Huzursuzluk & Hikayem Paramparça

Sırada iki kitap var bugün. İlki çok sevdiğim Zülfü Livaneli'nin son romanı Huzursuzluk. 154 sayfalık, yani bir günlük, bir solukluk bir roman. Murathan Mungan'ın iki romanını bitirdikten sonra elime aldığım bu romanın da Mardin'le bağlantılı olması bir işaret olabilir mi? 

Huzursuzluk'ta Amerika'da öldürülen Mardinli genç Hüseyin'in cinayetini araştırırken altında yatan bambaşka bir Doğu hikayesiyle karşılaşacaksınız. Hüseyin'in Ezidi mülteci Meleknaz ve doğuştan görme engelli bebeğine karşı hissettiği tutkulu aşk ve onlara yardımcı olmak adına yaptıklarının sonucunda hayatının akışının ne şekilde değiştiğini göreceksiniz. Ezidiler ve söze dayalı, tükenmeye yüz tutmuş kültürleriyle ilgili bilgi sahibi olacaksınız. Ve ne yazık ki bir kez daha bu coğrafyadan mutlu hikayeler çıkmasının ne zor olduğunu görüp "harese" hikayesinin tam da Ortadoğu'yu tanımladığına hak vereceksiniz. Zülfü Livaneli yazarsa, okunur. Benim için bu kitapta da bu kural değişmedi. En favori Livaneli kitaplarım Serenad ve Mutluluk olmaya devam ediyor ama. ;)


Alıntılar...
- "...biz, bu ülkenin okuryazarları, boşluğa düşen bir trapezci gibiydik. Doğu askısını bırakmış, Batı askısını da yakalayamadan aşağı düşmüştük..."
- "Sokaktan geçerken bir telkari ustasından duyduğum o türkü takılıyor dilime: Bu dünya bir penceredir/Her gelen baktı geçti. Felsefe bundan başka nedir ki diyorum; raf çökerten onca kitap, onca üniversite, anlı şanlı felsefe profesörleri, sözüm ona varlığı sorgulayanlar bundan başka bir şey söyleyebilirler mi? Ya o din alimi geçinenler? Din alanlar, din satanlar, laf kalabalığından başka ne söylüyorlar? Onların bütün laflarını da bir Karadeniz türküsünün iki dizesi açıklıyor. Bu dünya yalan dünya/Öteki de şüpheli."
- "Bu dikenli, sevgisiz ortamlara alışkındık hepimiz, plazaların insanın ruhunu öldürdüğü, herkesi robota çevirdiği gerçeğini çoktan öğrenmiştik. Eğer ortaçağ şövalyelerinin demir zırhları gibi, görünmez bir aldırmazlık zırhı giymezsen, buralarda barınmana olanak yoktu." 
***

Emrah Serbes'in beş yıl önce yayınlanmış Hikayem Paramparça kitabındaki hikayeleri de bir günde okunacak kıvamda. Ama açıkçası ben çok bayılmadım bu kitaba. Fazla ergen atarı, fazla boyundan büyük, bilmiş tespitlerle dolu gibi geldi bana. Okurken sıkıldım, çok sarmadı açıkçası. Yine de Emrah Serbes'i bir kalemde harcayacak değiliz, sevmeye ve yeni çıkanlarını takip etmeye devam! Aşağıda da bu hikayelerden birkaç alıntıyı bulacaksınız. 


* "Konuşulmaması gereken yerler vardır. Çocuklara ve ihtiyarlara anlatamazsın bunu. Hepsi doğal anarşist."
* "Edebiyat hocası kazma olduktan sonra ders kitabına Sait Faik koymanın anlamı yok. İyi yazar veli yarısıdır zaten. Bir hadise olmadıktan sonra okula gelmesine gerek yoktur."
* Bu gezegende, iki insanın birbirlerine duydukları sevgi, bir terazide dengelenmiş midir hiç? Eşitlik fikrine en çok aşıkken inanırız. Çünkü en çok o zaman ihtiyaç duyarız."

Keyifli bir hafta sonu olsun hepimiz için.

Yutmak

Bu sezonun en etkileyici oyunlarından birini izledik 22 Nisan Cumartesi akşamı Craft Kadıköy'de. Yutmak, üç kadının yaşamak için yutmak zorunda kaldıklarının hikayesi aslında. Kendilerini bulup özgürleşmelerinin hikayesi. Kendilerine özgü tuhaflıklarıyla var olmalarının hikayesi. Ece Dizdar, Merve Dizdar ve Başak Daşman bu kadınlara can veriyor sahnede. Hepsi birbirinden başarılı ama bir favori seçecek olursam kesinlikle Merve Dizdar olurdu. İnanılmaz bir oyunculuk, çok zor olmasına rağmen çok doğal bir performans. Bayıldım. 


