Küçük Beyaz Yalanlar

Haftayı güzel bir filmle kapatalım. Kapatmadan önce de uyarı: Sakın ola ki şu an vizyonda olan Bad Teacher adlı filme gitmeyin. Justin Timberlake'e ya da Cameron Diaz'ın benim boyum kadar görünen bacaklarına hayran olsanız bile bunlar filmi kurtarmıyor, haberiniz olsun!

Ama Fransız bir arkadaş grubunun tatil hikayesine dahil olabilirsiniz. Küçük Beyaz Yalanlar olarak Türkçeye çevrilmiş olan Les Petits Mouchoirs adlı Fransız filmine bayıldım. Oyunculuklar ve hikaye çok doğal ve duygu yüklü. Özellikle filmin sonu ve arkadaşlar arasında çözülmelerin yaşandığı sahneler gerçekten çok dokunaklı. Marie rolünde Marion Cotillard, Eric rolünde Gilles Lellouche, Vincent rolünde Benoit Magimel ve Max rolünde François Cluzet'in oyunculukları bana göre en öne çıkanlar arasında.


Filmi kısaca anlatayım: Her sene birlikte tatile çıkarak aralarından birinin (Max) sahip olduğu mini tatil köyünde konaklayan kimi çocuklu, kimi çocuksuz çiftler ve bekarlardan oluşan bu grup, bu seneki tatilin başında kötü bir olay yaşıyorlar. Aralarından biri feci bir kaza geçiriyor ve hastanelik oluyor. İki hafta yoğun bakımda tedavi göreceği ve o dönem içinde ellerinden bir şey gelmeyeceğini anlayan grup tatil planını ertelemiyorlar. İçlerinde hem bunun huzursuzluğunu hem de  bireysel birtakım problemlerini taşıyarak çıktıkları bu tatilin onlara iyi gelip gelmeyeceğini izleyip görmelisiniz. Bu hikaye dostluk kavramının yanı sıra bence en çok insanın kendi kendine söylediği ve bile isteye kabul ettiği büyük ya da küçük yalanların vicdanı üzerindeki etkilerini sorguluyor. Bizleri de bu noktada düşündürüyor. 

Film biraz uzun, iki buçuk saate yakın sürüyor. Ben çok severek izledim ama çok hızlı ve akıcı bir temposu olmadığı için herkese önerebilir miyim bilmiyorum. İnce ince işlenmiş karakterlerden ve duygusal çözümlemelerden hoşlanıyorsanız siz de bu filmi seversiniz.

Biz geçtiğimiz Pazar akşamı çok keyifli bir hafta sonunun kapanışı olarak bu filmi izledik. Hemen ardından Pazartesi günü ise TAC'den benimle aynı dönem mezun olan bir arkadaşımın ani bir ölüm haberini aldım. Yine dönem arkadaşlarımdan birinin de çok ciddi bir hastalıkla mücadele ettiğini öğrendim bu hafta. İkisi de yıllardır iletişim içinde olmadığım iki isim olsalar da bu haberler beni inanılmaz etkiledi. Kolej ortamında yedi senemizi birlikte geçirmiş olmak mı, çocukluk ve ergenlik dönemini paylaşmış olmak mı, yoksa aynı yaşlarda olmak ve dönemimizden aldığımız ilk kötü haberler olması mı bilmiyorum ama ben gerçekten yıkıldım bu haberlere.  Birinin ışıklar içinde uyumasını, diğerinin ise bir an önce kıpır kıpır yaşamına dönmesini içtenlikle diliyorum. Bunu neden yazdım? Hem hissettiğim acıyı paylaşmak için hem de hayatın yarın ya da bir saat sonra neler getireceğinin hiç belli olmadığını bir kez daha hatırlatmak için. Elimizde hâlâ fırsat varken sevdiklerimize ve yaşama sımsıkı sarılıp, değerini bilmeyi ve tadını çıkarmayı unutmayalım demek için. Sağlıkla alınan her nefesin önemini ve canımıza kastetmeyen hiçbir sorunun aslında sorun olmadığını, bir şekilde geçip gideceğini hatırlatmak için. Biliyorum, hiçbirimizin aklında yeterince uzun kalmayacak bunlar, zaten kalmasın da, yoksa hayat geçmez, ama yine de böyle üzücü olaylar yumruk etkisiyle insana hatırlatıyor bazı şeyleri. Ben de hatırlamışken size de hatırlatayım dedim işte... Umarım hayat hepimize hep güzel sürprizler yapar...

İyi hafta sonları.

Aşktan ve Gölgeden ve Atomların Dansı

Evet, el atmadığım konu kalmasın diyen çevirmen blogger İmge Tan'ın çevirdiği son kitap raflarda sevgili okurlar! Bu kez popüler bilim serisinden bir kitapla karşınızdayım: Atomların Dansı! Biraz Kuantumdan Zarar Gelmez kitabının ödüllü yazarı Marcus Chown, bu kez Evren hakkında bilmemiz gereken her şeyi anlatıyor bize. Yine anlaşılır örneklerle ve sade bir biçimde elbette. Ders olarak fizikten hiçbir zaman çok hoşlanmamışımdır (hatta her zaman kaçmışımdır), ama fizikçi kardeşim Ongun'un bir fizik olayını hayattan örneklerle ve anlayabileceğim bir şekilde anlatışını dinlemeyi çok severdim. Merak edilen bir konuyu formüller, başka bir dil kadar yabancı gelen kelimeler ve semboller olmaksızın gündelik yaşamdan örneklerle öğrenmek gibisi yok. İşte Marcus Chown da o açıdan aynı Ongun! :)  Camdaki yansımanızdan yola çıkarak evrenin rastlantısallık esasları üzerine kurulu olduğunu ya da ayarı bozuk bir TV'deki hareketsiz bir görüntü ile büyük patlama arasındaki bağıntıyı size son derece sade ifadelerle anlatıyor. İçinde yaşadığımız bu Evren'i merak ediyorsanız bu kitabı da keyifle okuyabilirsiniz. Yine de Bilim ve Felsefe serisinden çıkan bir kitap olduğunu  hatırlatırım.


