir aklımda olan, hatta bir kere öğlen gitmek isteyip, akşam açıldığını öğrenerek kapısından döndüğümüz FerahFeza'yı deneyelim dedik. İstanbul'da -ve özellikle Karaköy'de- denenecek mekanlar listesi bir türlü azalmıyor farkında mısınız? Şikayetçi değilim elbet, ama bu durumun seyahat ve yemek gibi keyif konularını bile bir süre sonra görev adamı ciddiyetiyle deneyimlemeye başlayan benim üzerimde biraz da olsa baskı yarattığı doğrudur: "Eyvah! Bir sürü yeni yer açılmış ve hiçbirini görmemişim!" :)


Neyse, bırakalım bu minik şımarıklıkları da gelelim FerahFeza'ya. Mimarlar Odası'nın teras katına çıkıyorsunuz. Terasta olduğunuz için leb-i derya bir manzara göreceğinizi sanmayın ama, çünkü öndeki binaların engeline takılarak ancak kesintili bir manzaraya sahip olabiliyorsunuz. Çalışanlar dozunda ilgili ve güleryüzlüler. Yemekleri ise bir harika. Gerçi o enfes küçük soğuk tabakları ve küçük sıcak tabaklarından ana yemeğe yerimiz kalmadı ama bu kadarı bile yetti o menüde her şeyin ne kadar leziz olabileceğini anlamamıza. Bir tek fasulye micmerini çok özellikli bulmadığımı söylemeliyim. Onun dışında söylediğimiz trüflü patlıcan salatası, üzerinde pekmez ve susam gezdirilmiş yufkaya sarılı keçi peyniri, baharatlı kalamar ve humusumsu yatağında servis edilen karidesler muhteşemdi. Biz akşam 18:00 gibi erken bir saatte orada olduğumuz için yer bulma sorunumuz olmadı. Ama siz akşam gitmeden mutlaka rezervasyon yaptırın derim. Ve mutlaka da gidin, çok güzel bir yer. 

Karnımızı doyurduğumuza göre ruhumuzu doyurma zamanı geldi. Artık saat 20:30'da başlayacak Enkaz'ı bekliyoruz heyecanla. Ve yine beklediğimize fazlasıyla değen bir oyun var karşımızda. 


10 kişinin hayatından bir kesite tanıklık ediyoruz. Kendi anlattıkları hikayeler var. Biri bir kafede oturmuş birlikte olduğu adamı bekliyor mesela, bir diğeri bebeğini aldırmış, biri üniversitedeki evli hocasıyla aşk yaşamış, biri çok komik olduğuna inandırılmış ve amatör bir stand-up'çı olarak tutunmaya çalışıyor, vs. Sıradan gibi görünen bu hikayelerin kişinin ruhunu enkaz altında bırakmış olduğunu anladığımız o anı, o çözülme noktasını adeta nefesinizi tutarak izliyorsunuz. Galiba en etkilendiğim -ve hatta dağıldığım- hikaye Gözde Kansu ve İbrahim Aslan'ın Ölüler Diyarı oldu. İkinci favorim ise ilk sırada yer alan Sırılsıklam Hoşlaşma'ydı. Berrin Şeker Civil'in oyunculuğuna bayıldım. Aslına bakarsanız bu genç oyuncuların hepsinin oyunculuklarına bayıldım. Dekor, kostüm, müzik, vs yardımı olmaksızın tamamen insanın iç dünyasındaki dalgalanmaları yansıtmak çok zor iş olsa gerek. Ve hepsi de bunu çok iyi başarmışlar. Craft Tiyatro benim için bu sezonun favorisi olmaya devam ediyor. Mart'ta yeni oyunlarında da buluşmak üzere şimdilik onları hoşça bırakıyorum.:)

Henüz tanışmadıysanız Craft'le mutlaka en kısa zamanda tanışın. İki oyununu da kesinlikle görmenizi tavsiye ediyorum. Biletler Biletix'ten veya gişeden telefonla alınabilir. Tel0212-249 22 23 - 0545-249 49 67

Şimdiden iyi seyirler...



Biraz Dost Buluşması, Biraz Lezzet, Biraz Alışveriş, Biraz Müzik

Geçen hafta sefa ve sosyalleşme haftamdı demiştim sanırım bir önceki yazımda. Çarşamba açılışı yaptıktan sonra Perşembe akşamı neredeyse bir yıldır buluşmamış olduğumuzu fark ettiğimiz Betül ve Ayşe ile bir araya geldik. Yer yine Nişantaşı. Bu kez City's AVM'nin en üst katındaki Big Chefs'te buluştuk. Sohbet, muhabbet, aradan geçen sürede neler yaptığımıza dair güncellemelerle geçen keyifli bir akşamdı. Big Chefs'lerin hem ortamlarını hem de yemeklerini  genelde severim. Ancak bu kez ortaya söylediğimiz Atıştırmalık Tabağı'nın çok zayıf olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Pizza ve asma yaprağına sarılı ızgara hellim ise fena değildi. Yine de masanın en güzeli Urla Vourla ve bizdik bence.;)


Bu arada akşam buluşmamız öncesinde Nişantaşı'ndaki klasik uğrak yerlerimden biri olan Hak Pasajı'ndan da geçtim. Girişteki bileklikler satan takıcıya, gümüşçülere ve eski tip terlikçilere falan bakmazsam olmaz.:) Müge sayesinde bakmadan geçmediğim yerlere bir yenisi daha eklendi: Plumon. Nefis hediyelikler ve kartlar bulabileceğiniz minik bir dükkan burası. Özellikle ofis için çok şık masa saatleri, kalem ve kalemlikler, defterler, kartvizitlikler, dekoratif objeler bulmanız mümkün. Hem hediye almak için hem de halihazırda var olan hediyenize kart almak için aklınızda olsun derim. Bakın şöyle de şirin bir yer işte (fotoğrafı web sayfalarından aldım): 


Müge'den bahsetmişken onunla da buluşmazsam olmazdı tabi. Cuma sabahı Mangerie'de kahvaltı, Cup of Joy'da kahve, Hisar'a yürüyüş, geçtiğimiz haftalarda yaptığı Kenya seyahatiyle ilgili hikayeler, minik dedikodular :), bolca kahkaha eşliğinde Cuma'ya harika başladım doğrusu. Müge'den ayrıldıktan sonra biraz daha yürümeye devam ettim. Aslında -genelde yaptığım gibi- Beşiktaş'a kadar da yürüyebilirdim ama bu kez eve gidip biraz dinleneyim ve duş alıp hazırlanayım dedim. 

