Minik Bir Not

Hani bu notu yazmasam da zaten fark etmişsinizdir ama ben yine de Muharrem İnce gibi açıklama bile yapmadan ortadan kaybolmuş olmayayım diye yazayım dedim. ;) Kültür-sanat etkinlikleriyle ilgili yorumlarımı artık blog yerine İmgeleme'nin Facebook sayfasında ve Instagram'da -hikayeler ve gönderilerde- bulabilirsiniz. Bloga yeterince zaman ayıramayacak bir dönemdeyim. Geçici mi, kalıcı mı olur bilmem ama biraz daha pratik devam edeyim dedim bu paylaşım işine. Zaman zaman "Öneri" ve "Okuyorum" bölümlerini güncellemeye ve sizleri okumaya devam edeceğim tabi ki. Yani bu bir veda değil, platform değişikliği bilgilendirmesi diyelim.  E görüşürüz o zaman. ;)  


Sergi Haberi: Divane

Haniyeh Aeini’nin tamamı akrilik eserlerden oluşacak “Divane” isimli sergisi 10-31 Ekim 2018 tarihleri arasında Galeri Eksen’de gerçekleşecek.

Haniyeh, yaşamın zorluklarını farklı anlam ve anlatılara sarılarak azaltan ve bu sayede kendi olmayı başaran figürlerin fedakarlıklarını, eserleriyle gözler önüne seriyor.




Sergideki eserlerde “divane”nin toplumsal maskelerini sıyırıp, kimliğine dair yoğun ve uçlardaki duygularını ifade edişine tanık olacaksınız. Haniyeh’nin çizgilerinde insanın güzellik, gerçeklik ve “ben” olmak üzerine arayışını görebileceksiniz.

Zıtlıkları, varoluşu, kozadan kurtuluşu izleyebileceğiniz eserler, 31 Ekim 2018’e kadar Galeri Eksen’de.

İyi gezmeler!

Sergi Haberi: Melih Püskülcü'den Yüzler


Heidegger'a göre varoluşun temel kategorileri ya da temel biçimleri şöyle sıralanır; hal ya da duygu, anlama ve konuşma.



Bu üçü içinde hal ya da duyguyu (stimmung) ele aldığımızda, bir varlık kipi olarak en temel halimizin endişe (kaygı-angst) olduğunu belirtir. Bu endişe ya da kaygı, nesnesi belli olmayan türde bir korku olarak da ifade edilebilir. Geleceğin belirsizliğinin üzerimizdeki sürekli etkisi diyebiliriz buna!




Son yıllarda üzerinde çalıştığım bu insan yüzleri bu türden bir varoluşsal kaygının dışavurumunun izlerini taşımakta. Ancak belirtmeliyim ki bu yüzler bu izlenimi yaratsın diye değil, çalışmanın hezeyanı içinde kendiliğinden, adeta karşı konulmaz bir biçimde beliriyor.

Bunun en büyük nedeni de muhtemelen, kalabalıklar içinde sürekli olarak izlediğim tek tek yüzlerin birinden diğerine gide gide bir insan idesine evrilmesi; tüm zamanların tedirgin insanına!


Melih Püskülcü



Sanatçı yirmi beş yıla varan çalışmalarında resmin geleneksel olan peyzaj ve ölüdoğa gibi  konularının yanında portrelere ağırlık vermiş ve figüratif soyutlama diyebileceğimiz bir tekniği benimsemiştir.

Günümüzde resim ve felsefe alanları ile ilgili olarak çalışmalarını sürdürmektedir.


Sergi, 11- 30 Ekim tarihleri arasında Galeri Selvin'de izlenebilir.



Adres: Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş İstanbul
Tel: 212.263 74 81
Galeri Selvin, Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.

Sergi Haberi: Datça Ruhu

Datça’da yaşayan 21 sanatçının eserlerinden oluşan “Datça Ruhu” Karma Sergisi 1-14 Ekim tarihleri arasında Datça Liman Sanat Galerisi’nde açılıyor. Sergiyi Datça Kent Konseyi Kültür Sanat Bilim Grubu düzenledi. Küratörlüğünü ise Ayşe Gülay Hakyemez yaptı.

Datça sakinlerinin, Datça’nın havası, denizi, çiçekleri ve hayvanlarının oluşturduğu benzersiz Datça Ruhu’nu resim, illüstrasyon, heykel ve enstalasyonlarıyla betimleyen sanatçılar:

Volkan Akmeşe, İdil Berf, Sema Boyancı, Zeynep Bozoğlu, Evrim Bozyel, Ayça Bumin, Şebnem Çaylan, Serap Çota, Gülsen Erdoğan, Nahide Erol, Tamer Ertuna, Gözde Yaldızciyan, Yasemin Gök, Özgül Kahraman, Melek Şule Kantürk, Nezaket Koç, Serap Riedel, Korkut Sönmez, Zeynep Şankaynağı, Mine Soral, Mehmet Ünsalan.

(Sağ: Korkut Sözmez; Sol: Serap Riedel )

Datça'ya yolu düşenlerin 1-7 Ekim ve 8-14 Ekim haftalarına bölünerek iki hafta boyunca gezilebilecek sergiyi kaçırmamalarını öneririm. 

İyi haftalar!

83 1/4 Yaşındaki Hendrik Groen'un Gizli Güncesi

Yeni bir yıl, yaşlıları hala sevmiyorum. Yürütecin peşinden ayaklarını sürüyerek yürüyüşleri, yersiz sabırsızlıkları, bitmeyen şikayetleri, çayın yanında yedikleri kurabiyeleri, inleyip sızlanmaları.Ben mi? Ben kendim 83 yaşındayım” 

Bir kitap sayfasında ya da dergisinde şu cümlelerle başlayan tanıtım yazısının tamamını bile okumadan karar vermiştim zaten bu kitabı almaya. Çok tatlı değil mi 83 yaşındaki bir yaşlının ağzından yaşlılığı dinlemek? Üstelik öyle nostaljiye bayılan, yanımdan çocuk-torun eksik olmasın diyen, ne olursa olsun yaşayayım kafasında olan bir yaşlı değil Hendrik Groen. Geriatristine gerekli olması halinde ötenazi istediğini belirten, huzurevinin sürekli şikayet eden yaşlılarından köşe bucak kaçan, Tanrı'yla birbirlerini rahatsız etmeme anlaşması yapmış, engelli scooter'ına binerek dört tel saçını rüzgarda dalgalandırmayı seven, dört tel saçı için iki ayda bir berbere giden, kendi çapında aşık bile olan, hasta bezi kullanma fikrinden nefret eden, her gün yazarak kendini iyileştiren BHÖ (Biz Hala Ölmedik) grubu üyelerinden. ;)


Yaşlılığın esprili bir dille anlatıldığı ancak gerçekçi bir bakışla hüzünlü taraflarına da değinen 83 1/4 Yaşındaki Hendrik Groen'in Güncesi takma bir isimle yazılmış. Yani Hendrik Groen'in ardındaki gerçek kimliği bilmiyoruz. Gerçek bir günlük mü, kurgulanmış bir roman mı onu da bilmiyoruz. Ama ben gerçek bir karakter olmasını çok istedim kendisinin, çünkü bu yaşlı profilini çok sevdim. 