Bahsedeceğim ikinci kitap ise bir roman. Her gittiğimde yeni bir şeyler bulduğum D&R 4 TL'lik kitaplar bölümünden aldığım Aşktan ve Gölgeden adlı romanı bir solukta okudum ve çok etkilendim. Şilili yazar Isabel Allende'nin bizi askeri diktatörlüğün pençesinde kıvranan bir Latin Amerika ülkesinde değişik sınıflardan insanların yaşadıklarına götüren bu harika romanının etkisinden uzun süre kurtulamayacağım sanırım.  "Bu öykü, birbirlerini amansızca seven, böylece sıradan bir varoluştan kendilerini sakınan bir kadınla bir erkeğin öyküsüdür..." diye bir notla kitaba başlayan yazarın aşık çifti Francisco ve Irene'nin ülkelerindeki korkunç düzene ve insan yaşamının ucuzluğuna rağmen verdikleri cesur mücadele akıllardan kolay kolay çıkmayacaktır. Biri eğitimli orta sınıftan diğeri ise köylü sınıfına mensup Leal ve Ranquileo ailelerinin farklı şekillerde olsa da yaşadıkları dramlar, yüksek sınıftan olmasına rağmen bencil ve duyarsız annesi Beatriz'in aksine gerçeklerin ortaya çıkması için var gücüyle çaba gösteren genç gazeteci Irene, Floresler ve Ranquileolar'ın kızları Evangelinalar'ın hüzünlü öyküleri ve daha neler neler. Isabel Allende'nin Ruhlar Evi ve Paula'sını almak aklımdaydı ama açılışı bu kitapla yapmış oldum. Artık tüm eski kitaplarını alıp okumak farz oldu. Sizi bilmem ama ben çok seviyorum bu Güney Amerikalı yazarların büyülü gerçekliklerine dalmayı. Size de tavsiye ederim...

Hayal ve Hakikat

İstanbul Modern'de 16 Eylül'de açılan ve 22 Ocak'a kadar devam edecek olan Hayal ve Hakikat sergisini gezdim bu hafta. Hayat hikayeleri ve üretimleri hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız ve artık adları unutulmaya yüz tutmuş öncü kadın sanatçılar, yeniden keşfedilen modernler ve neredeyse son kırk yıldır çağdaş sanat ortamını düşünsel tavır ve pratik eylemleriyle yönlendiren 74 kadın sanatçının çalışmalarının yer aldığı bu sergide birbirinden ilginç eserlerle karşılaşacağınızı şimdiden söyleyeyim. 

Sergi, adını ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye’nin Ahmet Mithat ile birlikte kaleme aldığı 1891 tarihli Hayal ve Hakikat romanından alıyor. Bir aşk romanı olarak dönemin pek çok simgesel özelliğini bünyesinde barındıran iki bölümlü kitabın hayal olarak adlandırılan kısmını Fatma Aliye, hakikate vurgu yapan kısmını Ahmet Mithat yazmış.


Benim en etkilendiğim çalışmalar şunlar oldu: Aliye Berger'in Güneşin Doğuşu adlı yağlı boya tablosu. Semiha Berksoy'un o kendine has tarzını yansıtan iki tablosu. Alev Ebuzziya'nın seramik çanakları. Kezban Arca Batıbeki'nin o muhteşem kitsch kafesi. Nilbar Güreş'in Ön Balkon adlı fotoğrafı. Şükran Moral'in her zamanki gibi son derece cesur performans çalışması. 1997 yılında yaptığı Bordello adlı bu videoda sanatçı Zürafa Sokak'ta bir genelev kadını kılığına giriyor. Evin girişinde Modern Sanatlar Müzesi yazılmış, elinde de Satılık yazan bir kağıt tutuyor. Ve elbette bir sanat eseri izlediğinin farkında olmayan kocaman bir erkek kalabalığının yüzlerindeki ifadeler. Hale Tenger'in ‘Sikimden Aşşa Kasımpaşa’ Ekolü adlı çalışması da Batı’nın Doğu’ya atfettiği barbarlık imgelerini bir araya getiriyor. Su dolu devasa bir kazanın üzerindeki abdest muslukları ve havada asılı tehditkâr kılıçlarla, gücünü dinden alan bir savaşçı kültür imgesi yaratılmış. İpek Duben'in Aşk Kitabı çalışması, kadına karşı şiddeti konu ediniyor. Gazetelerin üçüncü sayfa haberleriyle dolu levhalardan oluşan bir oda var karşımızda. Ve adını hatırlayamadığım  (ve elbette izleyemediğim) ama etkilendiğim pek çok başka çalışmayı daha gördüm İstanbul Modern'de. Hatta belki 22 Ocak'a kadar bir kez daha giderim bu sergiye. 

İstanbul Modern'de fotoğraf çekmek yasak olduğu için paylaşabileceklerim bu kadar. Siz de gidin ve kendi gözlerinizle ve zihninizle fotoğraflar çekin bu harika sergide derim. Teşekkürler İstanbul Modern!



Bir Zamanlar Anadolu'da

Vizyona girdiği ilk gün izledik Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmini ve sonuç sürpriz olmadı: çok beğendik. Hatta bir kere de her sahnesini durdurup üzerinde konuşarak evde izlesek diye düşündük. 

Anadolu insanı, bizi biz yapan özelliklerimiz, Anadolu'dan bir hikaye, bir yaşam kesiti ancak bu kadar derinlikli ve ustaca anlatılabilirdi herhalde. Bence Nuri Bilge Ceylan'ın, yalnız ve güzel ülkesinin insanlarını ne kadar iyi tanıdığını, anladığını ve anlatabildiğini de gösteriyor bu film. Ve ne kadar sevdiğini elbette. Bozkır karakterlerinin arasında geçen sohbetler ne kadar doğal, her birinin hikayesi ne kadar gerçek ve nasıl içinize işliyor şaşıyorsunuz. Ayrıca bozkırın acı gerçeklerinin ve tekdüzeliğinin de karakterlere nasıl işlemiş olduğunu görüyorsunuz. Her birindeki kabulleniş açık seçik seziliyor. Bunu da en çok oralı olmayan ve mecburi hizmet için o kasabaya gönderilmiş "şehir çocuğu" doktorun gözlerinden görebiliyorsunuz. Zaten film bende doktorun gözünden bir Anadolu hikayesi, hatta "bir zamanlar..." diye başlayan ve gerçek olamayacak kadar şehir yaşantısına uzak bir masal izlenimi uyandırdı. Bu arada (galiba) ilk kez izlediğim doktor karakterini canlandıran Muhammet Uzuner'i de çok başarılı buldum. 