Çünkü akşam da Tuluyhan Uğurlu'nun The Marmara Taksim'in balo salonunda vereceği Sevgililer Günü konserine gidecektik. "Sevgililer Günü kutlamam, ay hayatta o akşam dışarı çıkmam" diyenden korkacaksın, sevgili okur. The Marmara Hotels Twitter  hesabında düzenlenen yarışmadan iki kişilik davetiye kazanınca koşa koşa gittik Tuluyhan Uğurlu ile tanışmak için. Günün anlam ve önemine uygun şekilde tanzim edilmiş vitriniyle girişte gözümüze çarpan Chocolate Shop'tan davetiyelerimizi alıp, bir üst kattaki Tuti'de birer kadeh bir şey içerek 20.30'daki konseri beklemeye başladık. 


Düğün salonu havasında ışıklandırılmış ve sandalyeler dizilmiş balo salonu bizi biraz hayal kırıklığına uğratsa da Aşk'ı anlatan öykülerin ve görsellerin döndüğü videolar eşliğinde neredeyse tamamen doğaçlama çalarak parmaklarının götürdüğü yere giden ünlü piyanistin konserinden keyif aldık. Açıkçası parça aralarında açıklamalar yapması ve okuduğum aşk hikayeleri de aldığım keyfi artırmış olabilir. Yoksa doğaçlamanın dozu biraz fazla olduğu için konsantre şekilde takip yetimiz de biraz azalabilirdi. ;) Saat 22.00 civarı ara verildi. İkinci bölümde seyircilerden birkaç tanesinden bir hikaye anlatmalarını isteyeceğini ve o hikayeler için müzik yapacağını söyledi Tuluyhan Uğurlu. Ancak biz günlük emprovizasyon kotamızı doldurduğumuza karar vererek gecemize evde devam etmeye karar verdik. 

Ve o gün kazandığım ikinci çift kişilik Sevgililer Günü hediyesinin çok daha heyecanlı olacağı konusunda hemfikir olduk. Ne mi kazandım? Sürpriz! Ama iki hediye kazandıktan sonra şanslı günümdeyim diyerek koşa koşa doldurduğum Sayısal Loto kuponunun her satırında 0 tutturmayı başardığımı sizden saklamama gerek yok. :) Olsun, denemeye devam, San Francisco'daki Chinatown'ın fortune cookie'lerinden çıkan sayılara inancım sonsuz! Olacak bir gün.:) 

Tadı Damağımda Bir Nişantaşı Günü

Geçtiğimiz hafta gerçekten dopdolu, sürprizli ve keyifli bir hafta oldu. Çarşamba gününü kendimizi şımartma günü ilan ettik. Önce Nazoş'la Nişantaşı Limonata'da güzel bir yemek yedik, sonra da onu benim şımarma mabedimle tanıştırdım: Sofa Hotel'in Spa'sı ile. Tanışmasını da benim favori terapistim ile yapsın diye düşünerek ona Budi'den masaj randevusu aldım. Kendime de herhalde iki yıldır falan yaptırmadığım cilt bakımı randevusu aldım. 

Önce City's AVM'nin en üst katındaki yerinden taşındıktan sonra ilk kez uğradığım Limonata'dan bahsedeyim. Canlı, rengarenk dekorasyonunu çok sevdim. Menüsü bir cafe menüsü zenginliğinde, lezzetlerinde bir sorun yok. Girişteki limonlar, duvarlardaki illüstrasyonlar, pakette gelen ekmekler ya da yemeğin sonunda ikram edilen nane şekerleri gibi minik ama özenli ve eğlenceli detayları çok sevdim. Servis elemanları ilgili ve güleryüzlüydüler. Ama nispeten boş bir zamanında gittiğimiz için de böyle düşünüyor olabilirim. Çünkü yoğun zamanında giden bir arkadaşım bu oda oda ve bol dumanlı yerini pek sevmediğini , bunaltıcı bulduğunu söyledi.    


Neyse, biz limonata olmak isteyen limonlarla vedalaşıp Sofa Hotel'e attık kendimizi. Nefis bir şımarma seansı sonrasında -ki İso akşam beni aldığında hâlâ yüzümün parladığını söylüyordu, kolajen bakımım sağ olsun ;)- kendimizi havuz kenarındaki dinlenme şezlonglarına atıp, suyun şıkırtısı eşliğinde mayıştık. 


Yaklaşık bir saat sonra kendimizi dışarı atabilecek kıvama gelmiştik. Ama otelde uğramamız gereken bir yer daha vardı: HallArts. Mehmet Turgut'un Âlâ Portreler sergisini görmeden gitmek olmazdı. Geliri sinema emekçilerine aktarılacak olan bu fotoğraf sergisinde 9 usta ismin dev fotoğraflarını göreceksiniz. Benim favorim Erdal Beşikçioğlu oldu. Rutkay Aziz ve Zeynep Oral da ilk üç listemde onu takip eden isimlerdi. Fotoğrafları serginin linkinden aldım, dolayısıyla diğer fotoğrafları da oradan görmeniz mümkün. Ayrıca sahne arkası fotoğraflarını ve çalışma sırasında çekilen video filmini de izlemeniz mümkün. Bu ekibin birlikte oturdukları bir rakı sofrasının ne kadar keyifli olabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Bazı tipler rakı sofrasına çok yakışır. Buradaki 9 ismin de onlardan olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflardan bile o rakı sofrasının keyfini anlamak mümkün. 


Bir tek bunun neden sadece 5 günlük bir sergi olduğunu anlamak mümkün değil! 12-17 Şubat arası sergilenen fotoğraflar bu tarihten sonra başka bir yerde karşımıza çıkacaklar mı bilmem. Çıkarsa kaçırmayın, çıkmazsa web sayfalarıyla idare ediverin artık.:)

İyi haftalar...

Craft Tiyatro'dan Garaj ve Detoksa Son Gecesi :)

9 Şubat Pazar günü Craft Tiyatro'nun Garaj adlı tiyatro oyununu izledik. Bir yılbaşı gecesi tesadüfen bir araya geldikleri bir garajda yalnızlıklarını, toplum içindeki itilmişliklerini, öteki olmanın getirdiği soyutlanmışlık arızalarını paylaşan Kahraman ve Orkide ile tanıştık. Kahraman (Güven Murat Akpınar) anneannesiyle birlikte yaşayan, küçük yaşta bir kaza sonucu ailesini kaybetmiş, fotoğrafçı olmak isteyen, kıt kanaat üniversitede okuyan, İstanbul'da yaşayan ama İstanbul'u yaşamayan gençlerden biri. Orkide (Enis Arıkan) ise ailesini kaza sonucu kaybetmiş olmasa da bir yere kadar baskıladığı cinsel kimliği askerliğini yaparken ortaya çıkıp da askerlikten atılınca onları kaybetmiş -ya da aslında onlarla karşılaşmayı aklının ucundan bile geçirmeden tek başına İstanbul'a gelmiş- bir trans. Geliş o geliş. Burada tutunmayı başarmış, nispeten güçlü kalmış (gibi görünen) bir seks işçisi o. İlk bakışta çok farklı gibi görünen, birbirlerinin yanından kaçarak uzaklaşacaklarını düşündüğümüz bu iki insanın yılbaşı gecesi birlikte sohbet etmelerini ve yeni yıla birlikte girmelerini mutlaka izlemelisiniz. 