İskoç yazar Stef Smith'in yazdığı hikayeyi Çağ Çalışkur, Türkçeye çevirmiş. Yönetmen İbrahim Çiçek. Anna rolünde DOT oyunlarından da tanıdığımız ve çok sevdiğim Ece Dizdar var. Eski bir dansçı olan Anna, dünyadaki şiddet ve acının altında ezilerek, daha fazlasını kaldıramayacağını düşünüp kendisini aylarca yemeden, içmeden evine kapatmış bir kadın. Evinde projeler üretiyor, sürekli meşgul! Balkonunda aç ve yaralı bir pelikan bulup da evinde kardeşinin getirdiği konserve fasulyeler bitene kadar da hayatında değişen bir şey olmuyor. Rebecca, kocası tarafından aldatılıp terk edilen bir kadın. Ama kocası olmadan kendini tanımlamayı ve tamamlamayı beceremeyen kadınlardan. Müthiş bir boşluğa düşüyor haliyle. Bir de Samantha var, pardon Sam demeliyiz ona. Bir rehabilitasyon merkezinde çalışan Sam kadın bedenine sahip olmasına rağmen kendisini bir erkek gibi hissediyor. Bu anlamda belki de işi diğerlerinden daha zor. En "normal" olmayanı, en büyük baskıyı hissedeni o aralarında. 

Hepsi de bir şekilde tutsak olan bu üç kadının hikayeleri birbirleriyle de kesişiyor bazı noktalarda. Ve üçü de farklı şekillerde de olsa kendilerini bularak, kabul ederek özgürleşmenin bir yolunu buluyorlar eninde sonunda. Yani yazarın dediği gibi: "Hayatta ancak başımıza gelen olayları sindirebilirsek, yani yutabilirsek özgür oluruz, kendi ayaklarımız üstünde durabiliriz. Yaşamak için yutmalısınız, bunu denemelisiniz". 

Siz de bence Yutmak için bilet bulmayı denemelisiniz acilen. ;) Biliyorsunuz, tiyatro sezonunun bitmesine yaklaşık bir ay falan kaldı. Perdeler kapanmadan, acele edin derim. Pişman olmayacaksınız. 

İyi seyirler!

Feyhaman Duran ile İki Dünya Arasında

Sakıp Sabancı Müzesi'nde 30 Temmuz'a kadar devam edecek olan Feyhaman Duran - İki Dünya Arasında sergisi uzun zamandır gezmeye niyetlenip de gezemediklerim arasındaydı. Bu hafta bunu yapmayı başardım. Görülesi bir sergi, son derece üretken bir sanatçı -ve eşi-, harika portreler ve resimler. Mutlaka görmelisiniz. 

1886-1970 yılları arasında yaşamış olan Feyhaman Duran, tam da geniş kapsamlı bir modernleşme dönemini, yoğun bir toplumsal dönüşümün yaşandığı zamanları görmüş aslında. İki dünya ile de bağını koparmamasının büyük etkisi olmuş olabilir resimlerinde. En çok da portreleriyle ünlü olan sanatçının kendisine ve eşine ait birçok yağlıboya portresini bu sergide görebilirsiniz. Cumhuriyet'le birlikte portrelere daha fazla ihtiyaç duyulduğu için bu alana ağırlık veren sanatçı, Tevfik Fikret'ten ünlü hukukçu Prof. Dr. Ebülula Mardin'e, Safiye Ayla'dan Atatürk'e, İbrahim Çallı'dan Fatih Sultan Mehmet'e birçok ismin portresini de yapmış. 

 Kendisi ve eşi Güzin Duran'a ait portrelerden bazıları. Ortadaki favorim!


Yukarıdaki kolajda ise sol altta Tevfik Fikret, sağ üstte İbrahim Çallı ve sağ altta da Hikmet Onat'ı görüyorsunuz. Diğerleri zaten daha tanıdık geliyor gözümüze değil mi? ;)

Feyhaman Duran 1911'de Paris'e giderek sanat çalışmalarını bir süre de orada sürdürmüş. O dönemlerde yaptığı resimlerden bazıları aşağıda. O zamanlar bir sanatçının Paris'te eğitim gördüğü nereden belli olur? Tabi ki nü çalışmalardan. Feyhamancım kendisine düşen modeller anlamda biraz şanssızmış sanırım. Hep aşağıdaki tarzda erkek modeller gördüm ben valla, kıh kıh. ;)


Şu haritayı da buraya koymam gerek diye düşünüyorum. 1850-1920 yılları arasında Pera'daki sanatçı atölyeleri, resim araç-gereçleri satan dükkanları ve sergi mekanlarını işaretlemişler üstüne. Neredeen nereye hey gidi Pera, diyebilir miyiz?