Filmin konusundan kısaca bahsedecek olursak: bir katilin olay yerine götürülerek işlediği cinayeti anlatması için polisler, jandarma, doktor, savcı ve diğer görevlilerden oluşan üç arabalık bir ekip ile yola düşmeleri anlatılıyor. Savcı rolünde Taner Birsel ve komiser Naci rolünde ise Yılmaz Erdoğan  son derece başarılı. (Komiser Naci'ye Av Mevsimi'ndeki Deli İdris'e benzer bir yakınlık duydum diyebilirim. Onun gibi duygusal ve tepkisel bir karakter olmasından sanırım, yoksa pek de alakaları yoktu elbette.)  Katili oynayan Fırat Tanış da rolüne cuk oturmuş. Diyaloglar harika ama sözlerle birlikte gözlerin ve mimiklerin de çok ön planda olduğu bir Nuri Bilge Ceylan filmi bu. Bir de İso'cumun da sevmesine rağmen dalga geçmeden de duramadığı gibi iki saat boyunca sadece iki-üç cümlenin edildiği filmlerden değil. Daha bol diyalog var ve hatta birçok yerinde gülüyorsunuz da. Ama ne olursa olsun iki buçuk saat süren filmde bozkırın o donuk ve kasvetli havası sizi de sarıyor. 

Bence Nuri Bilge Ceylan sadece film çekmiyor, koca bir roman yazıyor. O yüzden filmi de tıpkı bir kitap incelemesi gibi sahne sahne yorumlayabilirsiniz. Üzerinde uzun uzun konuşulabilecek çok etkili pek çok sahne ya da diyalog var. Arap Ali'nin dalı sallamasıyla ağaçtan düşen elmanın daha önce aynı yollardan geçip, çürümüş halde kendini bekleyen diğer elmaların yanına yuvarlanması... Komiser Naci'nin "büyüklerin günahını çocuklar çekiyor" deyişi... En sondaki otopsi ve doktorun raporunu yazdırma sahnesi... Köy muhtarının evinde konuk oldukları gece köyün en ileri gelenin evindeki yaşamın ve önemsenen şeylerin bile kısırlığı... Muhtarın kızı ile ilgili her erkeğin zihinlerinde kendi kadınlarına göndermeler yapmaları...Hatırladığım ve hatırlayamadığım daha pek çok sahne...

Nuri Bilge Ceylan'ı ve Bir Zamanlar Anadolu'da ekibini içtenlikle kutluyorum. Tamam, bu bir ekip işi olabilir, ama ben sanırım en çok Nuri Bilge Ceylan'la gurur duyuyorum. Umarım hep ödüller alır, takdir görür ve büyük başarılara imza atar (bu arada ödül almasa da bizim için candır, o ayrı!) ve hep şimdi olduğu gibi "popülerlik ve gişe" kaygısı taşımadan işlerini yapmaya devam eder. Bizler de her filmini dört gözle bekleyip izlemeye tabi ki...


Biri Tatlı Biri Acı


Şimdi size biri tatlı bir acı olan iki harika lezzetten bahsedeceğim. Önce tatlı olandan başlayalım. Geçen hafta İso'cuma hediye gelen Kanada ürünü Icewine'dan yani "buz şarabından" bahsediyorum. İso'cuma fazla tatlı geldiği için tamamı bana kalan o nefis tattan. Kanada'nın soğuğunda donmuş üzümlerden yapılan bu şarabın bir yudumu bir adet donmuş üzüm tanesine denk geliyormuş. Genellikle Almanya ve Kanada'da sınırlı sayıda üretilen bu yüksek kaliteli tada "sıvı altın" da deniyormuş, çünkü bir ton üzümden yaklaşık 75-100 litre şarap üretilebiliyormuş. Mevyemsi ve yoğun bir tatlı tadı olan bu şaraba ben bayıldım. Burada bulunur mu bilmiyorum ama Almanya ya da Kanada'ya yolunuz düşerse mutlaka deneyin. 


Acı olan lezzet ise Malatya Pazarı'nın wasabi soslu kavrulmuş bezelyesi. İso'cumla birlikte adeta hastası olduk kendisinin. O kadar ki sırf o yeşil yuvarlaklardan almak için metroya binip Cevahir AVM'ye gidiyorum! 

Yine öyle bir günde yanımda duran bir kız da benim aldığımı görünce bana "Pardon, nasıl bir şey o aldığınız?" diye sordu. Ben de "Acı bir çerez ama biz bayılıyoruz. Hani şu sushi'nin yanında gelen wasabi sos gibi bir acısı var. Bilir misiniz?" dedim. Kız bilmiyorum anlamında dudak büktü. "Yani böyle bir anda ağzı kaplayan ama sonra hemen geçen bir acı. Biraz riskli bir tat aslında. İsterseniz deneyin," dedim gülerek. Kız da çerezleri tartan adama "Şu yeşil çerezin tadına bakabilir miyim?" dedi ve kendisine uzatılan kepçeden birkaç tane alıp ağzına attı. Yerken yüzü şekilden şekle girdikten sonra bana hayret ifadesiyle bakarak "Ay, ne gereksiz bişeymiş buuu!! Ahahahaha," diye yüksek sesle kahkaha attı. Utanmadan benim wasabili bezelyemle dalga geçti hatun! Ama nasıl bir bakış fırlattıysam artık kızın kahkahası yüzünde dondu ve açıklama yapmak zorunda hissetti: "yani pek alışkın olmadığımız bir tat ya, o açıdan demek istemiştim..." Siz o kıza bakmayın, deneyin bu minik yeşilleri.. :) Hele buz gibi biranın yanında harika gidiyorlar. 

Not: İso'ya bunu anlattığımda o katil bakışımı bilen biri olarak kıza acıdı ve "Kız hâlâ gözlerinde gördüğü Caytgan*'ın etkisiyle kabuslar görüyordur eminim!" yorumu yaptı. Zaten hayata o gözlerle baktığım günlerde kocacığım önce "N'aber Muro?" diyerek içimdeki insan sevgisi derecesinin benimle dalga geçmesine uygun olup olmadığını ölçmeye çalışır. Baktı ki durum daha kötü, o zaman bünyeye yaşam sevgisi kırıntıları gelene kadar benden uzak durur ve "gözlerimde Caytgan'ı gördüğü" için yanıma yaklaşmamayı tercih ettiğini sonradan itiraf eder. :) 


* Şeytan.