Kahkaha atmaktan karnınızın ağrıdığı anlar da olacak, boğazınızın düğümlendiği ve gözlerinizin dolduğu anlar da. İster istemez geçen sezon favorilerimden Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyunuyla da karşılaştırmalar yaptım kafamda. Diğerinde hüzün tarafı daha ağır basıyordu sanki. Bu oyunda ise karakterlerin yaşamlarının hüzünlü kısmı hissedilse de bir araya geldiklerinde yaptıkları sohbetin daha eğlenceli olması sağlanmış. Kemal Hamamcıoğlu'nun kalemi ile Ebru Nihan Celkan kalemi arasındaki farklara, oradan da bodoslama kadın-erkek bakış açılarına girsem ve çıkamasam mı diye düşünmekteyim. Ama korkmayın, yapmayacağım.;) Yine de bu oyunda bu kadar gülmüş olmak da sanki tuhaf bir huzursuzluk yarattı içimde. Bunu da huysuz seyirci notu olarak buraya yazmış olayım. ;)

Oyunculuklara bayılacaksınız. Özellikle de Enis Arıkan'ın Orkide karakteriyle nasıl bir oyunculuk sergilediğini mutlaka görmenizi isterim. Saç, makyaj, giyim kuşam da çok başarılıydı ama onları işin daha kolay kısmı olarak bir kenara koyuyorum. Hali, tavrı, ses tonu, konuşması, bakışları, hareketleri, dansları, küfürleriyle, kısacası her şeyiyle o taş gibi, yakışıklı çocuğun Orkide oluşunu gördüm ya sevgili okur, artık sahnede başka ne görsem şaşırırım bilmem.:P Gerçekten de Güven Murat Akpınar da başarılı olmasına rağmen Enis Arıkan bence harikalar yaratmış. Daha önce Kürklü Merkür, Altın Ejderja ve Makas Oyunları-1'de de izlemiş ve beğenmiştik kendisini, ama bu seferki bambaşka bir şeydi! On numara beş yıldız diye özetleyeyim.;)

Garaj'ın biletlerini Biletix'ten ya da Craft Tiyatro gişesinden telefonla satın alabilirsiniz. Gişe tel: 0-212-249 49 66 ya da 0-545-249 49 67. Facebook sayfaları burada, Twitter hesapları burada. Yani yok öyle ulaşamadım falan demek. Hemen ulaşın ve alın biletleri. Belki bazılarınızla Enkaz'da karşılaşırız, kim bilir.  

Aklınıza getirmiş gibi olayım: eğer 16.00 oyununa giderseniz çıkışta da Karaköy'deki Akın Balık'a gidebilirsiniz.Yılların Akın Balık'ına biz de iki önceki hafta sonu gittik. Annem ve babamın Cats için buraya geldikleri haftasonu onlar Cats'e, biz Vakti Geldi'ye gidip akşamına da Akın Balık'ta rakı-balık yaptık (onlar için biraz kültür şoku olmuş olabilir, ama ne de olsa kediler de balıkçı tezgahlarının etrafında dolanmaktan hoşlanırlar değil mi? ;) ). Akın Balık salaşlığıyla, çay bardaklarında servis ettiği rakısıyla ve Tuncer Kurtiz'in müdavimi olduğu mekanlardan biri olması sebebiyle merak ettiğim yerlerdendi. Bu arada gitmek istiyorsanız rezervasyon şart. Tel: 0-212-244 97 76.

Denedik, pişman değiliz, ama çok özellikli bir tat hatırlamıyorum yediklerim arasında. Bir de salaşlık seviyesi bana biraz fazla geldi doğrusu!! Yani sıkış tıkış otur, mantonu, çantanı bilimum yerlere tıkıştır, altına konan mangalda yanmadan ısınmak için dengeyi tuttur, altın ısınırken üstünün üşümesine engel olama, çay bardağında rakını iç, eyvallah, ama gözümün önündeki o pet şişe ne yahu, bir de kağıt serili masa da hiç bana göre değil, üzgünüm. Rakı-balık mekanında rahatlık ve salaşlığı çok sever ve tercih ederim ama bunun dozu çok önemli. Yani seyyar dürümcü rahatsızlığında da olmamalıyım. Ayrıca hijyen, ısınma ve tuvalet temizliği, yerinin kolaylığı vs gibi şeyler de önemli benim için. O yüzden görmesem olmazdı ama sanki uzun bir süre bir daha gitmek aklıma gelmez gibi görünüyor. 


Yine de bizim keyifler çok yerindeydi bu biiir... Benim için önemli bir gündü ve ilk kadehler bana kalktı çünkü 28 günlük alkol detoksumu sonra erdirdiğim akşamdı (ve uzun yıllardır bu kadar uzun bir "sıfır içki" molası vermemiştim), bu ikiiii... Birer kadeh de Tuncer Kurtiz'in ruhuna ve Nejat İşler'in sağlığına kaldırdık ki dördümüzün kadehinin onu bir an önce iyileştireceğinden çok eminiz, bu da üüüçç... ;)

Sağlığınıza, sağlığımıza...

Kitaplar...Sokaklar...Dükkanlar...Ve Kahve Molası... :)

İdefix Sanal Kitap fuarı listeme annemin kendisi için eklediği üç Alice Munro kitabını o gelene kadar okumayı başardım! Bazı Kadınlar'ın birkaç öyküsü eksik kaldı (ama yine de annemle yolladım kitabı, ne de olsa oraya gittiğimde koşu bandında falan bitiririm diye düşündüm) ve Çocuklar Kalıyor'daki iki öyküye ısınamadığım için geçtim. İtiraf ediyorum annem olmasaydı 82 yaşındaki bu Nobel ödüllü Kanadalı kadın yazarla hiç tanışmamış olacaktım. Çünkü ben öykücü değil romancıyımdır daha çok. Ama bu kez bu festival filmi tadındaki öyküler o kadar iyi geldi ki. Bir de spor yaparken okumak da çok keyifliydi: 25 dakikalık bisiklet seansında bir öykü bitecek! ;) 

Yazarın yalın bir dili ve doğal bir anlatımı var. Öykülerindeki psikolojik derinlik de çok etkileyici. Genellikle kasaba yaşamını ve kadını merkez alan öyküleri var. Ben sondan başa giderek okudum kitaplarını ve en son çıkan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik ile (birkaç öyküsünü Adana'ya bıraktığım) Bazı Kadınlar favorim oldu. Siz de üçünü birden almayacak olsanız bile tadımlık bir tanesini seçip tanışın derim bu olgun kalemle.Pişman olmazsınız. 