Serginin bir katında sanatçının eşiyle birlikte yaşadığı evinin salonu şeklinde düzenlenen bir bölüm, diğer katında ise yine eşiyle ikisinin çalışmalarını yaptıkları atölyeleri olarak sergilenen bir başka bölüm vardı. Atölyeye ve dönem itibariyle bir kadın olarak kendisinden çok daha arka planda kalmış olan eşi Güzin Duran'ın çalışmalarına ayrıca bayıldığımı belirtmem gerek. 



Tüm bunların dışında kocaman kırmızı salonun içinde onlarca manzara resminin arasında kaybolacaksınız. İstanbul'da Adalar, Kabataş iskelesi, Anadolu ve Rumeli Hisarları gibi yerlerin günün farklı zamanlarında, farklı hava ve ışık koşulları altında yapılmış onlarca resmi sizleri bekliyor. Monet de bu tür poşadlardan yaparmış. Ondan etkilenmiş olabileceği düşünülüyor. 


Bir sürü natürmort ve iç mekan resmi de sergide görecekleriniz arasında. Açıkçası ben sanatçının ağırlıklı portrelerini göreceğim, en fazla bir kata yayılmış bir sergi bekliyordum. Ama beklentimin çok üstünde bir kapsam ve niteliğe sahip bir sergiyle karşılaşmış oldum. 


Ben büyük olasılıkla bir ya da birkaç kez daha giderim bu sergiye. Size de kaçırmamanızı öneririm. Sakıp Sabancı Müzesi'ne de buradan teşekkürler göndereyim. Kültürel zenginliğimiz için yapılan her katkının, özellikle bu dönemlerde çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. İyi ki varlar.

İyi hafta sonları. 

Paranın Cinleri ve Harita Metod Defteri

Çok sevdiğim yazarlardandır Murathan Mungan. Hayattaki cesur ve ikiyüzlülüğe gerek duymayan duruşuyla da bayılırım kendisine ayrıca. Uzun zaman olmuştu okumayalı. Yaklaşık iki senedir de Harita Metod Defteri okunacaklar rafında duruyordu. Mardinli bir arkadaşımdan "ama önce Paranın Cinleri ile başlamalısın Murathan Mungan'ın otobiyografik hikayelerine" yorumunu duyar duymaz o kitabı da sipariş ettim ve uzun bir aradan sonra yazarın o güzel anlatımına doydum. Hatta yine tadı damağımda kaldı da diyebilirim ama zaten yeni kitabı yoldaymış kiii! ;)

Bu iki kitabında da yazar kendi geçmişine dönüyor. Çocukluğuna, ailesine, ilk gençlik yıllarına, ilk aşkına, hayal kırıklıklarına, masal şehri -ya da dışarıdan bizlere öyle görünen!- Mardin'de yaşanmış anılarına, daha sonra Ankara ve İstanbul yıllarına, kayıplarına, kazanımlarına. "Geçmişi yalnızca ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız," demiş eski ustalardan biri. Böyle yazıyor Harita Metod Defteri'nin arka kapağında. Murathan Mungan da kendi geçmişinden bunu yapmaya çalışıyor bu kitaplarında. 


...Alıntılar...

(Alıntı yapmaya, altını çizmeye doyamadığım satırlarla dolu kitaplar olmasına rağmen burada birkaç tanesini paylaşacağım sadece)

* Geçen zaman içinde dünyanın fani ve tali yüklerinden büyük ölçüde kurtulduğumu düşünüyorum. Büyük kalabalıkların değil, önemsediklerimin alkışlarını seçeli çok oluyor. 

* Çocukluğun en büyük zenginliği, ne engin sorumsuzluğu, ne ana kucağının sonsuz güveni, ne de çocukluk denildiğinde ilk akla gelen benzeri şeyler galiba; bence onun en büyük zenginliği, geleceğe inanç duyabilme duygusu. Ancak bunu yitiren çocuk, başka biri olmayı başarır. Başka biri olmak, büyümektir. Çocukluk fotoğraflarıma bakanların çoğu hep aynı şeyi söyler: 'Gözlerin aynı kalmış senin...' "

* "Yazarların yazdıkları dualarıdır. bu metin ruhuna gitsin anne." (Haboş'un yüzüğünü satıp çilek alma hikayesi)


* Hayatta normal olmanın değil, makul olmanın yollarını aradım; dışımdaki dünyayla dengemi ancak böyle sağlayabilirdim. Adını koymam çok sonralarıdır: hep makul olmaya, sağduyulu davranmaya çalışarak biçimlendirmeye, yönlendirmeye çabaladığım hayatımda, bastırdığım bütün delilikleri ben aşıkken yaşadım. Aşk benim cinnetim, geçici deliliğimdi.