Hollanda'da bir huzurevinde kalan Hendrik Groen her gün olanları kısacık da olsa günlüğüne not ediyor. Yaşlıların çay saati dedikoduları, yangın tatbikatı sırasındaki ağır aksak hareketleri, ufak tefek sakarlıkları, gençlerin zoraki ziyaretleri gibi sevimli ve komik konuların yanında alzheimer olduğu anlaşılan bir dost ile gerçekçi bir yol planı çizme, hoşlanılan bir komşunun felç geçirmesi, içkisinden asla vazgeçmeyen bir arkadaşın ayak parmaklarının kesilmesi, her ay cenazeler sonrasında boşalan ve yeni sakinlerinin yerleştiği odalar, kışın düşme korkusuyla pencere önüne mahkum kalma gibi hüzünlü yaşlılık gerçekleri de var bu kitapta. Toplumun ve daha genç insanların yaşlılara nasıl baktığı da o hüzünlü gerçeklik kısmına dahil. 

Ben çok severek okudum bu romanı. Umarım Hendrik gibi 83 yaşında günce yazabilen, akşamları bir iki kadeh şarabını içen, bedeninin elverdiği aktivitelerden hiç vazgeçmeyen ve şikayet etmeden yaşayabilen bir yaşlı olurum. (İlk üçü olurum da sonuncusuna söz veremiyorum sanki, yaşlılığın şanındandır şikayet etmek yahu! ;)) ) 

Alıntılar

* "Dün en güzel günlerimizden birini yaşadık yine; bir kalp krizi, bir kalça kırılması ve boğazına takılan bir Bastogne kurabiyesinden dolayı az kalsın boğulan biri. Ambulans gidip geldi; öğleden sonra üç sefer yaptı. İnsan yetişemiyor; o kadar çok konu konuşuluyor ki kahve ve çay saatlerinde."



* "Everest Dağı'na tırmanmış seksen yaşında bir adam var. Ben kaldırım kenarını çıkmaya zorlanıyorum. bu hiç adil değil."

* "Beklenilenin aksine yıllar içinde ufak şeylerle uğraşmak daha önemli hale gelir, geniş düşünme ise azalır. Yaşlı ve bilge olmak kuraldan çok istisnai bir durumdur."

* "Hasta çocuklar için klinik palyaçolarından sonra şimdi de yalnız yaşlılar için palyaçolar görevlendireceklermiş. Onları şimdiden uyarmak isterim; kalan en son gücümle, beni neşelendirmeye gelecek olan palyaçonun neşeli, ukala kafasını tavayla yaracağım."

* "Dalgınlık. Yaşlılar tıpkı çocuklar gibi sürekli bir şeylerini kaybederler, ancak her şeyin yerini bilen bir anneleri yoktur artık."

Keyifli okumalar.. Ve iyi hafta sonları hepimize!

4 3 2 1

En sevdiğim yazarlardandır Paul Auster. Bu son romanı 4 3 2 1'i de neredeyse kendisi kadar büyük bir heyecanla bekliyordum. Biliyor musunuz bilmem, ama Paul Auster üç yılda yazdığı bu romanını bitirmeden ölürsem diye çok endişeleniyordu ve hayatımın kitabını yazdığımı söyleyebilirim demişti bitirdikten sonraki bir söyleşisinde. Ben de okurken ara sıra aklıma acaba son kitabını mı okuyorum düşüncesi geldi ve hüzünlendim doğrusu. Lütfen öyle olmasın ve henüz 70 yaşında olan canımız Paul Auster en az beş roman daha yazmadan bu dünyadan göçüp gitmesin. Tamam, her biri bu roman gibi yaklaşık 1150 sayfa olmak zorunda değil. ;)


Yazarın kendi yaşamından izlerin bolca olduğu bu romanda 1968 üniversite olayları, Vietnam Savaşı, Martin Luther King ve Kennedy suikastları, Kanlı Pazar ve daha pek çok toplumsal olay da yer alıyor. Haliyle 20. yüzyılın ikinci yarısına da ışık tutan bir roman diyebiliriz. Ana karakter Ferguson'un yaşamının dört farklı halini okuyoruz. Ailesi, ergenliği, okul hayatı, aşk hayatı, üniversite ve yetişkinlik hayatına geçişi gibi Ferguson'un yaşamının farklı evreleri için dört farklı senaryonun gerçekleşmesi halinde neler olurdu, yaşamı nasıl farklı yönlere akabilirdi diye görüyoruz. Bana böyle "Sliding Doors" ya da "Run Lola Run" tarzı alternatif hayat kurgularıyla gelin. Hele üstüne bir de Paul Auster anlatımı olsun, içinde Brooklyn, Paris, yazarlık (Taban İkizleri adlı bir çift ayakkabının hikayesine bayıldım mesela), aşk acıları, dönemin sosyal ve toplumsal halleri olsun -ergen seks hayatı ve beyzbol olmasa da olurdu ama n'apalım artık ;P- tadından yenmez. Çok severek okudum 4 3 2 1'i. Kalınlığı gözünüzü korkutmasın, severek okuyacağınıza eminim.

Alıntılar

* "...kuru ekmek kırıntıları yemek zorunda kalacakları için değil, annesinin artık kendisinden daha güçlü olmadığını, dünyanın indirdiği darbelerden onun da kendisi kadar incindiğini, annesinin kendisinden daha büyük olması dışında aralarında fark olmadığını anladığı için ürktü."

* "Ne tuhaf bir çiftti o ikisi - her düşmanca hareketi sevgi çığlığı olan yaralı bir oğul ve onu tokatlamayarak, hakaretlerine izin vererek sevgisini gösteren yaralı  bir baba."

* (Suç ve Ceza'yı okuyan Ferguson'un düşünceleri) "...eğer bu bir kitabın ulaşabileceği nitelikse, eğer bu bir romanın insanın yüreğini, aklını ve dünya hakkındaki duygularını etkilemesine bir örnekse, o zaman roman yazmak insanın hayatında yapabileceği en iyi şeydi, çünkü Dostoyevski ona kurgulanmış hikayelerin eğlence ve vakit geçirme aracı olmanın çok ötesine geçebileceğini, insanı altüst ve tersyüz edebileceğini, insanı hem yakıp kavuracağını hem donduracağını hem de çırılçıplak soyup evrende kopan fırtınaların içine fırlatacağını öğretmişti..."

* "Ne hissediyorsak onu hissediyoruz demektir ve duygularımızdan sorumlu olamayız. Hareketlerimizden sorumluyuz ama duygularımızdan değiliz."

* "Ferguson böyle yaparak güçlü olduğunu sanıyordu, ama sonradan gelecekteki kimliğinin perspektifinden geçmişteki davranışını değerlendirince yaptığının inatçılıktan başka bir şey olmadığını anladı. İnatçı gurur demek de sonuçta 'aptal' sözcüğünün başka bir tanımı demekti."

* "Gerçekten ciddi olan tek bir felsefi sorun vardır, o da intihardır. Yaşamın yaşamaya değer olup olmadığı hakkında karar vermek felsefenin o temel sorununu cevaplamaktan ibarettir."

Keyifli okumalar!