Olgun kalemden sonra sırada yeni nesil yazarlardan biri var. Yirmili yaşlarda ve henüz yirmilerindeki gençlerin dertlerini eğlenceli bir dille kaleme alan bir yazar Cora Carmack. Dert derken, "sınıfın tek bakiresi benim, bir an önce bundan kurtulmalıyım" diyen Bliss'in müthiş derdinden bahsediyorum mesela. Bu sefacı ecnebilerin dertleri de böyle işte n'aparsınız. Peki, benim ne işim var bu çoluk çocukla, diye soruyorsanız hemen söylüyorum: "Efenim, bendeniz kitabın çevirmeni oluyorum." Çocuklar yazmışlar, yaşamışlar, ben de önceki kuşaktan ablaları olarak çeviriye el atayım dedim..:P Ay zaten benim gibi kafa abla nereden bulacaklar ayol! Güzel bir ekip olduk bence kendileriyle. Hatta yakın bir zamanda yine Pena Yayınları'ndan çıkması planlanan serinin ikinci kitabını çevirmek için de kolları sıvayacağım gibi görünüyor. Bana kolaylık, kanı kaynamakta olan fıkır fıkır, kıpır kıpır genç okurlara da iyi okumalar diliyorum. Umarım beğenirsiniz.  


Bu aralar sürekli kitaplardan bahsediyorum diye eve kapanıp kaldığımı da düşünmeyin. Geçen hafta annemin burada olduğu günler yine İstanbul sokakları bizleri bekliyordu. Ve bu aralar en favori rotamız olan Galata'yı da pas geçmedik elbette. Aşağıda bu turdan renkli kareler var. Lüleci Hendek Sokak'ta bulunan Hiç ve Kuzzi'yi didikledik bu kez ek olarak. Hatta kalbim Kuzzi'deki objelerde kaldı diyebilirim. Sorduğum harika bir tasarım objenin fiyatı 22.000 TL çıkınca aklım pek kalmadı doğrusu! :) Ama gözünüz korkmasın, her şey o civarda değil. Çok güzel Urart ürünleri -tabaklar ve şamdanlar- de var bu nefis dükkanda. 


Yine de biz hem didikleyip hem de ganimet edinebileceğimiz sokaklara dönelim dedik bir an önce. Serdar-ı Ekrem'deki ve Galata Kulesi'ne çıkan diğer ara sokaklardaki dükkanlara daldık sırasıyla. Halt geçen sefer Dido'ya yaramıştı (çiçekli abajurlar), bu kez anneme yaradı. Deri-turkuaz karışımı nefis bir bileklik kaptı oradan. Lokumcu, kutucu, takıcı, havlucu, vs derken bir kahve molasını hak ettik ve klasik mola yerimize gittik. 


Nikol Galata'da Anne Taintor'dan alıntılar ve bir dilim Nutellalı, fındıklı cheesecake eşliğinde kahvelerimizi içtikten sonra akşam İso'cumla buluşup iki önceki yazımda sözünü ettiğim Evim! Güzel Evim! oyununu izlemeye gittik. Eee, ben bu şehri nasıl sevmem şimdi, sorarım size..;)

Yarın harika bir tiyatro oyunundan daha bahsedeceğim sizlere. Bende kalın.. 

Eleni ve Wasted Youth

Yıllar önce (herhalde altı-yedi yıl olmuştur) kayınvalidemin "bir solukta okudum, harika bir kitap" önerisiyle hem ben hem annem Eleni'yi aldık. Sırayla da başladık okumaya. Ama bir şeyler oldu ve ikimiz de yaklaşık yüz sayfa kadar okumamıza rağmen kitabın sarmadığına karar verip bıraktık. Sonra da her buluşmamızda dalga geçercesine bunu kayınvalideme hatırlatmaya devam ettik. "Aman neresi sürükleyiciymiş bu kitabın Gülnurcum" ya da "ay bana fenalıklar geldi okurken anne, hiç giremedim hikayeye" falan gibi yorumlar eşliğinde kadıncağıza sanki bize kitap önererek suç işlemiş muamelesi yapmaya devam ettik. O ise bilgelik dolu sakinliğiyle, içinden "zamanı gelince görürüm sizi" der gibi sabırla susup bekledi.:P

Ve benim için doğru zaman gelmiş, sevgili dostlar. Artık kayınvalideciğimin ne demek istediğini çok iyi anlıyorum çünkü bu harika romanı yıllar sonra ikinci kez elime alışımda gerçekten hiç bırakmadan okuyup bitirmek istedim. Nicholas Gage'in yazdığı ve Yunan İç Savaşı sırasında yaşanan gerçek olaylara dayanarak annesinin haksız yere idam edilişini anlattığı hikayede Yunanistan'ın dağ köylerinden biri olan Lia'ya gidiyoruz. 1940lı yılların ikinci yarısındayız. Yunanistan'da sağ-sol çatışmaları had safhada. Gerillalar dağlarda ve pek çok köy, kasabada yönetimi ele geçirmiş durumdalar. İlk başlarda köylülerin de desteğini alarak hakimiyeti ele geçirmeleri sonrasında giderek artan diktatör tavırları yıllarca çok büyük acılar yaşanmasına, on binlerce canın ölümüne, binlerce ailenin parçalanmasına ve sayısız ruhsal travmaya neden oluyor. Bu travmayı yaşayan ailelerden biri de Lia köyünün saygın ailelerinden biri olan Eleni'nin ailesi. Eşi Amerika'da çalıştığı için beş çocuğuyla birlikte tek başına bu zorlu dönemi atlatmaya çalışan Eleni'nin yaşadıklarını nefesinizi tutarak okuyacaksınız. Bir yandan da o dönemlerde Yunanistan köylerindeki yaşama dair fikirler edinecek ve bizimkine ne kadar benzer âdetlere, inanışlara ve yaşam tarzlarına sahip olduklarını görerek şaşıracaksınız. Geleneksel aile bağlarına verilen önemin bir dayanışma mı yoksa bağ mı olduğunu, nelere mal olabileceğini göreceksiniz. Ya da diktatörlerin kaybederken bile kayıplar yaşatmadan, tozu dumana katmadan, efendice gitmeyeceklerini göreceksiniz. İlahi adalet mi, intikam mı sorgulaması yapacaksınız. Ve kesinlikle bu kitaba kayıtsız kalamayacaksınız, yaşananlardan çok etkileneceksiniz.  