* Tarihini sahiden Malkoçoğlu, Karaoğlan filmleri gibi bir şey sanan, geçmişinin ancak övülecek yanları kadarını bilen bir toplumda, "geçmişle yüzleşmek" sözü bugün bile pek çok kişi için ruha ağır, akla zarar geliyor elbet.  (Ermeni soykırımı, "milli emlak" adı altında Ermenilerin mallarına, mülklerine el konulması, Süryanilere yapılanlar, kısacası yurdun Doğu'suna gören gözlerle ve vicdanlı bir kalple bakan herkesin görebileceği şekliyle anlatılıyor kitapta)  

* Bugün Mardin için sık tekrarlanan "Dinlerin, kültürlerin bir arada yaşadığı hoşgörü şehri" gibi süslü turistik cümlelerin tarihin vicdanında bir karşılığı olduğu kanısında değilim.  

* Başkalarını cezalandırırken, aslında kendimi de cezalandırmış olduğumu umursamıyordum. Her zaman pire için yorgan yakan bir yanım oldu. (Bu ve sonraki maddede kendimi çok benzettim Murathan Mungan'a. "Ah bu ben!" dediğim özelliklerimden. ;) )

* İnatçı yapımla, küsme gücüm yaşamda pek çok konuda kendimi çelmelememe neden olmuştur, bilirim. Zihnimde, her şeyi - bana göre olması gereken- zamana işaretleyen katı kuralları olan bir düzenek işliyor sanki; kendime zarar verme pahasına da olsa, yerinde ve zamanında gerçekleşmeyen şeyleri sonrasında da bir kenara kaldırıp vazgeçiyorum sanırım. (Fotoğraf, İngilizce öğrenme, araba kullanma, vs konusundaki örnekler)

***

Bu kitaplardan sadece edebi bir tat almakla kalmadım ben. Murathan Mungan'ı sevdiğim bir aile büyüğü ya da tanıdık gibi hissedecek kadar yakından tanımış olmaktan keyif aldım. Bir insanın kendini olabildiğince objektif değerlendirdiği hikayelerini okurken aslında geçmişiyle, yaralarıyla, hayal kırıklıklarıyla yüzleşmesinin ve affetmesinin ne kadar zor olsa da ne kıymetli bir olgunluk getirdiğini gördüm. Ve cesurca yaşanmış bir hayatın güzelliğini. Mardin'e Murathan Mungan'la gitmek isterdim. Şehri gezmek için değil. Harita Metod Defteri'ni gezmek, onun ruhunda onunla birlikte bir yolculuğa çıkmak için. 

Çok yaşasın, çok yazsın dilerim. İyi ki var, güzel adam.

Kısa Kısa Filmler

En beğendiğim ile başlayayım: Manchester by the Sea. Yaşamın Kıyısında olarak Türkçeleştirilmiş adı. Asosyal musluk tamircisi Lee'nin hayatı ağabeyinin ölüm haberiyle birlikte önemli ölçüde değişiyor. Ağabeyinin vasiyetiyle birlikte yeğeninin sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini öğrenen Lee, buna hiç de hazır görünen bir tip değil. Neden böyle uzak ve sorunlu bir karakter olduğunu ise kendi hayatında geriye döndüğümüz sahnelerde iyice anlıyoruz. Geçmişinde öyle bir trajedi yaşamış ki bir daha hayata dahil olamamış olduğunu gördükçe yeğeni Patrick'e bile uzak durmasının nedenini de anlıyoruz. Ama belki de ağabeyinin giderken Patrick'in sorumluluğunu ona bırakması bile onun yaralı ruhun iyileştirmek için düşündüğü bir çözüm. Belki Lee bu sayede sadece nefes almak dışında, gerçek anlamda yaşamaya başlayacak ve kendini affedebilecek. Casey Affleck, Lee rolünde çok başarılı. Yönetmen Kenneth Lonergan da harika bir iş çıkarmış. Çok severek izledim. 


İkinci olarak Arrival'ı önereceğim size. Geliş filminde kimler geliyor derseniz, yine o meşhur uzaylılar geliyor efendim. ;) Ama bu kez onlarla bir dil bilimci aracılığıyla iletişim kurma yoluna gidiyoruz. Öyle haldır huldur uzay gemilerine karşı savaş açmak yerine insanoğlu dil bilimi profesörü Louis (Amy Adams) sayesinde onların işaretlerinin ne anlama geldiğini çözüp, neden dünyanın sekiz ayrı noktasına uzay gemilerini indirdiklerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bilim-kurgu ve uzaylı istilası/savaşları en favorilerim arasında değildir, ama bu film olaya iletişim boyutundan yaklaştığı için olsa gerek çok hoşuma gitti. Anlamsız attraksiyonlar, Hollywood abartıları yok. Hayatın bir varış noktası değil, bir yolculuk olduğunu ve doğrusal olmayan zaman olgusunu düşünmemizi sağlayan bu Dennis Villeneuve filmini de çok sevdim. Öneririm. 