İstanbul Modern Güncel Sergileri

"Sen İstanbul güncelini nereden bileceksin ki, iki buçuk aydır uzaksın şehirden" dediğinizi duyar gibiyim. Ama durun, bana bir kulak verin. ;) İstanbul Modern'in Beyoğlu'ndaki geçici binasındaki sergileri Haziran ayında, Kaş'a göçmeden önce gezmiştim. Dün fotoğraf dosyalarını elden geçirirken o sergilerin fotoğraflarını da gördüm ve onları da -pek çok şey gibi- yazmadığımı fark ettim. Sonra İstanbul Modern web sayfasına baktım ve sergilerin 11 Kasım'a kadar devam ettiğini görerek benim Haziran gezimin güncelliğini aynen koruduğunu da fark ettim. O zaman Kaş'tan bildiriyorum ey İstanbullular, 11 Kasım'a kadar İstanbul Modern'in Pera'daki geçici binasına uğramayı unutmayın, olur mu? Çünkü harika şeyler göreceksiniz. 

Öncelikle İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi'nin koleksiyon sergisi olan Bakış Açıları'ndan birkaç çalışmayı paylaşayım. Farklı kuşaklardan altı sanatçının deneysel üretimlerinin yer aldığı sergide geleneksel fotoğrafın sınırları yeniden şekillendiriliyor. Dijitalin analoga baskın çıkması demeyelim de birlikte el ele bir şeyler üretmelerinin sonucu pek çok yaratıcı çalışma bu galeride sizleri bekliyor.  Murat Germen'in üç boyutlu Korint Kanalı'nı daha önce kaç kez ve nerelerde gördüğümü unuttum ama çok kez ve pek çok yerde gördüğümü söyleyebilirim. Alt sırada yer alan Ali Alışır'ın arşivsel pigment baskı çalışmalarını da çok sevdim. Üstte solda ise Boris Mikhailov'un Dünden Kalan Sandviç isimli eseri var. Sovyetler Birliği'nin en önemli fotoğrafçılarından biri olan sanatçı 1960'lardan itibaren fotoğrafı hem belgeleme hem de ülkesindeki yaşamla başa çıkma yöntemi olarak kullanıyor. Burada da sanatçının 1960-70 yılları arasında çektiği kadın ve doğa fotoğraflarının üst üste bindirilmesiyle ortaya çıkan ve "superimposition" serisinin bir parçası olan çalışması bulunuyor.


***

Şimdinin Peşinde isimli koleksiyon sergisinde ise günümüz dünyasında insanlık hallerine odaklanılıyor. İnsanın kentle, doğayla, fiziki çevresiyle ve kendi benliğiyle olan ilişkisini tarihsel, toplumsal ve kişisel bağlamda irdeleyen çalışmalar var bu bölümde. Burhan Doğançay duvarları, Mehmet Güleryüz, Adnan Çoker tabloları gibi eski binadan tanıdık pek çok şeyin yanı sıra ilk kez gördüğüm çok güzel çalışmalar da oldu. Ramazan Bayrakoğlu'nun sağdaki pleksiglas üzeri akrilik Yangın tablosuna bayıldım. Olafur Eliasson'ın Red Emotional Globe adlı Dünya ve kıtalarını çağrıştıran renkli ve iki katmanlı heykelini de çok sevdim.


Aşağıda solda ise bir Taner Ceylan şaheseri var. "Beyaz Fonda Alp" eserinde sanatçı figürün başını çevirdiği ve arkadan öne dönerken adeta zamanın yavaşladığı, hani fotoğraf çekiliyor olsa flu çıkacak o anı resmetmiş yağlıboya ile. Bu nasıl bir krallıktır ağzım açık kaldı! Sağ alttaki karşılıklı oturan kadın ve erkek figürü Diyalog I ve II adlı iki ayrı çalışma da Balkan Naci İslimyeli'nin. Her ne kadar ismi "diyalog" olsa da gördüğünüz gibi herhangi bir karşılıklılık yok, figürler birbirlerine dönük ama tek başlarına oturuyorlar ve susuyorlar! Güneş Terkol'un Akıntıya Karşı adlı kumaş üzeri dikiş eserinde de hayatın birçok alanında karşılaştıkları her türlü sıkıntıya, haksızlığa ve zorluğa rağmen haklarını korumaya devam eden kadınların mücadelesi anlatılmış.


Sırada iki etkileyici heykel çalışması var. Hans Op de Beeck'in Uyuyan Kız'ı illa ki gözünüze çarpmıştır. Müthiş değil mi? Vezüv Yanardağı'nın patlaması sonrası lavlar altında kalan Pompeii Antik Kenti sakinlerinin taşlaşıp kalmış beden pozisyonları ve yüz ifadelerine benzer bir etki de yaratılmak istenmiş burada. Uyuyan Kız aynı anda hem var hem yok gibi. Ruhu başka bir boyutta dolaşıyor gibi. Hayat ve ölüm arasındaki o ince çizgiyi hatırlatıyor ve hatta bizi de bununla yüzleştiriyor gibi. En sevdiklerimden biriydi bu parça. 


Diğer heykel ise Mehtap Baydu'nun video performansıyla birlikte görüldüğünde çok daha anlamlı ve etkileyici olacaktır. Sanatçı annesinin de dahil olduğu farklı meslek ve sosyal sınıfları temsil eden kadınlardan topladığı elbiseleri üst üste giyer, farklı kimlikleri bedeninde toplar. Daha sonra kendini adeta hapseden elbiselerden tek tek kurtarır. Bir kadının hayatı boyunca kaç role bürünebileceğini, üzerine kaç kimlik giyebileceğini sorgular ve bunun imkansızlığına işaret eder hem videosunda hem de heykeliyle.

***

Son olarak Anthony Cragg'in İnsan Doğası sergisi de binanın iki katına yayılmış bir halde 11 Kasım'a kadar ziyaret edilmeyi bekleyenlerden. 1949 Liverpool doğumlu sanatçının yaklaşık 40 yıllık sanat hayatının her evresinden en karakteristik çalışmaların yer aldığı bu sergi bana fazla aşmış geldi doğrusu. ;) Soldan sağa sırasıyla Aşınmış Manzara, Sahte İdoller ve Salgılar adlı heykeller en beğendiklerimdendi. Buna benzer çeşitli malzemelerden dev formların kendine ait bir kökü ve duygularla kurduğu yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyormuş sanatçı ama bunu anlamak bizler için biraz zor gibi geldi bana. ;)


Yine de İstanbul Modern'in geçici binasının hem yerini hem kendisini ve sergilerini çok sevdim. Yeni yerine geçene kadar birkaç kez burada buluşuruz gibi geliyor bana. Bu arada bu hafta sonu benim yerime de Contemporary İstanbul'a gitmeyi unutmayın olur mu? 20-23 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek bu önemli sanat olayını unutmayın diye Öneri bölümüne de görselini koydum. Ben biraz daha şehirden uzak yaşamıma devam ediyorum. Ekim sonu gibi şehri özleyerek dönmeyi umuyorum. Şehri özlememiş olsam da sunduğu kültür-sanat etkinliklerini kesinlikle çok özlemiş oluyorum ve en azından onlar beni birkaç ay idare ediyor. E n'apalım, hepimize o gri betonlar arasında tutunacak bir dal lazım değil mi? ;)

İyi haftalar olsun hepimize!