İyi ki ikinci şansı vermişim Eleni'ye. Kayınvalideme buradan gecikmiş bir teşekkür yollarken, anneme de bir an önce ikinci şansı vermesi gerektiğini hatırlatayım. Ve zaman zaman beni çok sinirlendirse de o geleneksel düşünce yapısıyla çocukları için elinden gelenin en iyisini yapmayı başaran Eleni'nin ruhuna da huzurlu uyku dileklerimi yollayayım. Mutlaka okuyun bu güzel romanı. 

Tam da kitabı bitirdiğim bu hafta sonu izlediğimiz Wasted Youth (Kayıp -bence Harcanmış olmalıydı- Gençlik) adlı Yunan filmini de aynı topraklardan çıkan bir eser olarak bu yazıya ekleyeyim dedim. Dönem farklı tabi, bu kez hikaye günümüzde geçiyor. Günümüz Atina'sında iki farklı yaşama göz atıyoruz. İlki 16 yaşında, kaykayı tutku haline getirmiş, yaşının getirdiği sorumsuzluklarla babasıyla sık sık tartışan, arkadaşlarıyla alemlere akan tam bir 'deli'kanlı. Diğeri ise orta yaşlarda, işinden ve aile yaşantısından bıkkınlık duyan, mutsuza yakın bir ruh haliyle monoton yaşamını sürdüren bir polis memuru. 


Bu iki insanın yaşamı nasıl bir noktada kesişir dersiniz? Biliyorsunuz bizde gençlerle polislerin kesişmeleri pek sevimli olmuyor çoğu zaman, peki ya orada durum nasıl diye merak ediyor musunuz? İçlerindeki isyanın yansıması olarak her şeye ve herkese karşı olan gençlerin ya da ACAB ifadesiyle anmaya bayıldıkları polislerin tamamı kötü, zararlı, tehlikeli midir? Sağduyunun devreye giremediği durumlarda yaşanabilecekler nelerdir? Ve bu gençler kendi kendilerini mi harcarlar hep hobi olarak, yoksa kendilerine hakim olamayan yetişkinler tarafından mı harcanırlar çoğu zaman? Güzel ve doğal bir Moviemax Festival filmi daha. Önerilir... İzleyin...

Tiyatro: Evim! Güzel Evim! ve Vakti Geldi

Haftaya iki güzel tiyatro oyunu ile başlayalım. Birbirlerinden çok farklı öyküler olsalar da bu iki oyunun ortak bir noktası var: kadına şiddete dikkat çekmek. 

İlki: Evim! Güzel Evim! İKSV Salon'da izlediğimiz bu aile öyküsünün yazarını çok iyi tanıyoruz. Geçen sezonun en sevdiğim oyunlarından biri olan (ve sanırım hâlâ sahneleniyor, izlemediyseniz kaçırmayın) Sumru Yavrucuk'un tek kişilik oyunu Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi'nin yazarı Ebru Nihan Celkan. Onun elinden çıktığı belli olan, vurucu bir aile hikayesi bu. Yönetmeni de Ebru Nihan Celkan. Dört oyuncudan en çok dikkat çekeni ise elbette uzun bir aradan sonra Bulutiyatro'nun  bu oyunuyla sahneye dönen ve yeni kuşak tiyatrocularla sahneyi paylaşan deneyimli oyuncu Füsun Demirel. Yine vefakar, cefakar, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen ya da kol kırılsa da yen içinde kalmalı fikrine inanan, toplumumuzda sık rastladığımız türden bir ev kadını. İki kızı var. Biri daha dışa dönük, fırlama; diğeri daha oturmuş, sakin ve sorumluluk sahibi. Her ikisi de annelerinin ve kendilerinin yıllardır yaşadıkları fiziksel ve ruhsal şiddetten yılmış haldeler. Kalbi kırık çocuklar olarak evden kaçmanın bir yolunu bulmuş sayılırlar (elbette ruhlarındaki travmadan kaçmaları mümkün değil)  ve annelerini de kaçırma derdindeler. Evin içinde olsa da aslında kendisinin dışındaki üç kişinin yaşamının ve sevgi çemberinin tamamen dışında olan baba karakteri var oyunda tahmin edebileceğiniz üzere. Yıllar içinde yarattığı baskıdan dolayı kadını sevdiği uğraşları yapmaktan, dışarı çıkmaktan, dostlarından, sevdiği bir sürü şeyden alıkoyarak köreltmiş, kızları çocukluklarından itibaren kendinden uzaklaştırmış. İşte böyle bir ailenin öyküsüne tanıklık ediyoruz bu oyunda. 

Dediğim gibi hikaye çok başarılı. Oyunculuklar da öyle. Anne ve kızların hem ayrı ayrı hem de bir aradaki doğallığı inanılmaz. Çok gerçek tipler onlar. Daha fırlama olan küçük kardeşi canlandıran Özge Ertem'e biraz daha torpil geçeceğim, çok kanım ısındı kendisine.:) Dekordaki iki kırmızı koltuk ile babanın soyutlanması, ailenin içinden biri olmadığının gösterilmesi fikri iyi düşünülmüş. Tek perdelik ve yaklaşık 1,5 saatlik bu oyunu çok sevdim. Özgürlükler konusunda "elini verirsen kolunu kaptırırsın", şiddet ve baskı konusunda da "tokata ses çıkarmazsan bir zaman sonra mutlaka hastanelik olursun" diye düşünen bendenizi destekleyen bir bakış açısını gördüğüme de çok sevindim. Mutlaka izleyin. Biletler Biletix'ten ya da gişeden temin edilebilir.

Bahsedeceğim ikinci oyun ise Şehir Tiyatroları'nın Vakti Geldi adlı oyunu. Yine genç bir yazar, Gökhan Eraslan, tarafından yazılmış bu oyunda da dört oyuncu var. Bunların üçü zamanında bir kadına şiddet vakasında suç ortaklığı yapmış eski dostlar. Şu an ayrı tellerden çalıyorlar, ama ortak bir noktaları da yok değil. Hepsi de yolunu bulmayı becermiş, "işini bilen", devrin adamları. Ve hepsi de yaklaşan seçimlerde belediye başkanlığına aday! Eh, o zaman artık güncel yaşananlardan da tahmin edebileceğiniz üzere o eski suç ortaklıklarının gün yüzüne çıkma zamanı gelmiş demektir, değil mi? Bu kez karşı grupların şantajı gibi bir durum yok ama ortada. Kişisel çıkarıyla ilgili önlerine çıkan biri de yok. Gencecik bir kız var karşılarında. Kocaman, hepsi bir yerlere gelmiş (nasıl olduğunun önemi pek yoktur bizde, bilirsiniz), kerli ferli adamlara tokat gibi bir dürüstlük ve vicdan dersi vermeye gelmiş gencecik bir kız... 