Sırada bir  Tom Ford filmi olan Nocturnal Animals, yani Gece Hayvanları var. Ve baş rolde de yine Amy Adams var. Ama bu kez diğer baş rol Jake Gyllenhaal daha ön planda. Bir gün ikinci evliliğini sürdürmekte olan Susan'a eski eşinden bir roman taslağı gelir. Edward, Susan'a ithaf ettiği Gece Hayvanları adlı romanıyla ilgili eski eşinden fikir istemektedir... ya da belki de fikir falan umurunda değildir, yazarak intikam alıyordur. Etkileyici bir film. Tom Ford'un da modacı olan Tom Ford olduğunu sonradan öğrendim. Kesin isim benzerliğidir diyordum, meğer adamda böyle de bir yaratıcılık varmış. İzlenesi! 


Son olarak Leonardo di Caprio'suz bir Martin Scorsese filmi olması nedeniyle de ilginç olan ( ;) ) Silence filmi var sırada. 17. yy'da Japonya'da Hıristiyanlığı yaymak için çalışan misyonerlerin yaşadıklarını iki rahibin hikayesi aracılığıyla izliyoruz. Kendilerinden önce o topraklara gitmiş olan üstatları Peder Ferreira'nın (Liam Neeson) dininden döndüğünü ve Japon bir kadınla evlenerek Budizm'e katkılarda bulunduğunu  öğrenen iki idealist rahip "yok canım, kesin doğru değildir" dedikleri için, "doğruysa da bizim Peder'in ruhunu kurtaralım" diyerek yola koyulurlar. Koşullar gerçekten zorludur, Hıristiyanlığa o topraklarda yer yoktur. Büyük fedakarlıklar ve eziyetler ve hatta kayıplardan sonra Peder Ferreira'ya ulaşmayı başaran Peder Rodrigues'in de müthiş bir inanç mücadelesine girmesi gerekecektir. 


Etkileyici bir film. Kesinlikle izlemelisiniz. Kichijiro ise favorim oldu. İlkeli duruşuyla gözlerinizi yaşartacak bir karakter. :P

Ha filmi ne yapayım, asıl aksiyon ülkede, ben bu aralar entrika ve sahtekarlık dozu yüksek, para-pul değil umut çalan hırsızların baş rollerde olduğu son bölümlerini izliyorum ülkemin derseniz, o da olur. Her seferinde spoiler vere vere yeni bölümleri çekseler de ben de hâlâ ağzım açık izlemeye devam ediyorum zira! 

Anne-Kız Roma Notları

Roma'da da size önerebileceğim pek bir yenilik yok tahmin edebileceğiniz üzere. Roma ile ilgili tüm yazılarım bu linkte ve toplam 12 yazı var içinde. Daha ne önereyim, değil mi? "O zaman ne işiniz var yine orada, başka bir yere gitseydiniz" diyenlerle bozuşuruz o ayrı. Roma'ya defalarca giderim, sokaklarında defalarca turlarım, yemeklerini ve dondurmalarını çatlayana kadar yiyebilirim, şaraplarını ise Yalan Dünya'nın Nursel'inin cam damacana şeklindeki viski sebili boyutlarındaki karaflardan içerim ve sarhoş olmam. ;) O derece yani, bilmem anlatabildim mi? ;)

Bu kez Campo de Fiori'de bir B&B'da kaldık. Şansımıza iki odalı B&B Piazza'nın diğer odası da boş olduğu için mutfak ve ortak alan da tamamen bize aitti. Sahibesi Anna Monaco tam bir çılgın İtalyan hatunu, süper cana yakın, yardımcı, güler yüzlü. Tertemiz, interneti iyi çalışan, mutfağı ve içinde İtalyan kahvesi ve kahve makinesi olan, meydandaki meşhur çiçekçilerin hemen arkasındaki minnak ara sokaklardan birindeki bir binada yer alan odamızdan çok memnun kaldık. 