Kendi Aracınızla Yurt Dışına Çıkmak Artık Çok Daha Kolay!

                                          

Kendi aracınızla yolculuk yapmak gibisi yok! Dilediğinizde mola verirsiniz, canınızın çektiği gibi yemek yersiniz. Gittiğiniz yeri bir turist değil, gerçek bir gezgin gibi keşfedersiniz.
Üstelik aracınızla yurt dışına çıkmak için yapmanız gereken işlemler de her geçen gün biraz daha kolaylaşıyor. Bugünlerde, yeni tip bir çipli ehliyete sahipseniz, Yeşil Kart Poliçenizi yaptırarak sınırı kolayca geçebilirsiniz. Üstelik artık bunu yaptırmak için bir yere gitmeniz, belgelerin peşinde koşmanız da gerekmiyor.

Anadolu Sigorta, Türkiye’de ilk defa Yeşil Kart poliçesini online olarak alma imkanı sunuyor. www.anadolusigorta.com.tr adresini ziyaret edip, plakanızı ve TC kimlik numaranızı girerek işlemi onayladığınız takdirde poliçeniz kapınıza kadar geliyor. Size de seyahat rotanızı çizmek kalıyor.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Positano

Gezinin en merak edilen şehrine gitme zamanı. Ravello-Positano arası 22 kilometrecik olsa da GPS süreyi bir saat gösteriyor. "Ay şaşırdı bu herhalde" demiyoruz, zira Sorrento'dan Ravello'ya gelirken de Amalfi Coast trafiğini ziyadesiyle yaşamıştık. O yüzden tıngır mıngır, aşağıdaki kolajın solundaki fotoğraftaki kıvamda ilerliyoruz hedefe doğru. Trafik bir an olsun azalmadığı gibi tünel girişinde iki büyük araç karşılaştığında falan ortam bildiğin sıkışmışlık korkusu tadında incelenmeye uygun bir ruhsal travmaya dönüşüyor! Adamlar akın akın turist gelen yere duble yol falan yapmamışlar, kayaları delip geniş tüneller açmamışlar, hatta bizim Kaş-Kalkan yolu bildiğin otoban bunun yanında. Neden acaba? Bizim gibi güçlü devlet değiller demek ki!


Ay neyse, look at the tabela, ayol! ;) Ne büyük mutluluk okların üstünde şunların yazdığı bir yolda yolculuk etmek. Positano'ya yaklaştığımızı bu daracık yolun bir kenarına park etmeye başlamış arabalardan anlıyoruz. Neredeyse bir önceki kasabaya kadar uzanan park etmiş araçlarından inip sıcak, yokuş demeden aşağı yürüyenlere şapka çıkartıyoruz doğrusu. Biz oldukça merkezdeki Di Gennaro park yerine bırakmayı tercih ediyoruz aracımızı. Ve iki dakika içinde kendimizi şehrin göbeğindeki kilisede buluyoruz. Bu meydanın bir yerinde romantik şehrin kuralları da mevcut. 


Daha sonra inişe devam ederek o meşhur Positano fotoğraflarının çekildiği plaj olarak tanıdığımız Spiaggia Grande'ye iniyoruz. Dimdik yamaçlara sıralanmış rengarenk evleri en iyi buradan görebilirsiniz. Gerçekten manzaralar nefis. Ama kalabalık sezon olmasa çok daha nefis olabilirdi. Arabada n'olur n'olmaz diye bir plaj çantamız da duruyordu ama şu curcunayı ve yüzme alanlarının minicikliğini görünce "yok, biz almayalım, önümüzde Kaş var nasılsa" dedik. Ve Kaşımın halk plajına bile kurban olsunlar ayol, bu ne?! Şu denizde nasıl keyifle yüzülebilir ki? 


Çok dik olmayan bir yokuştan yürüyerek bu plajın daha küçük versiyonu olan Spiaggia Fornillo gözümüze çok daha güzel göründü. Yani denize girmeyi düşünseydik, orayı tercih ederdik. Daha az tekne olması, rengi ve nispeten sakinliği daha bize göre gibiydi. 


Öğle yemeği molası için de La Cambusa'yı tercih ettik. Kendimize yarı manzaralı bir masa bulup leziz deniz ürünleri ve bir şişe beyaz şarap ile biraz kalabalıktan ve sıcaktan kaçma molası vermiş olduk. Çok güzel bir restorandı, tavsiye ederim. 


Ama Positano'yu gezmek için de sanki düşük sezon daha iyi olabilirmiş, çünkü daracık sokaklarda omuz omuza yürümek, insan kalabalığından fotoğraf çekememek, butiklerin vitrinlerine bile bakamamak insanın aldığı keyfi bir tık azaltıyor doğrusu. Sıcak ve trafik de bunaltıcı olunca ve deniz tatili için de düşünmüyorsanız burayı, bence Kasım ayında falan gezmelisiniz. Eminim çok daha güzel olur.  


Yine de yakalayabildiğim birkaç insansız manzara sahası fotoğrafını paylaşayım dedim. Gitmişken mutlaka şehrin en iyi otellerinden biri olan Palazzo Murat'ın avlusuna bir göz atın ve hatta belki bir günbatımı kokteyli için barına uğrayın. Yine otelin bulunduğu sokaktaki butiklere, stantlara ve sanat galerine göz atın. Çok sevkli şeyler var. Onun dışında zaten birkaç minik ara sokaktan ibaret şirin bir sahil kasabası burası. Her mağazasını gezseniz bile en fazla iki saatinizi alır. 


Elbette gece hayatının ve lüks restoranların da çok bol olduğu bir yer Positano. Ama o konuda size çok öneride bulunamayacağım, çünkü biz gün batımı biramızı da içtikten sonra "ay başım şişti, sersem oldum ayol kalabalıktan! Gel biz huzur dolu Ravellomuza atalım kendimizi"  diyerek gecesini görmeden ayrıldık buradan. Positano ya da Amalfi'de konaklamama kararımdan dolayı da kendimi bir kez daha kutladım bu arada. Kendimizi iyi tanıyarak verdiğim doğru bir karar olmuş bizim açımızdan. Ayrıca parayla huzuru satın alamazsın dedikleri doğru işte. ;P Ravello hem daha huzurlu, hem daha uygun fiyatlı, hem de nefis restoranlara sahip bir yer. Bizim kafadaysanız aklınızda olsun derim.

E artık doların ve Euro'nun haline bakınca bir müddet yurtdışı tatil yazamayız gibi görünüyor. "Seneye Mart sonunda Japonya'da sakuraları mı görsek"ten "Haziran'da Karadeniz yaylalarını gezeriz olmazsa" kıvamına geldim ben son birkaç günde. Tabi bu işin şakası diyeceğim ama şakalık halimiz de kalmadı. Ülkeyi kötü günlerin beklediği açık. Akıl ve bilimden uzaklaştığımız da çok açık. Hepimiz hasarla çıkacağız bu işten, o da çıkabilirsek tabi. Umarım en az hasarla atlatmayı, akıl ve ruh sağlığımızı korumayı becerebiliriz bu uzun vadeli süreçte. 

İyi hafta sonları!

