Gezimizin başında bir günümüzü (daha doğrusu sınırlama yaparak yaklaşık 3-4 saatimizi)
Louvre'da geçirmeye karar vermiştik. Daha önce Ağustos ayında Paris'e gitmiştim ve her uğradığımızda
Louvre'un meşhur piramidinin önündeki kuyruk yılan misali kıvrılarak neredeyse bahçeyi dolduruyordu. O gezimizde
Louvre'u gezmemeye karar vermiştik. Bu kez hem ben hem de
İso ne olursa olsun
Louvre'un kuyruklarında beklemeye kararlıyrdık. Ama şansımıza bu kez de kuyruk yoktu! :) Yani vardı elbette, ama içeri girmek içinen fazla yarım saat beklemişizdir. Bu arada piramidin önündeki kuyruğa bakıp da kanmayın. İçeride gişelerin önünde ayrı bir kuyruk sizi bekliyor olacak, ona göre!
Piramit demişken önce ana avluda bulunan bu cam piramitten bahsedelim isterseniz. Bu piramidin yapımı
1989 yılında tamamlanmış.
François Mitterrand'ın görevlendirdiği Çin asıllı Amerikalı mimar
Ieoh Ming Pei tarafından yapılan 20 metre yüksekliğindeki bu piramit aslında büyük tartışmalara yol açmış. Müzenin üç kanadını birbirine bağlayan, dükkanların, yeme-içme yerlerinin, danışma ve bilgi desklerinin ve bilet gişelerinin olduğu alanın üzerinde yer alan bu piramidin müzenin tarihi mimarisiyle bağdaşmadığını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. (
Gözüme çok battığını söyleyemem, ama ben de bu piramidin müzenin genel havasıyla uyumsuz olduğunu düşünüyorum.)
Şunu da söyleyeyim:
Louvre Piramidi dendiğinde akla girişin de yapıldığı avludaki piramit geliyor, ama aslında müzede birkaç tane piramit bulunuyor. Bu dev piramidin arkasında yer alan küçük piramitler ve binanın içindeki alışveriş merkezine aydınlık sağlayan ters piramit de
Louvre'un diğer piramitlerini oluşturuyorlar. Ama elbette en havalı olanı ana avludaki dev piramit! Hele bir de
Da Vinci Şifresi'nde yer aldıktan sonra daha da havalanmış, sormayın! Hatta
Mona Lisa tablosu ile birlikte
Louvre'un en çok ziyaret edilen eserlerinden biri sayılıyormuş.

Gelelim
Louvre Müzesi'nin binasına. Burası 12. yüzyılda önce bir kale olarak inşa edilmiş. Daha sonra ise saraya çevrilmiş.
XIV. Louis, 1672 yılında erkanıyla birlikte yaşayacağı yer olarak
Versailles Sarayı'nı tercih edince burası da kraliyet koleksiyonunun saklandığı yer olarak kalmış. Daha sonra da resim ve heykel sanatının öğretildiği bir güzel sanatlar akademisi olarak kullanılan
Louvre binası
Fransız Devrimi'nden sonra
1793 yılında müzeye dönüştürülmüş. Uzun zamandır
"dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi" unvanını elinde tutan müzenin son derece geniş bir koleksiyona yayıldığını söylememe gerek yoktur herhalde.
Bu dört katlı ve üç kanadı olan binanın içine girmeyi ve biletlerinizi almayı başardıktan sonra müze planının olduğu tanıtım broşürlerinizi alarak ilginizi çeken eserlere göre bir gezi planı çıkarmanızı öneririm. Bizim gezi planımızdan kısaca bahsedecek olursak:
İslam sanatı,
Louvre tarihi ve geçici sergilerin ve
Antik Mısır, Roma ve
Yunan sanatına dair örneklerden bir kısmının sergilendiği girişin bir alt katına hiç uğramadık. Yine de daha önce
SSM'de gezdiğim
bu sergiden dolayı oradaki eserlerin bir kısmını görmüş olabileceğimi düşünüyorum.
Giriş katındaki
İtalyan (detaylı) ve
Fransız (daha hızlıca) heykellerinin olduğu bölümleri gördük. Heykeller konusunda favorilerimin yine İtalyan ağırlıklı olduğunu söylemeliyim.
Bernini, Bartolini ve
Canova başta olmak üzere İtalyan heykelleri bölümünün tamamına hayran kaldım.