Naşit Özcan'ın yönettiği bu tek perdelik oyun, yer yer durağan bir tempoya bürünmesine ve doğallığını kaybetmesine rağmen izlenebilir. Ama uzun zamandır da "Vay canına, harikaydı!" dediğim ve unutulmazlar arasına girecek kadar etkilendiğim bir Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları oyunuyla karşılaşmadığımı söylemeliyim. Küçük, dinamik ve genç  tiyatro gruplarının yaptıkları daha modern, güncel konulara farklı bir tarzla yaklaşan, alternatif özel tiyatrolara çok alıştığımızdan mıdır nedir Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları'nın oyunlarını eskisi kadar takip etmez, gittiğimde de eskisi kadar keyif almaz oldum. Ya da belki de onların bir yenilenmeye, zaten fazla ilgi görmeyen tiyatroya ilgiyi artıracak oyunlar seçmeye ihtiyaçları vardır. Ya da artık sadece birbirimizden elektrik alamıyor olabiliriz, medeni şekilde ayrılıp başkalarıyla hayatlarımıza devam etmemiz gerekiyordur. ;) Sebep ne olursa olsun benim için "tiyatro candır" gerçeğini değiştirmez. En sevmediğim, sıkıldığım oyunun bile bana bir katkısı olduğuna inanırım (ki bu oyun kesinlikle onlardan  biri değildi). Ve kredisi çok yüksektir bende, ne olursa olsun bir şans daha vermeye devam ederim. Siz de yapın, öneririm. 

İyi seyirler...

Günde Üç Öğün Film İzlemek İsteyenler El Kaldırsın! :)

Kışın hafta arası ikimizin de evde olduğu günleri ve başka planımızın olmadığı  hafta sonlarını genelde kitaplarımıza ve filmlere gömülerek geçiriyoruz. Böylelikle oturduğumuz yerde, evimizin sıcaklığında ve konforunda bambaşka dünyalara yolculuk edebilmenin keyfini yaşıyoruz. Siz de bu hafta sonunu filmler arasında kendinizi kaybederek geçirmek istiyorsanız birkaç önerim olacak.

İlki Kaptan Phillips. Yaklaşık üç ay önce vizyona giren ve 2009 yılında yaşanmış gerçek bir korsanlık olayından yola çıkılarak çekilmiş olan bu filmi sinemada kaçırdıysanız izlemelisiniz. Maersk Alabama isimli Amerikan kargo gemisinin Somali açıklarında korsanlar tarafından ele geçirilmesini ve sonrasında yaşananları izleyeceğiniz bu filmi nefesinizi tutarak izleyeceksiniz. Çekimler çok güzel, doğal. Tom Hanks'in özellikle son sahnelerde oyunculuğu insanın içine dokunan cinsten. Korsanların lideri ve gerçek hayatta da Somalili bir mülteci ve eski hükümlü olan Barkhad Abdi yardımcı oyuncu dalında Oscar adaylığını hak ediyor. 

Ama bir yandan da yüzlerce firmanın tonlarca yükünü taşıyan koskoca ülkenin koskoca şirketinin koskoca gemisinin kıçıkırık (pardon!) dört tane korsan tarafından kaçırılmış olmasını aklınız almıyor. Yani "ulen gemi kaçırıldıktan sonra donanmayı, helikopterleri oraya yığsanız kaç yazar, önce gemiyi kaçırtmamak için gereken önlemleri alın! Madem o sularda bir sürü korsanlık oluyor, gemilere silahlı bir güvenlik ekibi yerleştirin ya da tek başlarına değil toplu halde seyir halinde olmalarına dikkat edin!" falan diye oturduğunuz yerden ahkamlar kesmenin keyfini de yaşayacaksınız filmi izlerken. :) Ama yine de izleyin, değer. 

Diğer film önerilerim Digitürk'ün hastası olduğumuz Moviemax Festival ve Sundance kanallarından. Bu ekipte kim varsa ve filmleri kimler seçiyorsa hepsine helal olsun diyerek sözlerime başlayayım. Son zamanlarda izlediklerimiz kısaca şunlar:


* Frances Ha - 2012 yapımı filmde çok yetenekli olmasa da tek tutkusu dans etmek ve yaşamak 27 yaşındaki Frances'in yakın arkadaşı Sophie ile birlikte New Yok'taki yaşamına göz atıyoruz. Sophie daha çerçeve içine koymalık bir hayatı tercih edince yalnız kalan ve boşluğa düşen Frances'in gerçek yaşamla yüzleşmesi ve tutunma hikayesi çok doğal anlatılmış. Greta Gerwig de Frances rolüne cuk oturmuş.  

* Mother of George - Brooklyn'de yaşayan, yeni evli Nijeryalı bir çiftin hikayesi. Modern şehirde geleneksel yaşamlarını sürdüren çiftin evliliklerinin üzerinden uzun zaman (bir yıl!) geçmesine rağmen çocuk sahibi olamamaları hem kendilerine hem de ailelerine dert olur. Aile büyüklerinden birinin önerisi ise çözüm mü olacak yoksa daha fazla sorun mu yaratacak izleyip görün derim. Güzel bir film. 

* The End of Love - 2012 yapımı filmde bekar bir baba ve henüz iki yaşındaki oğlunun hayatına dahil oluyoruz. Oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra bir kaza sonucu hayatını kaybeden anne, baba-oğlu tek başlarına bırakıp başka bir dünyaya göçüp gitmiştir. Genç babanın düzenli bir işi olmadığı için maddi sıkıntılar yaşamaktadır. Üstüne bir de bu olayın yarattığı travma ve manevi sıkıntılar eklenince hayatlarının nasıl olacağını ve çabalarını görmek için bu filmi mutlaka izleyin. Çok güzel, çok doğal, çok etkileyici. 