Hüzünlü Antik Kent Pompeii ve Bosco de Medici

Pompeii antik kenti Napoli havaalanına çok yakın olduğu için aslında ilk gün ya da dönüş günü gezmek daha mantıklı olabilir diye düşünmüştük. Ama daha sonra hassas Güney İtalya insanının turist arabalarının bagajlarını asla affetmediğini her blogda, forumda okuyunca dımdızlak kalmayalım ortada diye arabada bir şey bırakmadan gezebileceğimiz bir ara günü seçtik. Ravello'dan yaklaşık 50 dakikada ve neyse ki Amalfi sahili gibi trafikli değil ama yine kıvrım kıvrım bir yolla Pompeii'ye varabildik. Aşağıda GPS ekran görüntüsü yollara bir örnek olsun. ;) 

Vezüv Yanardağı'na ise çıkmamaya, kendisiyle uzaktan selamlaşmaya karar verdik. Etna Yanardağı'na çıkmıştık ve çok etkileyiciydi, ama bu kez ne bileyim işte, o havada değildik. Güney İtalya geziyoruz yahu, ayakkabılarımız kirlenmesin, çıkışta belki bir plaj, belki bir şarap bağı yaparız, daha sefa odaklı takılalım dedik. Ama gezmek isterseniz Pompeii ile çok yakın olduklarını ve ikisini aynı gün içinde yapmanın mantıklı olduğunu söyleyeyim.  


Pompeii'nin hikayesi hepimizin bildiği gibi gibi korkunç. Koca bir kent 79 yılında adeta Vezüv'ün saçtığı dehşete gömülüyor. Dönemin önemli ticaret merkezlerinden biri olan 20000 nüfuslu bu liman kentinden geriye kalanlar ise yaklaşık 1700 yıl boyunca küller altında kalmaya devam ediyor keşfedilmeden. Ta ki 1748 yılında keşfedilip de Roma İmparatorluğu'na dair izlerin de ortaya çıkmasıyla birlikte burada biz zamanlar var olan yaşam anlaşılabiliyor. 


Açıkçası bu kadar iyi korunmuş, dev bir antik kentle karşılaşacağımızı tahmin etmiyordum. Burayı görenlerden en çok duyduğumuz şeyler tahmin edebileceğiniz üzere lavların altında kalan insanların katılaşmış bedenlerinin etkileyiciliğiydi. Ama sarayı, tiyatrosu, tapınakları, genelevleri, hamamları, ticaret merkezleri ve daha pek çok yapısıyla bu kadar devasa bir antik kent görmek benim için şaşırtıcı oldu. Hikayesi daha çok satan turistik bir yer değil yani burası. Antik kentlere meraklı olanlar için adeta bir cennet hatta. 

Çok zengin bir zevk-i sefa şehriymiş burası. Şehrin kaymak tabakasının yaşadığı evleri, sokakları gezerken buradaki yaşamı canlandırabiliyorsunuz. Her şey o kadar canlı duruyor  ki günlerce üstlerine yağan küller ve kızgın taşların altına gömülüp yüzlerce yıl orada kalmamış gibi sanki. Duvar resimlerinin, orijinal boyaların ve mozaiklerin, çanak-çömleklerin, hatta bazı tabelaların bile günümüze kadar nasıl ulaştığını görmek inanılmaz. Bu arada hâlâ kazı çalışmalarının devam ettiğini ve her geçen gün yerin altında kalan yaşantıya dair daha fazla bilgi edinildiğini söyleyelim. 



Elbette ki bir liman kentinin olmazsa olmaz popüler duraklarından biri de genelevlerdir. Pompeii'de de hamamların çok yakınında yer alan genelevlerin girişinde muhtemelen o dönemki kuyrukları andıran bir kuyruk vardı. ;) Tabi ki biz de kuyruktaki yerimizi aldık ve minicik odaları olan bu genelevlerin içinden geçtik. 


Hem girişteki camlı bölmede hem de kazı alanı içindeki çeşitli yerlerde pek çok kez taşlaşmış yetişkin ve çocuk bedenlerine rastlayacaksınız. Ölümlerin en birincil sebebinin çıkan zehirli gazların solunması olduğu düşünülüyor. Bazı bedenlerin ağızlarını ve burunlarını kapatmaya çalışarak can verdiklerini de görebiliyoruz. Korkunç bir trajedi. Ve büyük olasılıkla şimdiki olanaklar dahilinde bu kadar insanın ölümünün önlenebilir olduğunu düşünmek işi daha da trajik kılıyor. 


Ve koca antik kenti gezisinin ardından en çok aklımda kalan görüntü de Forum alanında çektiğim katil ve kurbanın aynı karede olduğu şu fotoğraf olacak. Doğanın gücünü ve sonsuzluğunu ve son sözü söyleyenin daima doğa olduğunu da anlatır nitelikte. 


Pompeii giriş ücreti kişi başı 11 Euro. Ve en az 2 -ilginize göre daha fazla- saatinizi ayırmanız gerekiyor. Dolayısıyla sıcak mevsimlerde gittiğinizde gezinizi öğle sıcağı bastırmadan ya da sonrasında planlamanızı, yanınızda su ve şapka bulundurmanızı kesin tavsiye ederim. 

***

Etna gezisinden yanardağ eteklerindeki mineral zengini topraklarda nefis şaraplık üzümler yetiştiğini ve harika şaraplar üretildiğini hatırlıyordum. O yüzden geziyi planlarken Vezüv yakınlarında da bu tür şarap bağları olup olmadığını araştırayım dedim ve bingo! Gerçekten de burada pek çok bağ evi bulunuyor ve konaklama ve restoran seçenekleri de sunuyorlar. Biz Bosco de' Medici'yi tercih ettik. Doğru tercihmiş. 


Asmaların altına yerleştirilmiş masalarında, huzur dolu sessizliğinde son derece lezzetli yemeklerinin ve bir şişe Lava Rubra'nın tadını çıkardık uzun uzun. Şarap bağında öğle yemeğine bayılırım diyenlerdenseniz sizi gözü kapalı buraya alabiliriz. Çıkışta arabanıza birkaç şişe şarap da atabilirsiniz tabi. 

Sırada gezinin son yazısı Positano var. Sonra muhtemelen yine uzun bir ara, çünkü hafta sonu İsocuum geliyor. ;)

Ravello Notları

Haziran ortasındaki Güney İtalya gezimizde üç gece kaldığımız ve şahsen benim en sevdiğim, en huzur bulduğum şehir Ravello oldu. Buradan günübirlik Positano, Amalfi ve Pompei'ye de gidip geldik elbette, o yüzden üç tam günü geçirdik diyemem. Ama akşamları buranın huzuruna ve güzel restoranlarına ve güzel dairemize kaçmak çok iyi geliyordu bize. Ravello'da Residence Le Villette'de kaldık. Merkezde, tüm şehir gibi o yemyeşil vadiye bakan, tertemiz daireleri ve otoparkı ve hatta -kullanmamış olsak da- teras katında vadi manzaralı havuzu olan bir apart otel burası. Biz bayıldık. Bir daha gitsem yine aynı yerde kalırım. 


Ravello küçücük meydanı, yine minik bir Duomo'su ve meydan kafeleri olan tipik bir küçük Avrupa kasabası. Seramik ve hediyelik eşya dükkanlarının sıralandığı iki küçük ara sokağı var. Her köşesinden fıstık çamlarıyla süslü nefis manzaralar görmek mümkün.   