Daha sonra birinci kata çıktık ve
Denon kanadının tamamını gezdik. Burası 13. ve 18. yüzyıllar arasında yaşamış olan İtalyan sanatçıların resimleri ve İspanyol resimleri ile gerçekten de en ilgimizi çeken bölümdü. Bu arada
Leonardo da Vinci'nin meşhur
Mona Lisa tablosu da bu katta bulunuyor. Koruyucu bir kurşun geçirmez camın ardında duran bu tablonun belli bir mesafe yakınına gidebiliyorsunuz. Başında yirmi dört saat silahlı güvenlik görevlileri bulunuyor. Gülüşünde sakladığı sırrıyla, kim olduğu tartışmalarıyla, altın oranıyla dünyanın en ilgi çekici tablolarından birinin benim hiç ilgimi çekmeyen bir sanat eseri olduğunu söyleyerek sanattan ne kadar anlamadığımı gözler önüne seriyorum işte! Ama ne yapayım yani? Gerçekten de ilgimi hiç çekmiyordu, görünce de hiç etkilenmedim. Yine de gidebileceğim en yakın mesafeye kadar gitmek için başında bekledim ama... Oraya kadar gitmişken "
eksik kalmayayım" duygusu baskın çıktı herhalde! :)

Neyse.. Ben daha çok
Veronese, Titien, Louis David, Gericault ve
Pannini tablolarında kendimi kaybettim. Richelieu kanadındaki
Napolyon Odaları olarak bilinen saray odalarına ve buralardaki antika objelere bayıldım. Bu arada
Napolyon demişken aşağıdaki resimde
Napolyon'un eşi
Josephine'e taç taktığı töreni görüyorsunuz. Louis David'in bu tablosunun yalnızca ilgili kısmını aldım ki size biraz dedikodu verebileyim. :)
Napolyon, Notre Dame Katedrali'nde düzenlenen bu taç törenine
Papa'yı da çağırmış ama bundan önceki törenlerde tacı takan
Papa'ya bu görevi vermemiş. Yani bir anlamda çağırarak
Papa'ya olan saygısını gösterirken, bir yandan da tacı kendisi takarak meydan okumayı tercih etmiş.
Papa'nın
Napolyon'un arkasında durduğunu görebilirsiniz. Ama asıl dedikodu şimdi geliyor, sıkı durun: Annesi
Josephine'i eş olarak kabul etmeyip de sözünü dinletemeyince taç törenine katılmayı da kabul etmemiş.
Napolyon bu duruma da şöyle bir çözüm bulmuş. Tabloyu yapan
Louis David'e annesini de baş köşeye çizivermesini sipariş etmiş. Yani
Josephine'in arkasında aynı hizada ortada oturan kadın
Napolyon'un annesi oluyor. Törende yok, ama tabloda var! Kadının yerinde olsam sinirimden kudururdum galiba.
Josephine'in yerinde olsam da havamdan yanıma varılmazdı diye düşünüyorum. :)


Artık ikinci ve son kattayız. Burada sadece
Sully kanadını gezerek 14. ve 18. yüzyıldan kalma Fransız tablolarını göreceğiz. An itibariyle gücümüzün yüzde sekseni tükenmiş durumda. Kalan yüzde yirmi ile bu katın ilgimizi çeken bölümlerini bitiriyoruz. Zaten buranın bir kerede bitirilemeyecek bir müze olduğunu duymuşsunuzdur. Gerçekten de öyle. Birçok bölümü elememize rağmen saatler geçirmiş durumdayız. Ancak Fransız tablolarının olduğu bu kat da son derece etkileyici eserler bulunuyor. Özellikle
Delacroix, Decamps, Robert Hubert, Corot, Chadrin'in natürmotları,
Ingres'in Türk hamamı derken bu katı da geziyor ve kendimizi müzenin dükkanına atıyoruz. Tüm yorgunluğumuza rağmen bu son derece geniş ve kapsamlı dükkanda da yaklaşık yirmi dakika geçiriyoruz. En sonunda
Louvre ve
Orsay'ın başyapıtlarının olduğu iki tane koca kitapta karar kılıyor ve kendimizi dışarı atıyoruz.
Son olarak,
Louvre'a ulaşmak için
1 ve
7 numaralı metro hatlarının
Palais Royal-Musee du Louvre durağında inmeniz gerekiyor. Salı günleri kapalı olan müzenin girişi ise
9 EURO. Çarşamba ve Cuma günleri gece 22.00'ye kadar ziyaret edilebilen
Louvre Müzesi diğer günler sabah 9.00 ile akşam 18.00 arası açık. Biz denk gelemedik ama her ayın ilk Pazar günü de giriş ücretsiz! Ama bu günlerde kuyruğun da ona göre olacağını hesap ederek sabahın köründe orada olmanızı öneririm.

Hani
İspanya yazılarımdan birinde sizlere bir daha dünyaya gelirsem
Barselona'da yaşayan ünlü bir sanatçı olmak istiyorum demiştim ya.. İşte o isteğime bir yenisini daha ekliyorum: yılın altı ayı
Paris'te altı ayı
Barselona'da yaşayan bir sanatçı olmak istiyorum. Ve o hayatımda yaşamak istediğim bir deneyim de tıpkı yanda gördüğünüz ressam gibi tekerlekli standımın üzerine yerleştirdiğim tuvalim ve boyalarımla günlerce
Louvre'da seçtiğim bir tablonun önüne gelerek onun aynısını yapmaya çalışmak olmalı! Tarihi binaları olan müzeler bana nedense çok iyi geliyor. Bazılarının kiliselerde, saraylarda, katedrallerde, kalelerde, vs hissettiği o huşu dolu hayranlık hissiyle dolduğumu hissediyorum. Tuhaf bir şekilde mutlu oluyorum. Acaba önceki hayatımda sonraki hayatımda olmak istediğim gibi bir sanatçı mıydım? :)