* Shores of Hope - 2012 yapımı Alman filmi. Almanların tarihlerinde sinema ve edebiyat eserlerine de konu olan en önemli iki dönemin biri Nazi egemenliği ise, diğeri de Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve öncesindeki Doğu ve Batı Almanya bölünmüşlüğü olsa gerek. İşte bu filmde de Doğu Almanya'daki baskıcı yönetimden kaçmak isteyen gemi işçilerinden birinin hikayesi etrafında dostluk ve vicdan sorgulaması da yapılıyor. Baskıcı rejimler ve bu yönetimlerin küçük insanlara verdikleri payeler, maşa rolleri sayesinde özgürlük isteyen insanların hayatlarını cehenneme çevirebilme özellikleri anlatılıyor. Ve tüm maddi ve manevi kayıplara rağmen minicik bir umut ışığıyla filmin bitmesi biraz olsun içimizi rahatlatıyor. (Gerçi ben film bittikten sonra geçici süre rahatlayıp yine değersiz adamlar yüzünden kaybolan değerli canlara, mallara, zamana sayıp sövmeye devam ediyorum!) Çok güzel bir film. Mutlaka izleyin. 

* Our Children -  Zengin bir doktor Faslı bir genç çocuğun ve ailesinin himayesini üstlenerek çocuğu Belçika'da büyütür, okutur. Çocuk evlendiğinde bile onlara maddi ve manevi açıdan destek olmaya devam eder. Çocuklar oldukça bu desteğin şekli ve boyutu değişir. Giderek daha fazla ailenin yaşamının içinde olmaya başlayan adam adeta aileyi kendine bağımlı kılarak, verdiklerinin karşılığında özgürlüklerinden çalmaya başlar. Bu durum bağımlı yaşamaya alışmış çocuğu fazla etkilemese de karısını giderek daha fazla etkilemeye başlayacak ve bunalıma sokacaktır. Sonrasında neler olacağını ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Sadece bilin ki film, çok etkileyici bir sona sahip.  

* Hello! How Are You? - 2010 Romanya yapımı filmde yetişkin bir çocukları olan evli bir çiftin birbirlerinden kopuk, hayal kırıklıkları, sıkıntılar, mutsuzluklar biriktirdikleri yıllar omuzlarına çökmüş, durağan yaşamlarına konuk oluyoruz. Kadın kuru temizlemeci, adam ise eski piyanist, ama yıllar önce geçirdiği bir kaza sonucunda artık elini istediği gibi kullanamadığından sayfa çevirici olarak hayatına devam ediyor. İkisi de arkadaşları sayesinde chat yapmayı öğrenerek "hadi hayatımıza bir renk, bir değişiklik katalım" mantığıyla ekran başına geçiyorlar ve bingo! O kocaman, sınırsız dünyada da birbirlerini bulmayı başarıyorlar. Yakada karanfil konseptli buluşmanın ise ne kadar sinir bozucu olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. İzleyin, kendi sinirinizi kendiniz bozun lütfen.:)

Hafta sonu için bunlar yeterli olur size sanırım. Şimdiden iyi seyirler. Ben de diğer hafta sonuna yatırım yapmaya başlayayım artık.;) 

İyi tatiller!   

Cats

Cats'e hâlâ gitmeyen var mı aramızda? Gitmediyseniz, ne yapıp edip Cats için bir bilet bulun ve burada oldukları bu son 4 akşamı kaçırmayın. Hikayesini T.S Eliot'ın yazdığı, müziklerini de Andrew Lloyd Webber'in yaptığı 23 yılı devirmiş olan bu harika müzikali 30 Ocak Perşembe akşamı izledik ve bayıldık. 

Bayılmadığımız tek şey kontrol adacığının arkasında oturmaktı. J sırasının ortasında oturduğumuzdan gözümüzü alan bilgisayar ekranlarının ışıklarını engellemek için broşürlerimizi yüzümüzün önünde tutarak izlemek zorunda kaldık tüm müzikali. Düşünsenize karanlık seyirci bölümünde bir cep telefonunun çıkardığı ışık bile ne kadar rahatsız edici olabilirken gözünüzün önünde bir sürü ekrandan yayılan ışık olduğunu! Oysa çözüm çok basit olabilirdi (ve Zorlu PSM'nin bunu düşünmemiş olmasını yadırgadım doğrusu!): Ekranların ve oradaki ekibin üzerine gerilecek koyu renkli bir kumaş tente. Ya da belki de o sıradaki koltukları 1. kategori olarak satmamak! Neyse, sorunları büyütüp alacağımız keyfi azaltmak yerine şikayetimizi ve çözüm önerimizi Zorlu PSM ile paylaşıp, bizden sonra izleyecekleri kurtarmak istedik ve bu sinir durumu unutmayı tercih ettik (henüz bir yanıt da alamadık, o ayrı). 


Biz bu sırada oturmamıza rağmen çok keyif aldık bu müzikalden; müziklerinden, Jellicle Cats kabilesinin üyeleriyle tanışıp her birinin kendine has özelliklerini ve karakterlerini öğrenmekten, dolayısıyla da düzenli bir koreografi yerine her birinin başına buyruk hareketlerinden oluşan bir harmoninin ortaya çıktığı koreografiden, yaşadıkları ortamı görmekten, kostümlerden ve dekordan, esneklikleriyle ve estetikleriyle, tıslamalarıyla ve pençe atışlarıyla iyice kedileşmiş oyuncularından ve performanslarından çok keyif aldık. Teşekkürler Zorlu PSM, böyle güzel bir sahne yaptığın ve bizi böyle güzel yapıtlarla buluşturduğun için.

Ama şımarma hemen, çünkü şimdi sana bir eleştiri daha geliyor. O kadar büyük ve yüksek kapasiteli bir salon yapıyorsun da oraya toplanan insanların dışarı çıkabilmeleri için neden sadece tek bir yürüyen merdiven koyuyorsun? Aklım almıyor doğrusu. Bu kadar mı planlamadan yoksun kafalarız biz? Şahsen bunu gördükten sonra bu güzelim kültür sanat merkezini yapan kafalar bile proje aşamasında bunu akıl etmiyorlarsa, metrobüs yapanların araca giden merdiven yapmamaları hikayesine şaşırmamalı dedim (geriye dönük olarak). Yazık...

Yine de sinirimizi bozmuyoruz. Çözümler üretmeye çalışıyoruz. Bunları paylaşmaya, sesimizi duyurmaya , bir şeyleri değiştirmeye çalışıyoruz. Bu sırada gördüklerimiz karşısında küskünlük yaşamayıp Zorlu PSM'nin bizlere getireceği diğer harika müzikaller ve konserleri kaçırmamaya çalışıyoruz (bkz. Notre Dame de Paris, Fazıl Say, Fahir Atakoğlu, Forever Tango ve daha pek çok etkinlik). Ve günlerimizi sanatla doldurarak ülkeyi ve etrafımızı saran çirkinlikleri bir nebze olsun görmemeye çalışıyoruz. Deneyin, iyi geliyor..