Ama en çok da Villa Rufolo'dan. Burası şehrin adeta simgesi gibi zaten. Ravello fotoğraflarına baktığınızda illa aşağıdaki kolajın sağındaki fotoğrafa benzer bir görüntü karşınıza çıkacaktır. İşte o fotoğraf olağanüstü güzel bir bahçesi olan Villa Rufolo'dan. 13. yy'dan kalma bu tarihi yapının o ihtişamlı yıllarında "yılın günlerinden daha fazla odası" olduğu biliniyormuş. Başlangıçta Güney İtalya'nın ünlü Rufolo ailesine ait olan bu bina ve bahçelerin şimdiki sahibi ise İskoç bir sanayici olan Francis Nevile Reid'miş. Arap, Normandiya ve Sicilya etkileri taşıyan sütunlu, kuleli, kuyulu, avlulu yapının yine de en etkileyici bölümü kesinlikle bahçeleri.  


Ve geliyorum işin en etkileyici kısmına. Bu bahçede her yıl Ravello Uluslararası Müzik Festivali kapsamında müthiş klasik müzik konserleri veriliyormuş. Biz oradayken bazı bölümlerde sahne kurulum çalışmaları devam ediyordu zaten. Aşağıda gördüğünüz şekilde kurulan platformlarda insanların akşamüstü böyle bir manzaraya karşı konser dinlediğini düşünebiliyor musunuz? Ne kadar büyüleyici! E, citta della musica olmak kolay iş değil tabi. Öyle "şunu yıkıp en barok'undan bir opera binası dikelim şuraya" demekle değil kültürle oluyor bu işler. 


Neler Yedik?

* İlk gün odaya yerleşip de Amalfi'ye yürüyüşe çıkmadan önce methini çok duyduğumuz Trattoria Cumpa Cosimo'ya attık kendimizi. Burayı daha sonra gündüz ve gece hep dolu gördüğümüzü belirtmem gerek. Geleneksel bir İtalyan lokantası olan çok şirin ve çok lezzetli yemekler yiyebileceğiniz bir yer. Biz soslu köfte -o günün spesiyaliydi- ve değişik makarna çeşitlerinin tadımlık olarak yer aldığı bir tabağı şarabımızla bölüştükten sonra üstüne de espresso eşliğinde nefis bir limonlu keki paylaştık. Hepsi de son derece lezzetliydi. Tavsiye edeceğim bir durak. 


* İkinci mutlaka gidin diyeceğim lezzet durağı ise Mimi Bar Pizzeria. Foursquare'deki o 9 notunu sonuna kadar hak ediyor. Hayatımda yediğim en güzel pizzalardan ve burrata peynirlerinden birini burada yemiş olabilirim. Hepsinin ev yapımı ekmeklerinin hastasıyım zaten. Şarap konusunda çok ilgili ve yardımcı, genç, güleryüzlü servis elemanları var. Limoncello ikramı olmazsa olmaz tabi ki. İç dekorasyonu da çok sıcak ve sevimli ama biz arka taraftaki bahçesinde oturduk. Eve dönerken şarap ya da limoncello da alabilirsiniz buradan, aklınızda olsun. Mutlaka denemelisiniz dediklerimden.


* Kahvaltı için her gün gitmeye bıkmadığımız karbonhidrat durağımız ana meydandaki Al San Domingo pastanesini de mutlaka denemelisiniz. Tatlı çörek çeşitleri ve kahveleri inanılmaz lezzetli. 


* Bir de sürekli önünden geçtiğimiz bir wine bar vardı denemek istediğimiz. Önüne iki küçük masa atılmış, bir de fıçının üstünde duran şarap şişeleri ve menüsüyle çok şirin bir görüntüsü olan ama denemeye sıra gelmeyeceğini düşündüğümüz bir yerdi. Son gün canımız sadece peynir tabağı ve şarap ile geçiştirmek isteyince aklımıza burası geldi. Küçücük bir yer olduğunu düşündüğümüz Enotavola Wine Bar meğer arka tarafında ve içinde geniş açık ve kapalı oturma alanları olan kocaman bir yermiş. Geniş bir şarap ve yemek menüsü de olan çok huzurlu ve keyifli bir durak olduğunu söylemeliyim.  


Şimdi düşünüyorum da bu yaza neden kilo fazlasıyla ve sürekli ağrılarla girdim diye, aslında sadece Ravello'da bile yediğim karbonhidrat, şeker ve içtiğim içkiyi bile vücut tolere edememiş olabilir. ;P Pişman mıyım, hayır! Ama bundan sonra İtalya planlayacaksak eğer yaz öncesi olmamasına dikkat edeceğim, orası kesin. ;)

İyi haftalar!

Mülksüzler ve İstanbul'da Kedi

Bir edebiyat klasiğini daha bitirmenin haklı gururunu yaşıyorum sevgili okur. Geç de olsa güç olmadı ve Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler adlı romanını okudum. Bilim kurgu türü en favorim olmasa da hem anarşist hem de feminist bir kadın yazarın yazdığı bu romanı merak ediyordum. Ve evet, olay yerinin bilim-kurgu karakterine rağmen de çok sevdim.

Kısaca konuya gelirsek, şu an hayal etmemizin bile çok zor olduğu, kapitalizm karşıtı bir sistemi sorgulatıyor bize Le Guin. Adını anarşizmden alan, kıt kaynaklı ve fiziki koşulları zorlu Anarres adlı gezegende sahip olma kavramı yok. O kadar ki giysilerden, yiyeceğe, kalınacak yerlerden, çocuklara ve eşlere kadar hiçbir şeye ve kişiye sahip olmak yok. Her şey iş bölümüyle ve ihtiyaca göre yapılıyor. Örneğin üç ay madende çalışıp, sonraki beş ay çocuk bakabilirsin. Adı USA ve USSR'ın birleşimiyle oluşturulmuş Urras gezegeninde ise her türlü kaynağa ve teknolojiye sahip, kapitalist bir düzen hakim. İki tarafın da eksilerinin çarpıcı bir şekilde ortaya konduğu bir kitap bu. Bunu da çalışmalarını yürütürken iki taraf arasında gidip gelen fizikçi Shevek sayesinde anlıyoruz. Mülksüzlük bir ütopya gibi görünse de kendi içinde boğucu ve baskıcı tarafları olan bir sistem. Kapitalizm zaten hepten heba olmuşluk, okumasak bile içinde yaşayarak biliyoruz.  Anlayacağınız yine bir çıkış yolu bulamadık, a dostlar! ;) Geyik bir yana, nefis bir zihin açıcı roman. Benim gibi okumaya geç kalanlardansanız da daha fazla gecikmeyin. 


Alıntılar

* "Yedi kuşak boyunca o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı."

* "Birçok kadının bir erkekle tek ilişkisi sahip olma ilişkisidir. Ya sahip olma, ya da sahip olunma. Erkeğin istediği özgürlüktür. Kadının istediği mülkiyettir. Seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakır. Bütün kadınlar mülkiyetçidir." 

* "Düşüncenin doğasında iletilmek vardır: yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever, melezleşmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür."

* "Ona sahip olmuşlardı. Onlarla pazarlık etmeyi düşünmüştü; ancak çok saf bir anarşistin düşünebileceği bir şeydi bu. Birey Devlet'le pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz: üstelik parayı da kendisi basar."