Tabi diğer oda da dolu olsa bu kadar rahat edemezdik muhtemelen. Çünkü ilk gün sabahın köründe tren yolculuğu, bavullarla odaya geliş, üstüne Cul de Sac'da domatesli ve parmesanlı işkembe ve tavşan etli pappardelleyi bölüşüp, üstüne Trastevere'de meydanda birer kadeh bir şeyler içiş, üstüne yolu uzatarak nehir kenarında biraz daha yürüyerek akşamı ediş, hafiften yağmur başladığında asla acıkamayacağımıza karar veriş ve o yüzden de odaya gitmeyi seçiş kısmında yan odanın boş olması önemli bir etken oldu. Karşıdaki şarküteriden nefis bir şişe Puglia bölgesi şarabımızı -sadece 6,90 Euro'ya!- alarak günü erken kapatmaya karar verdik. Evin her köşesine yayılarak, ertesi günün planını yapalım dedik. 


Üstteki fotoğrafta Trastevere'deki ana meydana bakan kafelerden birinde sokak müzisyenleri eşliğinde beni şarabımı, annemi ise antifrizini yudumlarken görüyorsunuz. Hatuna Aperol Spritz demekten daha kolay geldiği için antifriz adını taktı kendisine. ;)

Ertesi gün tamamen keyif ve alışveriş turu yapalım diyerek attık kendimizi sokaklara. Annem de daha öne Roma'yı görmüştü, ama yine de bu kadar çok yürüyerek gezmemişlerdi sanırım. Kaldığımız yer itibariyle bir sokak dönüp Navona Meydanı'na, iki sokak yürüyüp Pantheon'a, oradan kıvrılıp Trevi Çeşmesi'ne, buradan devam edip Spagna'ya çıkınca mest olduk tabi. Annemin yorumuna bayıldım: "Burada her köşeyi dönünce sanki 'Ve perde!' diyerek perde açılıyor ve bambaşka bir dekorla yeni bir sahne ortaya çıkıyor gibi.


Yine her yerdeki turist kalabalıklarına imrenerek baktık. Turizme verdikleri değer anlamında ders olarak okutulması gereken bir ülke bence İtalya. Tesis ve yeme-içme kalitesinden, standartları koruma ve denetlemeye, tarih ve kültür miraslarını el üstünde tutmaya, güzeller güzeli Akdeniz ikliminin tüm nimetlerinden faydalanmalarına kadar. Helal olsun! Onlara akın akın turist gitmeyecek de kime gidecek, değil mi?

Neyse, tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Dondurma molasını elbette Giolitti'de verdik. O kadar çeşit arasından seçim yapmakta zorlansak da en nihayetinde çıtır kornetlerimizi doldurabildik. Mmm, nefis! 


Tabi ki bir Roma klasiği olarak Trevi Çeşmesi'ne yine para attık. Dilek tutmadan, yeniden buluşmak için bu güzel şehirle. Annemin yanındaki adamlar bodyguard tadında çıkmış, benim sol yanımdaki kol ise Bülent Ersoy'a ait olabilecek otrişlikte. ;))


Yeme-içme molası olarak pek çok yerde atıştırmalık duraklar yaptık. Akşam yemeği içinse İsocum'la deneyemediğimiz yeni bir yer keşfi de yapmış olduk. Sisto Köprüsü'nden geçerek Trastevere'nin kalbine doğru ilerleyerek Grazia & Graziella'da pizza yemeye gittik. İyi ki gitmişiz. Olağanüstü pizzasının dışında, beklerken ikram ettikleri prosecco, masamıza bakan Roberta'nın tatlılığı, iki yanımızdaki masalarda birbirleriyle yazışan kızlar ve erkekler arasında kalıp, mecburen bir süre muhabbetlerine dalmamız ;), arkamızdaki masaya servis yapan garson kızın bir şişeyi tuzla buz etmesi sonrasında diğer tüm garsonların ve müşterilerin kocaman bir alkış koparması ve güle eğlene ortalığı toparlayıp devam etmeleri. 


O kadar çok şey anlatabilirim ki bu enerji yükselten insanlar hakkında. Annemin fotoğraf çektirmek için köprünün kenarına çıkmak istediğini sanarak hemen yardım etmeye yeltenenler, Castel Sant'Angelo önünde keman çalarak ortama güzellik katan müzisyen, buzdolabında unuttuğumuz prosciutto ve parmesanlarımızı alıp da havaalanına yetişebilelim diye kocasının motorunun arkasına atlayıp hızlıca yanımıza gelen B&B sahibesi Anna, hiç İngilizce bilmediği halde yol tarif edenler, alacağımız peynir çeşitlerini bile tattırmak için ikram edenler, onlar bunlar... Annem bu kadarını ilk kez yaşayarak anladı bence. "Burada herkes yakın arkadaş gibi" ve "ne tatlılar yahu, bunlara konuş ve eğlen de yeter" yorumları da yine ona ait ve çok İtalyanları tanımlıyor bence. 