Geçen Cumartesi Asmalımescit'teydik

Geçen Cumartesi İso'cumla birlikte bir Asmalı gecesi yaşayalım dedik. Hem Asmalı artık içmek için daha uygun bir yer haline geldi. Cıvıl cıvıl sokaklardan sonra terk edilmiş gibi duran boş ara yolları görüp efkarlanarak bir kadeh daha doldurası geliyor insanın! Şaka bir yana, yaz boyunca uğramadığımız için masaların kaldırılmasından ardından Asmalımescit'in gecesinin neye benzediğini merak ediyorduk gerçekten de. Evet, yolların bomboş olması, eski canlılığın olmaması hoş görünmüyor, ama hâlâ yaz dönemi olmasına rağmen mekanların doluluk oranı hiç de fena değildi. Bir de sokaklardaki kalabalığın içinden yengeç misali yanal hareketlerle yürümeden geçebilmek de güzel bir deneyimdi doğrusu. Eskiden bunu yapamıyorduk biliyorsunuz. Ama yine de Asmalımescit gibi bir yerde masaların tamamen kaldırılmasını doğru bulmadığımı belirteyim. Daha sıkı bir denetimle dışarıya sadece birer sıra masa konmasına izin verilebilir. O sınırı geçenlere ceza kesilebilir. Falan filan. Bin tane yöntemi var elbette turistik bir eğlence semtinde makul ve mantıklı düzenlemeler yapmanın ama biz de makulluk ve mantık ne arar, değil mi? Bozalım, yıkalım, yok edelim, zarar yaratalım, sonra düşünürüz bir şeyler.

Neyse, İso'cum olsa şimdi kızardı bana "başladın yine" diye. O yüzden hiç bu konulara girmeden geçen Cumartesi akşamki Asmalı seçimimizden bahsedeyim size. Yakup, Refik ve Sofyalı arasında gidip geldikten sonra bu kez bir değişiklik yapalım dedik.  Sofyalı Sokak'ta İki defa önünden geçip de gözümüzün takıldığı, yerlere kadar açık camlarıyla açık havada oturuyormuş hissi veren, güleryüzlü garsonları ve harika yemekleri olan Asmalıpera'da karar kıldık. Ve çok beğendik. 


Rakı olarak İso'cumun bana uzun zamandır denetmek istediği Yeni Rakı Âlâ'yı tercih ettik. Pek âlâymış gerçekten! Bir Yeni Rakı'cı olarak yaş üzümden değil kuru üzümden yapılan Âlâ'ya da bayıldım. Her zamanki gibi 35'lik fazla olabilir diyerek 20'likle başlayıp iki tane yirmilik devirdik. Böyle de kendini bilmezlik yaparız her seferinde! Meze olarak beyaz peynir, semizotlu yoğurt, hardal soslu levrek, dolmalık fıstık ve ıspanakla hazırlanmış değişik bir mezgit ve kavun aldık. Ara sıcak olarak birer tane bütün kalamar ızgarayı götürdükten sonra ana yemek olarak ancak yarım palamutu bölüşebildik. İso'cum bunların üstüne bir de incir tatlısı götürdü ve gözünü bir an olsun müşterilerinden ayırmayan servis elemanı Muzaffer Bey de badem likörü ve Türk kahvelerimizi getirerek hesabımızı kesti! :) Yemeklerin hepsi de çok lezzetliydi. Bu hafta sonu Asmalımescit'e gitmeyi düşünenler burayı deneyebilirler. Ya da sonrası için de aklında olsun derim. Tel: 0-212-244 13 97.

Yanda metroyla evimize dönerken çektiğim klasik İmge pozlarından birini görüyorsunuz. İso'cum yüzünün görünmediğini sanıyordu, ben de nasılsa o kadar net çıkmayız camdan ve hareketli ortamdan diyordum ama bildiğin ayna gibi çıkmışız işte! Bundan sonra metroda daha sık fotoğraf çekilecek. :) 

Saat on iki gibi evimizde olduk ama geceyi burada bitirdik sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. İso'nun "birer cila atalım mı?" sorusuna verdiğim "olur," ve "o zaman yanına da şöyle bir saat falan sürecek kadar nargile yakayım, hı?" dediğinde de "peki," yanıtı vermem sonrasında geceyi üçer bira ve iki saatten fazla da nargile içerek bitirmiş olduk! Ertesi günü de bu ayarsızlığımızdan dolayı kendimize sinirlenerek geçirdim. Tamam, çok keyifliydi, sohbet, muhabbet, eski şarkılar, anılar falan ama iki gecelik programı tek bir geceye sığdırmak niye yahu! Gören de her şeye "olur, peki" dediğimi sanır. Sanırım en muhalefet olmam gerekirken en uyumlu olduğum konu bu! Bir daha olsa bir daha yapar mıyım? Hâlâ "Asla!" diyemiyorum işte, ama yapmamaya çalışacağım, kararlıyım. "Bu böyle olmaz ama.. Otuzlu yaşlardayız biz.. İnsanın enerjisi her gün azalıyor... Hafta arası sağlıklı beslenelim diyoruz, hafta sonu bir galon içki içiyoruz... Hele nargile... Sigarayı bıraktık güya ama nargile de zararlı..." diye bitmek tükenmek bilmeyen sağlıklı yaşam dırdırlarıma devam ettiğim Pazar günü bir an İso'cumdan ses gelmemeye başladı. Eliyle "devam devam.." işareti yapıp, sırıtarak gazete okumaya devam ediyor koltukta. Meğer arada içeriye gidip kulağına yüzerken taktığı silikon kulaklıklardan takmış!

"Kime diyorum ben, alooo!!"   

Cool Nerd! :)

Spordan çıkıp Metrocity'deki Migros'a uğrayıp evime dönecekken iki teyze beni yakaladı. Bu teyzelerden biri sessiz, sakin, kibar gülüşlü iken diğeri sabahları yayınlanan kadın programlarına seyirci olarak seçilen ekiplerdeki en bilmiş ve "kolay kolay gülüp de karizmamı çizdirmem" edasıyla oturan dominant teyzelerden birine benziyordu. Arkamdan "Pardon bakar mısınız?" yerine "Şşşştt... pişşşt..." falan gibi sesler çıkararak kendisine baktıran da o dominant teyze oldu zaten. Koridordan  sadece ben geçtiğim için o seslenme nidalarının muhatabı olduğumu anlayarak döndüğümde "Kızım sen İngilizce biliyorsundur di mi?"  diye sordu. 