***

Şu an elimde olan kitap ise aşağıda gördüğünüz ve önerilenler bölümünde çıktığı için Internet alışverişinde aldığım, elime ulaşınca da şiir dolu olduğunu gördüğüm bir şiir-roman. Gündüz Vassaf'ı yıllar önce Cehenneme Övgü ve Cennetin Dibi kitaplarından hatırlarım ve en son da o yıllarda bırakmışım. Çok severek okumuştum onları. O yüzden bunu, üstelik adını ve kapağını  görür görmez sipariş ettim tabi ki. İstanbul'da Kedi'yi okuyorum şu an Kaş kedilerinin arasında. ;) 


Muhtemelen bir kitapçıda sayfalarını karıştırıp da şiirlerle dolu olduğunu görmüş olsaydım almamış olurdum bu kitabı ama şimdi bitirmek üzereyim ve keyif de aldım kedi şiirlerinden ve çizimlerinden. 


Şuna benzer sayfalarla dolu bu kitabı kedi severlere kesin tavsiye ederim. Ama tür ve edebi keyif anlamında herkese tavsiye edebilir miyim bilemedim. Bence kendisine kitapçıda bir göz atmadan karar vermeyin siz yine de. ;)

Şairin Romanı

Kitapların ve blogların okunmadığı zamanlarda yaşıyoruz ama ben her ikisinden de kopamıyorum doğrusu. Kitap okuma hızım ve konsantrasyonum oldukça düşük bu sezon, ama zaten bu sezon her anlamda biraz düşük tempolu açıldı benim için. Blog yazmayı da eskisi kadar sıklıkla yapamıyorum. Hatta tamamen sosyal medya hesaplarına mı dönsem diye düşünüyorum ama sonra kendime kişisel arşiv oluşturduğumu ve bunu da en iyi burada yapabileceğimi hatırlatıyorum. O yüzden bu aralar böyle, ama illa ki devam anlayacağınız. ;)


Geldiğimden beri okuduğum iki kitaptan birinden bahsedeceğim size bu yazıda. Murathan Mungan'ı çok severim ve çok da ara vermiştim. O yüzden mitolojik bir masal tadındaki Şairin Romanı ile keyifli bir dönüş yaptım diyebilirim. 15 yılda yazıldığını öğrendiğimde Murathan Mungan'a bir kez daha saygı duydum. Bu ne müthiş bir özen, ne güzel bir değer vermedir edebiyata. Sanat alanında bile birçoklarının işini layıkıyla yapmadığı, tribünlere oynadığı ve had safhada riyakar yaşadığı bir dönemde özü sözü birliğiyle, duruşuyla, ortaya çıkardıklarıyla ne değerli bir insan. İyi ki var, dediklerimden. Düzenli okuru olduğum için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum.

Kısaca konudan bahsedeyim... Adı Yerküre olan gezegenin en büyük kara parçası Anakara'nın her yerinden Odragend'e, 13 Dolunaylı Yıl Şenlikleri'ne katılmak üzere yola çıkan gezginlerin, şairlerin, bilgelerin, filozofların, ustaların ve çıraklarının, şairlerin katili ve onun izini süren bir polisin ve daha pek çoklarının hikayesi var bu romanda. Her bir karakterin hikayesi içinize işleyecek ve her ne kadar kendi masalsı dünyalarında olsalar da sanki aramızdalarmış gibi düşüneceksiniz. Bendag, Mootah ve çırakları Zeey ve Tagan'ın yolculukları, Agabu ve Serhenas'ın arasında geçenler, o büyük gizemin ortaya çıkış şekli unutulmayacaklarım arasında yerini aldı bile. (Hep karar verir ve yapamam ikinci tur okumaları ama yine de yazayım) belki yıllar sonra yeniden okurum bu romanı aynı -hatta daha büyük bir- zevkle. 

Alıntılar

* "Şiir de çömlek de topraktan yapılmıştır. Sonradan ateşle, suyla, havayla beslenmişlerdir. Ve de sınanmışlardır. Çöken uygarlıklardan her zaman iki şey kalır geriye: şiir ve çömlek. yerkürenin en eski tanıkları."

* "Doğada sözcük yoktur, ama doğada şiir vardır. İnsan doğada olmayan bir şeyin yardımıyla doğada olan bir şeyi yeniden yapar. Doğanın şiirini yazmaya çalışan şair bunu sözcüklere ve kendi diline çevirir.Şiirin kendisi bir çeviridir."

* "Onun yaşındaki bir şairin en çok gereksindiği şeye, belirsizliğin bilgeliğine sahip değildi. Hayatı öylesine çiğ bir ışıkta görüyor, onu kavramak için öyle katı sözcükler kullanıyordu ki şiirin ana kapısının ona hiç açılmayacağı ta başından belliydi. Üstelik yazık ki o kendi sığlığını yaşama özgü yalınlık, sadelik, doğallık sanıyordu."

* "O her zaman yalnızlığını her şeyin üstünde tutmayı bildi; yalnızlığın öğrettiklerinin insanların öğrettiklerinden fazla olduğuna inandı."

* "...kadınları boşuna sevmediğini düşündü. Kadınlar, insanın kalbine dokunmaktan korkmuyorlardı."

* "Düşmanını en az kendin kadar tanıyacak ve düşmanının seni en az kendisi kadar tanıdığını sanmasını sağlayacaksın. Hep bir adım önce olmalısın. Yalnızca hamlede değil, sezgide de.."

* "Kendi boşluğunuzla yüzleşmeden varlığınızı dolduramazsınız. Şiir bizim kendimiz olmaya açılan kapımızdır. Ama bazen kendi kapımızı yüzümüze kapatırız. Kim olursanız, ne olursanız, nasıl olursanız olun, ama kendinize girip çıktığınız bir kapınız olsun çocuklar. Az olun, ama hakiki olun! Bir gün kendi kapınızı çalacak yüzünüz olsun!"

Her satırından bilgelik akan bu felsefi masalı tadını çıkara çıkara okumanızı öneririm.

Ravello'dan Amalfi'ye Yürüyüş

Üçüncü gün Amalfi kıyılarının o dehşet trafiğinde ve kapalı havada Ravello'ya gelip, kendimizi odamıza atıp, öğle sıcağında da nefis bir yemek molamızı verdikten sonra günün kalanını Amalfi'de geçirmeye karar verdik. "İsocuuum, yaklaşık bir saatte, nefis manzaralar eşliğinde, yokuş aşağı yürünebiliyormuş Amalfi'ye. Hazır hava da bulutluyken öyle mi yapsak?" demem ve bu önerimin kabul görmesi üzerine Tourism Info'dan yürüyüş rotalarını işaretlettiğimiz haritalarımızla düştük yollara. 