Geçen sene çok keyifli bir Roma gezisi sonrası son gece yine köprüden şehrin ışıklarına bakarken sırf bu yüzden gözlerim dolu dolu olmuştu -ve İsocum sanırım o an pek anlayamamış ve pek de bulaşmasam iyi olur dönemlerimden biri olduğunu sanmıştı. ;) Ama Trastevere'deki o akşam yemeğinden sonra yine aynı köprüden odamıza dönerken annemin de gözleri dolu dolu olduğunda benim şimdiye kadarki yorumlarımda aslında ne demek istediğimi ve buraya neden doyamadığımı kesinlikle anlamıştı. Neyse, en azından "Türkler, İtalyanlara benziyor" diyen olursa karşı çıkacak bir kişi daha var artık aramızda.;) 

Ama yaptığım pazarlık sonucu bizi havaalanına götüren taksici "Tam bir İtalyan'a benziyorsun, öyle pazarlık yaptın" dediğinde de Türk olmanın haklı gururunu yaşamadım değil. "Ee, sen ne diyorsun bebişim? Biz Kapalıçarşı esnafından, balık pazarı balıkçılarından, yağmurlu havada ortadan kaybolup sefa yürüyüşü yaparken arkandan zart zurt korna çalan taksicilerden öğrendik pazarlığı. Peh!" dedim içimden. ;) 


Son gün de Castel Sant'Angelo'nun arkasındaki alışveriş caddesini, sokak tezgahlarını gezip, yine sokaklarda bol bol yürüyüp, keyif molaları verip kapanışı yaptık. Her sokağın, her meydanın, her insanın "Ve perde!" diye önümüzde açılarak içimizi aydınlattığı bu güzel şehri ve ülkeyi Tanrı hep korusun dilerim. Cennet yeryüzünde, kıymetini bilene. Sık sık buluşmak dileğiyle. 

İyi hafta sonları!

İki Kadın Venedik'te Çocuklar Gibi Şendik ;)

Bu baharı küçük bir anne-kız kaçamağı yaparak benim için yeryüzündeki cennet olan İtalya'da karşılayalım demiş ve biletlerimizi alıp, rotamızı çizmiştik. Annem Venedik'i daha önce görmediği için önce üç gün orada kalacak, sonra da trenle Roma'ya geçip iki gün de orada oburluk yaptıktan sonra dönecek şekilde plan yaptık. Daha doğrusu planlar benden gezmesi ikimizden oldu. ;) 

1 Nisan öğleden sonra geldiğimiz Venedik'te neredeyse San Marco Meydanı'ndaki Çan Kulesi'nin dibinde kaldık desem yeridir. Hotel San Zulian'ı herkese tavsiye ediyorum. Gezi planımız belli olur olmaz yer ayırttığım için çok iyi bir fırsat da yakaladığımızı söylemem gerek. Orada kalırken fiyatlara kontrol ettiğimizde bile bizim ödediğimizin üç katı olduğunu görerek daha da mest olduk. San Marco'ya üç dakika, Rialto Köprüsü'ne beş dakika, en uzak mesafe diyebileceğimiz Galleria dell'Accademia'ya ise on beş dakika mesafedeki bu üç yıldızlı otel, konumu ve yeterince geniş ve temiz odası ve banyosu ile tam aradığımızdı doğrusu. 

  
Tur rehberi olarak üçüncü gidişim olmasına rağmen yine içimden gelen her köşede fotoğraf çekme isteğine karşı koymayı beceremedim. Bu kez yüzlerce fotoğrafıma ek olarak onlarcasını çektim. Annemin şaşkınlığı ve hayranlığı ise inanılmazdı. Az gezen bir kadın değildir kendisi. (Kime çekmişim acaba? ;) ) Ama Avrupa'da her yer az çok birbirine benzer, klişe sözünün burası -ve hatta Roma- için hiç de geçerli olmadığını bu gezide bizzat yaşadığını düşünüyorum. Ve "bir daha dünyaya gelirsem İtalya'nın bir köyünde bile olsa İtalya'da doğmak isterim" derken ne demek istediğimi de gezinin sonunda tamamen anlamıştı. Neyse... 

Fotoğraflarla devam edelim. Rialto Köprüsü geçen sene Nisan'da tadilattaydı. Bu sene açılmış. Altında gün batıralım diye oturup saatlerce sohbet ettiğimiz gün unutulmazlarım arasında yer alacak. Gelip giden içkiler değişse de sohbetin keyfi hiç değişmedi. Ve taa nerelere gidildi, kimler anıldı, kimlerin kulakları çınlatıldı...