Evet, deyip başımı salladığımda yanındaki sessiz teyzeyi dürterek "Bak demiştim ben sana," dedi bilmiş bilmiş ve bana dönüp elindeki üzerinde 'Cool Nerd' yazan ve gerçekten de nerd tipli bir kız resmi olan bir tişörtü göstererek "Ne yazıyor bunun üstünde?" diye sordu. 

Ben de 'Havalı ...' diye başlayıp daha 'nerd' kelimesini açıklamaya geçmeden sözümü kesti ve "Hah, tamam, işte bunu alıyorum," dedi. 

Bir çevirmen sorumluluğuyla duruma müdahale etmem gerektiğini anladım ve "Ama nerd de teknoloji manyağı, asosyal tipler için kullanılır hani..." diye açıklayacak oldum yine dinlemeden sözümü kesti,

"Hee, olsun," dedi ve sonra gitmeyeyim diye koluma dokunarak (ki tanımadığı insanla sosyal mesafesini ayarlayamayan her türlü insana kılımdır ama o gün spor sonrası sinirlerim alınmış olduğundan olsa gerek gayet uysal devam ettim konuşmaya) anlatacağı şeyle ilgili reyting artırma hevesiyle "N'oldu biliyor musun?" diye söze başladı. "O gün buradan bir tişört aldım. Üzerinde 'sexy woman' yazıyormuş. Seksi kadın yani.. Düşünsene... (tam bu noktada ağzını kapattı, "ne kadar ayıp" der gibi) Onu değiştirmeye geldim işte.." dedi. Yanındaki sessiz teyze de başını sallayarak mahçup mahçup gülümsedi. 

Ben de yaşadığı olayı bir facia olarak gören ama asıl "cool nerd" yazan bir tişörtle dolaşırken facianın ta kendisi olacak dominant teyzeye bakıp, "Aaa güzelmiş işte, değiştirmeseydiniz hiç," dedim. 

İşte o an dominant teyze en başta sessiz teyzeyi dürttüğü gibi benim kolumu  da dürttü ve "Olur mu kız!" diye bana kızmış gibi yaptı. İkinci kez koluma yapılan hamle sonrasında topuklamam gerektiğini fark ettim (çünkü  üçüncü kol müdahalesine ben de bir müdahalede bulunabilirdim!) ama  kadın yanında gülümsemeye devam eden sessiz teyzeye dönüp "Görüyor musun ne diyor ayol? Cık cık cık.." falan yaptı. Ama ilk baştaki kızmış gibi görünen yüz ifadesi, hafiften gururlu bir gülümsemeye dönüştü (içinden "ulen acaba seksi miyim, hı?" diye geçirmeye başladığı yüzünden belli oluyordu kısacası).   

Ve muhteşem finali o sessiz, sakin duran teyze yaparak bana döndü "Ay canım benim.. Allah nazarlardan saklasın. Sen giysen olur tabi ama..." deyip güldü ve imalı imalı dominant teyzeyi göstererek "ona olmaz" demek istedi.  

Bu lafı yiyen dominant teyzenin neler yapabileceğini bırakın görmeyi, düşünmek bile istemediğim için "hadi size iyi günleeeer.." diyerek kaçtım yanlarından. Elbette önünden geçtiğim mağazaların vitrinlerindeki siluetime alıcı gözüyle bakarak, her vitrinde kendimi daha çok beğenerek, yavru ceylan gibi seke seke, kısacası en seksi yürüyüşümle.. :))

Kıssadan hisse: Üzerinde "cool nerd" yazan bir tişört giyen bir teyze görürseniz uzak durun! :)
  

Bakalım Geçen Hafta Neler İzlemişiz?

Önce Barney'nin hikayesinden başlayalım. Geçen sene festivalde ve sonrasında sinemalarda gösterime giren bu filmi o zaman kaçırdığımız için ancak izleyebildik. Orijinal adı Barney's Version olan film, Benim Hikayem olarak Türkçeye çevrilmiş. Barney rolündeki Paul Giamatti her zamanki gibi harika bir iş çıkarmış. Babası rolünde ise kısacık rolüyle bile göz dolduran Dustin Hoffman var. Üç kez evlenen ve üçüncü evlendiği kadında aşkı bulan bir erkek Barney. Biraz duyarsız, tepkisel, sorumluluklardan olabildiğince kaçan, bira içerek hokey maçı izlemeyi aşık olduğu karısının radyodaki ilk iş gününde yanında olmaya tercih edebilecek tipte erkeklerden işte. Hayatının aşkı olan ve ölene kadar da öyle kalan karısı Miriam'dan ayrılma nedeni bile tam o kategorideki erkeklere yakışır cinsten! Yine de iyi bir adam işte. (Benim için bunun bir anlamı yoktur mesela ama bu yazıda Barney için kullanayım bu "yine de iyi insan" ifadesini. Yoksa yaşamla ilgili hiçbir sorumluluğu almayıp da iyi olan insanı ne yapayım. Ayrıca bir insanı iyi olduğu için ya da kötü olmadığı için niye takdir edelim ki? Olması gereken bu zaten!) Sevgisinde de samimi. Her zaman olduğu gibi bunu da en çok sevdiğini kaybedince anlayabiliyoruz. 

Filmin hem neşeli hem de hüzünlü bir tarafı var. Bu anlamda yaşamın kendisini doğal bir biçimde yansıttığı söylenebilir. Filmdeki müzik seçimleri de çok başarılı. Hüznün sesi Leonard Cohen'in duyulduğu sahnelerde hissettiğiniz duygunun etkisi de katlanıyor bence. Filmle birlikte düşününce en etkilendiğim şarkı da bu oldu. Uzun olmasına rağmen zevkle izleyeceğiniz, güzel oyunculukların olduğu, sıcacık ve doğal bir film işte. Tavsiye ederim. 