Meowww! :)

Sergi Haberi: KATABASİS // EVE DÖNÜŞ

ARTNEXT ISTANBUL’un yeni mekanında 29 Ocak’ta açılacak olan Nurettin Erkan’ın “KATABASİS // EVE DÖNÜŞ” sergisi – Profesör Vinay Dharwadker’in anlatımıyla – izleyiciye muğlak, derine gömülü, yer altında hikâyeler” vaat ediyor. Sanatçı’nın eserleri; “Bizi bir kerede birçok içsel diyaloğa çekiyor, fakat aynı zamanda bizi düşünüp taşınmaya sevkediyor: imgeleri düşünmeye, hatta belki, normalde deneyimlediğimiz insan güzelliğinin içsel ve dışsal formlarını doğrudan doğruya ortaya çıkarmayan imgelemleri düşünmeye yönlendiriyor...” 


Eserlere “beden, zaman ve melankoli” ilişkisi üzerinden yaklaşan Prof. Dharwadker’e göre; “Duvardaki resimlerin birbirini takibi, anların dizilişinin veya kesitlerinin yanılsamasıdır, fakat zaman hem bir soru hem de sorgulamadır. Biz şimdideyiz ve resimler de önümüzde duruyor, oysa onların zamanı aynı zamanda bizim zamanımız değil, bizi usulca fakat sıkı sıkıya başka zamana ve mekâna taşıyorlar. Onların zamanına giriyoruz ve bizim oluyor zaman.” Bu zamansal ilişkilenme farklı diyalog imkanlarını da beraberinde getirir: “Devinim halindeki imgeler bizi içsel bir diyaloğun yalnızlığına davet eder—izleyenin kendiyle, resimlerle, onların işlenmiş zengin zeminiyle, özneleriyle, betimledikleri nesnelerle, yarattıkları sahnelerle olan diyaloğuna.”


Feyzan Yaman’a göre Erkan’ın resimleri bir anlamda ‘katabatik bir yolculuk’tur: “Bir yazgının batıp yeni bir yazgının doğma sancılarına tanık olan bir ressamın ağıtı bu resimler. Akla Xenophon'un Anabasis'ini getiriyor. Bildikleri dünyadan, deniz kıyılarından, Yukarı Mezopotamya'ya ilerleyen ve orada ne için verdiklerini ve ne için kaybettiklerini bilmedikleri savaşın ardından kaderlerinin artık kendi ellerinde olmadığını fark eden insanların serüvenini. Onlara yaban bu topraklarda artık davetsiz misafirlerdir. Dönüş, ki ona Katabasis adı verilir, gelişten çok daha zorlu ve sınavlarla dolu olacaktır. Tek çareleri, birliklerinin dağılmamasıdır. Dicle kıyılarından Karadeniz dağlarına ulaşıp Sürmene yakınlarında denizi gören öncüleri, “Talatta, Talatta - Deniz, Deniz!” diye haykırdığında, bildikleri evrene ulaşmışlardır.”



Sergi koordinatörlüğünü Didem Hazinedar’ın yaptığı Nurettin Erkan'ın toplam 28 eserinden oluşan ‘KATABASİS // EVE DÖNÜŞ’29 Ocak 2014 – 1 Mart 2014 tarihleri arasında ARTNEXT İstanbul’un yeni mekanında görülebilir. Sergi saatleri Pazartesi-Cumartesi 11.00-19.00 arasıdır. 

Adres: Windowist Tower 17. Kat Eski Büyükdere Cad. No:26 Maslak 34467
Tel: 0-212-999 39 90

İyi gezmeler...

Sergi Haberi: İstanbul’un Bütün Renkleri

Dilek Işıksel'in “İstanbul’un Bütün Renkleri” adlı resim sergisi 5 - 28 Şubat 2014 tarihleri arasında Arnavutköy Galeri Selvin'de sizleri bekliyor. 



Dilek Işıksel resimlerinden şöyle bahsetmektedir;

İstanbul şehri yüksek temposu ve enerjisi, kendini yenilerken yorgun düşmesi, çok katmanlı kültürü, farklı inançların kutsal mekanları ve melekli kubbeleri ile sanki dünyamızın merkezi.... Ben de kuleleri, mevsimleri,  kuşları ve laleleri gibi onun bir parçasıyım. Kubbeden yola çıkarak geliştirdiğim zaman çarkı, çark- ı felek, İstanbul’un yüksek dinamiğini temsil eden bir simgedir. Resimlerdeki kemerler, laleler, kuşlar dişil; kuleler, balıklar eril enerjiyi temsil ediyor. Su - Haliç ve Boğaz – uyumu; çark-ı felek de dengeyi ve yükselişi içinde barındırır.

Bir İstanbul Masalı

Genelde yağlıboya, kuru pastel ve çini mürekkebi ile çalışan Işıksel`in resimlerinin teması natürmortlar, Kalamış - Fenerbahçe peyzajları, deniz ve deniz dibi, balıklar, denizkızları iken sanat hayatının 30. yılında gerçekleştirdiği "Tarihi Yarımada" adlı sergisinden bu yana zengin kültürel geçmişiyle muhteşem İstanbul`dur. İstanbul`un 2000 yıllık kültür mozayiğini şekillendiren camiler, Ayasofya ve melekleri, atölyesinin de yer aldığı Galata Kulesi ile çevresi, iç mekanlar, zaman kavramı kompozisyonlarının özünü oluşturmaktadır. Ancak eski motifleri: Laleler ve balıklar da İstanbul`u simgelediklerinden resimlerde varlıklarını sürdürmekte, böylelikle sanatçının tüm temaları toplu halde görülmektedir.


Kuşların Senfonisi

Sanatçı Hakkında:

Ankara’da doğan Dilek Işıksel, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'ni bitirdikten sonra, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim bölümü Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi`nden 1972 yılında mezun olmuş, 1996 yılına kadar Ankara ve İstanbul`un çeşitli eğitim kurumlarında resim ve sanat tarihi dersleri vermiştir. 1997 yılından beri İstanbul - Beyoğlu/Kuledibi'ndeki atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. 1972’de mezuniyetinden itibaren muhtelif yıllarda ve şehirlerde 30 kişisel sergi açmış, yurt içi ve dışında 75`den fazla karma sergiye eser vermiştir. Yurtdışı çalışmalarına 2004 yılında Paris'te MAC 2000 sanat fuarı ve 2006`da yine Fransa'da "Sanary sur Mer" bienali gibi uluslararası etkinliklere katılmıştır

Galeri SelvinArnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş/İstanbul Tel: 212.263 74 81

Galeri, Pazar günü hariç diğer günler 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.