Güzel manzaralar ve keyifli bir yürüyüş rotası umuduyla yola çıkan cengaver çiftimiz yaklaşık 15 dakika içinde başlarına geleni fark ettiğinde dönüş için de artık çok geçti ne yazık ki. Aşırı dik merdivenlerle in in bitmeyen bir yol yapmışlar. Tabi ki taşların doğal eğri büğrülüğü işi daha da zorlaştırıyor. Hiçbir aracın giremediği yürüyüş yolunda düşsek ya da bileğimizi burksak ne olur diye düşünmemeye çalışıyorum. Yaptığı gaz yorumlarla neredeyse sıfır kondisyon ile bizi bu yollara sürükleyen Tripadvisor kullanıcısına içimden saydırıyorum. ;) "Neyse ki hava bulutlu, sakın güneş açmasın, n'oluuur" diye sevgili Evren'e mesajlar gönderiyorum. 


Medeniyet namına karşımıza çıkan ilk durağa kadar "ulen bir basamağa çöküp kalır mıyım acep?" diye hafiften tırsmış olsam da her şeye rağmen gerçekten nefis bir deneyim yaşadığımızı da söylemem gerek. O manzaralar, o doğa, o tertemiz hava olağanüstüydü. Araçla gitmenin dışında müthiş güzellikler görebileceğiniz, çok farklı ama biraz zorlayıcı böyle bir deneyim ilginizi çekiyorsa uygun ayakkabılarınızı ayağınıza geçirin ve düşün yola. Pişman olmayacaksınız. Ama dizlerinizde problem varsa, o kadar inişli çıkışlı yürüyemem diyorsanız, benim gibi yamuk ayaklıysanız ;P çok tavsiye etmiyorum bu yolu. Yine de manzaralar aşağıdaki gibi, haberiniz olsun..


Amalfi'ye çok yaklaşmışken Atrani adında çok şirin, ufacık bir kasabadan da geçiyoruz. Öyle ki evlerin arasındaki merdivenlerden oluşan sokakları takip ederek bir kilisenin avlusunda buluyoruz kendimizi. Sonra sahilini ve adını görüyoruz. Ve "seni yeriz biz ufacık tefecik ama her köşesi şirinliklerle dopdolucuk İtalya" diyerek yürümeye devam ediyoruz.  


Artık dağ keçileri gibi inmeyi bırakıp asfalt yola inmiş bulunuyoruz ve yaklaşık on dakikamız falan kaldı Amalfi'yi görmeye. Bana kalırsa bu sahilin en özelliksiz şehriydi Amalfi. Ön araştırmalarım sonucunda da öyle olacağını tahmin ettiğim için yarım gün ayırsak yeter demiştim. Gerçekten de yeterliydi. Beşiktaş ara sokakları tadında kaotik bir havası olan bu kasabada dükkanlar, restoranlar da nispeten daha ortalama görünüyordu. Biz de bunu görünce sahilde yorgunluk birası -daha doğrusu biraları- içmeye merkezi gezmekten daha çok zaman ayırmış olabiliriz. ;) 


Şehrin kilisesi dışında görülmesi gereken en önemli sembollerinden biri de Eşek Kafası Çeşmesi (Fontana Cap' E Ciuccio) diyebiliriz. Amalfi halkı için şehrin maskotu sayılan eşekler çalışkanlığın simgesiymiş. Çeşme ise eski dönemlerde Amalfi halkının hem asillerini hem de köylülerini temsil eden figürlerden oluşuyor.  


Artık biraz daha sokakları dolaşıp yemeğe oturma zamanı. Ve tabi ki deniz ürünleriyle dolup taşan tabak benimki. ;) Amalfi'de yemek için salaş ama çok lezzetli bir trattoria ve pizzeria olan Da Maria'yı öneriyorum. Buz gibi beyaz şarap eşliğinde gelen yemeklerimiz çok lezzetliydi. 


Ama gecenin kapanış drinklerini Ravello'muzda almak istiyoruz mümkünse. O yüzden yemek sonrası fazla oyalanmadan kendimizi SITA otobüslerine atarak Ravello'ya dönüyoruz. Ravello'yu bu kadar seveceğimizi hiç ummamıştım ama en bayıldığım yer oldu desem yeridir. O zaman sıradaki yazıda Ravello'dan mı bahsetsem ki? ;) 

Capri Adası

Sorrento'daki ikinci günümüzde günübirlik Capri Adası turu yaptık. Kendimizi rengarenk ve çok zevkli ada sokaklarına atmadan önce Ada'nın çevresinde bir tekne turu yaparak en ünlü koylarını, kayalıklarını ve deniz feneri gibi görülmesi gereken yerlerini denizden gördük. Marina Grande'den kalkan teknelerle yaklaşık bir saat süren bu turu yapmanızı öneririm. 


Grotta Azzurra, Grotta Verde ve Grotta Bianca (sırasıyla Mavi, Yeşil ve Beyaz Mağaralar) gibi mağaramsı oyuklar ve adları üstünde o bölgede denizin ya da kayalık yapıların aldığı renkler bu tekne turunda ilk görülecekler arasında. Onların dışında Capri Adası'nın tanıtım yüzü sayılan Faraglioni Kayalıkları da ilgi çekici bir oluşum. Adanın daha az turistik olan ya da yerli turistin yazlık yaşam yeri sayılan Anacapri bölümünü ve Punta Carena deniz fenerini de gördükten sonra kayaların üstünden size el sallayan küçük çocuk heykeline el sallayarak tura son veriyoruz.  


Artık Capri'nin merkezine çıkma zamanı. Bunun için hemen Füniküler kuyruğuna giriyoruz ve ta taaam, işte Piazza Umberto 1'deyiz. Buradan görünen manzara şahane. 


Karnımız acıkmaya başladığı için önce kendimize Buca di Bacco'da bir pizza bölüşme molası veriyoruz. Ve aynı şahane manzaraya karşı yemeğimizi yiyoruz. 


Artık enerjimizi topladığımıza göre Ada'nın nefis sokaklarında dolaşmaya başlayabiliriz. Önce Kaş'ta da aşk yaşadığım begonvillerin Capri'de yaşayanlarıyla başlayayım. Begonvilin mutlulukla bir ilgisi olmalı! 


Mağazaların hepsi birbirinden zevkli, tasarım giysiler ve takılarla dolu. Fiyatlar yanlarına yaklaşmayı mümkün kılmasa da hepsinin vitrinine yapışası geliyor insanın. Bir Capri Watch ya da Carthusia parfümün yaz kokularından birini alabilirsiniz kendinize hediye olarak belki buradan. Alışveriş benlik değil diyorsanız limon kokulu sokaklar, galeriler, her dönemeçte önünüze çıkan güzel manzaralar size göredir belki.

   
İtalya insafsızca güzel bulduğum bir ülke. Hep söylerim görsel zevk anlamında İtalyanların üstüne tanımam. Bu halleriyle ruhu doyurmayı ve ruhumuza dokunmayı biliyorlar. Baktığınız her köşeyi bir sanat eserine dönüştürüyorlar adeta. Ellerinde sihirli değneklerle mucizeler yaratan dünyayı güzelleştirme timi bence onlar. 


Artık Sorrento'ya dönüş vapurunu yakalama zamanımız geldi ama. Dolayısıyla bu güzelliğe veda zamanı. Olsun, üç gece de Ravello'da kalacağız ve kim bilir daha ne güzellikler görmeye devam edeceğiz. Sorrento'da limandan yukarıya yürümek istemiyorsanız 1 Euro'ya asansöre binerek hoop Villa Communale'nin bahçesine çıkabilirsiniz, aklınızda olsun. 

O zaman iyi hafta sonları hepimize.