Bahsedeceğim ikinci film ise Never Let Me Go, yani Beni Asla Bırakma. Gerçeklikten çok daha uzak olmasına rağmen inanılmaz etkilendiğim ve üzüldüğüm bir film oldu. Baş rollerde Carey Mulligan (Kathy), Keira Knightley (Ruth) ve Andrew Garfield'ın (Tommy) oynadığı filmin yönetmeni Mark Romanek. Kathy, Tommy ve Ruth, disiplinli bir yatılı İngiliz okulunda okuyan üç yakın arkadaş. Ya da biz okul sanıyoruz ama belki de öğrenciler yerine bambaşka bir misyonu olan insanlar yetiştiren değişik bir kurum orası.   Normal şartlarda öğrenciler mezun olduktan sonra doktor, mühendis, sanatçı, itfaiyeci, polis falan olurlarken buradan mezun olan öğrencilerin yapacakları tek bir şey var: organ bağışı yoluyla hayat kurtarmak! Donör olup birkaç kez organ bağışladıktan sonra misyonlarını tamamlayıp hayata veda edecek olan bu öğrencilerin bir de klonlandıkları kopyaları bulunuyor (ki bu konuya biraz daha açıklık getirilebilirdi filmde).


1954'te Ngazaki'de doğan, daha sonra beş yaşında ailesiyle birlikte İngiltere'ye göç etmiş ve orada yaşamaya  ve İngilizce yazmaya devam eden Kazuo Ishiguro'nun romanından uyarlanan bu filmdeki bazı yerlerin romanda çok daha iyi açıklanmış olduğuna eminim. Ama ben yine de filmi de çok başarılı buldum. Hatta filmin üzerine Sahaf Festivali'nden yazarın en bilinen üçüncü romanı olan Günden Kalanlar'ı da aldım. Oyunculuklar çok iyiydi. Ruth'a  önce gıcık olup sonra acıyıp, Kathy ve Tommy'ye içimiz parçalandıktan sonra feci depresif bir ruh haliyle kalakaldık ortada! Bu filmden de aklımda kalan ve küçük Kathy'nin yatakhanedeki şarkı söyleyen halini hatırlatarak boğazımı düğümleyen şarkı budur. Of, filmi hatırlayınca yine kötü oldum bak. O yüzden izleyip izlememeye siz karar verin bu güzel ama gerçekten üzücü filmi.

Şimdiden iyi seyirler. 

Not: Resimleri işte buradan aldım.

Hangisi Gerçek

Galeri İlayda, 12.İstanbul Bienali'ne eş zamanlı olarak, 20 Eylül – 23 Ekim tarihleri arasında, yine genç yetenekleri bir araya getirdiği, “Hangisi Gerçek” isimli grup sergisine ev sahipliği yapacaktır.

Sergide Alpin Arda Bağcık, Ayşegül Karakaş, Engin Konuklu ve Sedat Ayhan yer alıyor.

Sanatçılar çalışmalarında, mevcut dünyanın sanal gerçekliğe itilmesi sürecinde farklı bir noktada duruyorlar. Dünya sahnesini bastırılan, gösterenler (gizil güç) zinciri aracılığıyla yeniden kurgulama yoluna gidiyorlar. Başka bir deyişle öznenin gerçekte taşıdığı fakat haberdar olmadığı bilinç düzeyi somutlaşmış haliyle karşımıza çıkıyor. Bu perspektifte,gerçeğe dair varsayımlarımız, anlam ufkumuz, ritmik bir süreç olan günlük yaşam kavrayışımız sorgulanmaktadır. Rüya görelim yada görmeyelim bir şekilde var olduğumuz açıktır, bu bağlamda bilincin evrendeki çıplaklığı patafizik yorumlarla beraber görsel yolla izleyiciye aktarılmaktadır.



Çalışmalar  gerçeğin cevabını garanti altına almadan insan bedenini rutin yörüngesinden kaçırma çabasındadır. Bu doğrultuda, Alpin Arda Bağcık çalışmalarında, bazen şizofrenik karakter ile dil oluşturur bazen ise şizofren karakteri dil haline getirir .Post – yapısalcı , bütün algıların , kavramların , doğruluk savlarının dil içinde dil yoluyla oluşturulduğunu söyleyen bir üslubu benimser. Gerçek ile kurgu arasında kalmış figürlerini izleyiciye sunan sanatçı, resimlerinde bu arada kalmışlığı ruhsal açıdan değerlendiriyor. Ayşegül Karakaş, şüpheyle yaklaştığımız dışsal dünya gerçekliğine alternatif bir kapı açar. “Hangisi gerçek?’’ sorusuyla yüz yüze kalmamız kaçınılmazdır. Öznenin ve dışsal gerçekliğin çatışması doğada somutlaşır. Engin Konuklu aile albümlerinden ya da çeşitli fotoğrafları dönüştürerek çoğu zaman muğlaklaştırarak belleğin ve izleyicinin devreye girmesini amaçladığı çalışmalar yapmaktadır. Sedat Ayhan,bizleri her zaman işittiğimizi sandığımız ama hiç karşılaşmadığımız bir dünyaya davet eder. Kullandığı bilinçten yoksun figürler,öznenin yer alacağı olası aşırılık öncesi sürecin simgesidir. Bu edimle gizli kalmış ve zaten orada olan bir bilinçdışını açığa vurmaktan çok, bilinçdışı üretir ve onu var eder.

İzleyicilere “gerçeklik” kavramını sorgulatan sergi 23 Ekim’e kadar, Galeri İlayda’da görülebilir.

Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel: 0-212-227 92 92

Not: Pazar günleri hariç her gün 10.00 ile 19.00 saatleri arasında açık olan İlayda Sanat'ın altında ve karşısında otopark vardır. 



Anneme Sesleniş

Bugün 11.00 civarı yayınevine uğramam gerekiyordu. Yaklaşık bir saatlik bir işim vardı ve annemle her gün öğlene kadar mutlaka yaptığımız uzuuuun telefon sohbetlerinde de bugün sabah dışarıda olacağımdan bahsetmiştim. Ama saat yarım gibi yayınevinden çıktığımda son bir saat içinde annem tarafından üç kez aranmış olduğumu gördüm. Hayırdır inşallah, diyerek annemi aradığımda ağlamaklı bir sesle ve dehşet dolu bir tonlamayla bana:
"İmgee.. Nerelerdesin sen? Evi aradım yoksun, cep açılmıyor, panik oldum. İso'yu da aradım ama o da dönmedi. Ben de 'tamam o zaman, bu kız dün gece içti içti bayıldı, uyanamadı herhalde dedim. Hastanedeler falan diye düşündüm.' Aramasaydın bayılıyordum valla. Başka kimleri arayabilirim diye düşünmeye başlamıştım. Bu saate kadar Facebook'a da bir şey yazmadın zaten..Öldüm korkudan!"
Evet, şimdi baştan sona tuhaflıklarla dolu olan bu konuşmayı cümle cümle ele alalım ve dehşet senaryolarına yatkın bir ruh haliyle değil de makul, mantıklı ve soğukkanlı bir şekilde inceleyelim:

"İmgee.. Nerelerdesin sen?"