Şehrin en güzel noktalarından biri olan Accademia Köprüsü'ne de hem gündüz, hem günbatımında hem de gece uğradık. Her seferinde manzarayı hayran hayran izleyerek, rüya şehri bir kez daha zihinlerimize kazıdık. Hatta bu kez Galleria della'Accademia'ya da girdik. Kişi başı 12'şer Euro'larımızı hazırlayıp kuyruğu bitirmiştik ki gişe görevlisi "bugün Pazar olduğu için bedava" deyince şanslı günümüz olduğuna karar verdik. ;) O yüzden aklınızda olsun, bu müze gezisini denk getirebilirseniz Pazar'a ayarlayın. 


Accademia Müzesi, tıpkı Floransa'daki adaşı gibi en bayıldığım müzeler arasında yer almadı. Floransa'da en azından yakışıklı Davut'u görmüştük, bunda o da yoktu. Gerçi gitmeden önce eserlerin hangi dönem olduğuna bakıp durumu az çok anlamıştım ama yine de merak işte. Neyse ki, çok yoran bir müze değil. 14.-18. yy arası eserlerin olduğu müzede biz pek 18. yy'a ulaşamadık. Daha önceki dönemlerin Meryem'li İsa'lı resimleri de bana pek iç açıcı gelmez. Ama yine de Tintoretto, Bellini, Titian ve Veronese'in etkileyici tablolarını görmek bile başlı başına güzeldi.


Tabi ki bol bol yeme ve içme molası verdik. Geçen sene verdiğimiz şu molaların dışında yeni keşif olarak nefis deniz ürünlü spagettisi  (iki kişilik bir porsiyondu bence) ve lazanyasıyla Osteria Barabao'yu da listeye ekleyin derim.


Venedik'te anneme de göstermek istediğim özellikli duraklardan Müzik Müzesi, Modern Sanat Galerisi ve yangın çıkışı kanala açılan nefis sahaf ve kitapçı Libreria Aqua Alta'yı da gösterdim. Girmediğimiz ara sokak, üstünden defalarca geçmediğimiz kanal köprü, oturmadığımız meydan, bakmadığımız dükkan vitrini bırakmayana kadar şehri arşınladık diyebilirim. Sadece meydanlarda bile klasik müziğe doyduk. Kaldı ki şehrin her yerinde harika etkinlikler vardı her gece, onların hiçbirine gitmememize rağmen sanat dolu günler de geçirmiş gibi hissediyorum ben. Çünkü İtalya'da şehirler birer müze bana göre. Yani her gün değişik bir şeyler görmeyi başardık. Ve evet, bu bizim değil, Venedik'in başarısı aslında.



Yarım gün de kendimiz zaman kaybetmemek adına Viator'dan Murano&Burano&Torcello Adası turu alarak 4,5 saatimizi bunlara ayırdık. Diğer türlü neredeyse bir gün ayırmak gerektiğini bildiğim için bu turu tercih ettim. Ama keşke Torcello olmayanını tercih etseymişiz, çünkü Murano'da cam atölyesi dışında bir şey görmek mümkün olmadı -ki bu çok da önemli değil- ve Burano annemin içinde kaldı -bu önemli. Torcello, Venedik'in en eski mozaiklerine sahip ilk katedrallerinden birine ev sahipliği yaptığı için özellikliydi. Ama biz Murano ve özellikle Burano sokaklarında daha fazla dolaşabilmeyi tercih ederdik. Burano rengarenk evleriyle yine çok keyifli bir masal adası gibi çıktı karşımıza. İlk ziyaret için 50 dakika az bir süre oldu tabi. Biraz daha uzun zamanımız olabilirdi bu adada. Dantel dükkanları ve yeme içme durakları gezinin içimizde kalan tek şeyi oldu. Sadece bir tur atıp, biraz fotoğraf çekip dönebildik vaporettomuza.


Bu da Torcello özet ;)) 

Rüya gibi bir üç günün ardından 4 Nisan sabahı Roma'ya gitmek üzere Santa Lucia Tren İstasyonu'ndan kalkacak trenimize Rialto'dan bindiğimiz vaporetto'muzla ulaştık. Yaklaşık 15 dakika süren bu vapur yolculuğu da Grand Canal'ın görmediğimiz diğer bölümünü bize gösterdi. Sanki bir film setinde gibiydik, sabahın köründe yine tüm estetiğiyle gözlerimizden kalpler fırlamasına neden oldu güzellik!

 
Venedik bize çok iyi davrandı yine. Üç gün içinde hiç yağmur yağmadığı gibi üstüne üstlük Nisan ayının ilk haftası için son yirmi yılın en sıcak havasına denk geldik. Bakalım Roma da bir güzellik yapacak mı bize? Trene yerleştik, geliyoruuuz! ;)

Not: Venedik ile ilgili tüm yazılarım için aşağıdaki link'e tıklayabilirsiniz.