-Yayınevindeyim anne. Dün konuşmuştuk ya. 
(Aaa doğru, ben günleri karıştırmışım..)

 Evi aradım yoksun, cep açılmıyor, panik oldum.

- Oradaki editörle birlikte üzerinden geçeceğimiz bir metin olduğu için sessize getirdim telefonumu. Hem üç saatte bir aramak normal olabilir ama bir saat içinde üç kez aramak da nereden çıktı yahu? Sergi gezerken, alışverişte, sporda falan da  telefonum sessizde olabilir. 
(Ama sabah çayını falan içmeden oralara gitmezsin ki, konuşmuş olurduk o zaman..)

İso'yu da aradım ama o da dönmedi.  

- Normaldir anneciğim. İso'ya gün içinde ulaşmak zor olur biraz. Yoğun oluyor hani, toplantılar falan..   

Ben de 'tamam o zaman, bu kız dün gece içti içti bayıldı, uyanamadı herhalde dedim. Hastanedeler falan diye düşündüm.' 

- ...!!!... Buna söylenebilecek makul mantıklı bir söz bulamıyorum işte. Ünlem dolu derin bir sessizliğe bürünüp kendi iç dünyama yolculuk ediyorum. Tamam, içkiyi severim de hiç öyle içip içip bayıldığımı hatırlamıyorum. Yani tamam, zaman zaman sarhoş olmuşluğum, sızmışlığım, gecenin belli bir bölümünün kaydını silmişliğim olmuştur (ki bunlara ait anılarım bile 5-6 yıl öncesine dayanıyor) ama en kötü ihtimalle ertesi günü akşamdan kalma halde geçiririm. Neden böyle Amy Winehouse muamelesi gördüğümü anlayamadım haliyle!

Aramasaydın bayılıyordum valla.

- ..... (Bu sefer ünlemsiz derin sessizlik. İçimden gerçekten de aksi yönde seyreden hiçbir şeyin olmadığı bir günde bile annem kendi yarattığı aksiyon hikayeleriyle düşüp bayılabilir diye geçiriyorum bu sırada.)

Başka kimleri arayabilirim diye düşünmeye başlamıştım.

- Kimseyi! Anne yaa, neredeyse 34 yaşında ve 12 yıldır İstanbul'da yaşayan kızına birkaç saat ulaşamadığında bence kimseyi aramamalısın hani..

Bu saate kadar Facebook'a da bir şey yazmadın zaten..

- Dur bir dakika.. Sen bu içki muhabbetini falan da Ongun'la yazışmamızdan mı çıkardın yoksa? 

(Ooooopppss! İşte şimdi ayvayı yediğimin resmidir. Demek ki resimlerinize bakarım falan diye açtığı Facebook hesabının da kullanım alanı değişmiş artık. Bizden güncellemeler bekleniyor, yazışmalara bakılıyor ve buna göre yeni endişe senaryoları  üretiliyor! Eyvah eyvah! Ongun, dün gece Londra'dayken hep birlikte gittiğimiz publardan birinde Caffrey's ve Baileys içerek bizi andığını söylemişti. Sonra ben de onun Facebook check-in'ine "Canımı istettin şimdi, burada Caffrey's yok ben de Baileys içiyorum" yazmıştım. İşte gecenin on ikisinde yapılan bu masum yazışma ve içtiğim bir kadeh Baileys bunlara yol açmış!)  

Aman ne bileyim işte, en son içiyorum falan yazdığını görünce, bugün de telefon açılmayınca, ölüyordum valla!!

- ........ 

İçsel yolculuk: Acaba "artık Facebook'a hiç girmiyorum," falan deyip de yavaş yavaş anneme giden bildirimleri kapatsam mı?  "Tam zamanlı çalışmaya başladım, müsait oldukça ararım ben seni," diyerek aramaları tamamen üzerime almak ve böylelikle en azından ev telefonunun açılmaması sonucu üretilen dehşet senaryolarının önüne geçmek mümkün müdür? İso'nun sürekli yurt dışında olduğunu söylesem ve en azından kocamı bu panik ortamından kurtarsam olur mu? Neden bana ailenin Kuzey'i muamelesi yaptığını da en kısa zamanda sorup öğrensem iyi olacak bu arada! Benden birkaç saat haber alınmadığında neden başıma iyi değil de kötü bir şey gelmiş olabileceği düşünülüyor acaba? Bir de her senaryosuna bir ölüm, hastane, sapık, cinayet, terör olayı, gasp, kapkaç unsuru ekleyen annemi kara romanlar yazmaya teşvik etsem iyi mi olur yoksa hepinizi kabuslara  sürükleyeceği için kötü mü olur onu düşünüyorum. 

Hepinize mutlu ve huzurlu hafta sonları...



Tuhaf Mutsuzluk Durumları

  • Taksim'den kalkan metronun neredeyse ilk durak olan Osmanbey'e kadar kağnı hızıyla gitmesi,
  • Göz kapağında ve altındaki çizgilerde biriken concealer görüntüsü. Cidden üzer beni işte. Nafile bir yaş saklama çabası gibi gelir (ki ben dahil birçoğumuz da farkında olsak da olmasak da yaşıyoruzdur eminim).   
  • Metrocity'deki Dorothy Perkins mağazasının içindeki küf ve rutubet karışımı eskimişlik kokusu,
  • Yetişkin ifadesine sahip küçük çocuklar (dünyanın en mutlu çocuğu olabilirler, yine de beni hüzünlendirirler),
  • Tatile gittiği uçaktan inip havaalanında tuvalet kuyruğunda beklerken birilerini arayıp "Canım, şifremi biliyorsun zaten, şimdi benim hesabıma girip 'I'm at Dalaman Airport - tuvalet kuyruğunda' yazar mısın?... Yarım saat sonra da 'I'm at Göcek Port yaz!" diyen çeyrek akıllı kız ve türevleri.
  • Düzgün giysilerle, bakımlı halde, saçlarımı savurarak kendine güvenli adımlarla yürürken karşıdan karşıya geçişlerde yol veren arabaların saçlarım tepede toplanmış, makyajsız, spor ayakkabılarla ve elimde Migros poşetleriyle karşıdan karşıya geçerken hiç oralı olmamaları. Yani günümüz dünyasında nezaketin bile formata bağlı olması! 

      Nişantaşı'nda Bir Cuma

      Geçen hafta Cuma günü Gizem'le birlikte Farkında mısın? projesi kapsamında 6-11 Eylül tarihleri arasında Nişantaşı City's'de sergilenen fotoğraf sergisini gezmek için buluştuk. 24 ünlünün destek verdiği bu anlamlı projenin ana sponsoru Goody olmuş. Engelli hayvanların da yaşamın içinde var olduklarına dikkat çekmeyi hedefleyen bu projede her ünlünün yanında engelli bir hayvan bulunuyor. Ünlüler de Photoshop ile engelli hale getirilmiş. Böylece daha fazla farkındalık yaratılabilmiş. Bu arada fotoğraflardaki hayvanların 11 tanesinin Yedikule Hayvan Barınağı'nda olduğunu öğrendik. Ömür Gedik'li fotoğraftaki tinerci şiddeti görmüş o zavallı kedicik de dahil. Ziyaret etmek, gönüllü olmak veya bağış yapmak isterseniz aklınızda olsun. Diğerleri de farklı barınaklarda bakılıyormuş ve sanırım bir tanesi sahiplendirilmiş. Fotoğraflar çok güzel, ama en önemlisi bu projeyi ortaya koyan zihniyetin ve emeği geçen herkesin güzelliği. Sergi çeşitli AVM'leri ve okulları dolaşarak misyonunu sürdürmeye devam edecek. Denk gelmeye ve farklı dünyalardan dostlarımızı görmek için zaman yaratmaya çalışın derim. 


      Biz City's turumuza en alt katta yer alan ve geliri AÇEV'e bağışlanacak olan Fotopya'nın Yüzleri fotoğraf sergisiyle devam ettik. Burada daha her telden ve çok sayıda fotoğraf vardı. Hepsi de çok güzeldi ama elbette ilk sergiden sonra burası biraz sönük kaldı. Yine de seçtiğim birkaç örnek aşağıda. Bu arada en alttaki şarap kadehli olan fotoğrafı da  Facebook'ta insanların yaz döneminde gittikleri yerlerden yükledikleri Instagram elinden çıkmış "şu an bunu içiyorum" fotoğraflarına benzettim (ki bu durum fotoğrafçı için pek de hoş bir benzetme olmamıştır eminim! :) ) Neyse, çok üzgünüm ama bu sergiyi de kaçırdınız, çünkü o da 11 Eylül'de bitti.


      Ama kaçırmadığınız şeyler de var. Mesela Mudo Concept yeni sezonu açmış ve yine harika şeyler getirmiş Nişantaşı'ndaki kocaman mağazasına. Dayanamadım kuşlarıma ve balıklarıma (biri bu, diğeri de Gizoş'un hediyesi olan bu)  anne ve yavru fil ikilisini de ekledim. Böylelikle evi hayvanat bahçesine çevirme yolunda da önemli bir adım atmış oldum! Kuşlarıma da dört arkadaş daha getirecektim ama bu seferlik tuttum kendimi. :)


      Bir de sergileri kaçırmış olabilirsiniz ama arkadaşınızla buluşup Zamane Kahvesi'nin nefis lezzetleri eşliğinde sohbet etme fırsatını da kaçırmadınız. Daha önce yemeklerini ve enerji içeceği kıvamındaki sağlıklı karışımlarını denediğimiz Zamane Kahvesi'nin bu kez su böreği ve sakızlı cheesecake'i denendi ve yine tam not aldı. Cheesecake'in kıvamı ve muhteşem sakız kokusunu özellikle tavsiye ediyorum. 


      Biz haftayı ağız tadıyla kapattığımız için çok şanslıydık. Darısı önümüzdeki tüm haftalara, aylara ve yıllara diyor, hepimize daha da bol şans diliyorum! :)

      Son İzlenenler

      Sırada son haftalarda izlediğimiz filmlerden ikisi var. Biri tam bir hayal kırıklığı olsa da diğerini çok beğendik. Hangisinden başlayayım? Tamam, önce beğendiğimiz filmi anlatacağım.

      Ömrümüzden Bir Sene olarak Türkçeleştirilen Mike Leigh'in yönettiği Another Year filmini çok beğendik. Psikolojik bir aile filmi olarak tanımlayabileceğim filmin yer yer psikolojik drama kaydığı görülüyor. Bu kayış anlarında da Mary rolündeki Lesley Manville başrolü kimselere kaptırmıyor doğrusu. Film çok hareketli, bir sürü olayın olup sonuçlandığı bir film değil. "Sıradan" bir ailenin "sıradan" hayatından bir kesit sunuyor bize. O yüzden tempolu bir film bekleyenlere önermem. Ama şahsen ben o huzurlu, emek verilmiş ve sevgi dolu "sıradanlığı" hiçbir şeye değişmem. Yaşlı ve mutlu bir çift olan Tom (Jim Broadbent) ve Gerri (Ruth Sheen)'nin etrafında dönen hikayeye oğulları ve kız arkadaşı ve bir de yalnız ve orta yaşa yaklaştığı için bunalıma girmeye başlamış Mary adlı komşuları dahil oluyor. Bir de kısa süreliğine Tom'un eşini kaybeden kardeşi Ronnie. Bu yalnız ve arızalı karakterler Tom ve Gerri'nin sevgi ve anlayışa dayalı huzurlu ilişkilerinin sıcaklığını daha da ortaya çıkarıyor sanki. Oyunculuklar ve hikayenin doğallığı muhteşem. İzlemenizi öneririm. 


      Bahsedeceğim ikinci film ise Patrondan Kurtulma Sanatı adıyla vizyona giren Horrible Bosses olacak. Bu kadar güçlü bir kadrodan bu kadar zayıf bir film nasıl çıkabilmiş anlamak mümkün değil. Aşağıda üç patron ve onlardan kurtulmak için her şeyi (ama gerçekten her şeyi!) göze alabilecek üç çalışanı görüyorsunuz. İşte olay bu: o alttakilerin üsttekilerden ne pahasına olursa olsun kurtulma çabası!


      Hayal kırıklığı bölümüne gelince: hiç sıkılmadan, gülerek eğlenerek izleyebilirsiniz filmi ama hani çok da zeki ve incelikli bir kurgu ve espriler beklemeyin. Abartılı durumlardan ortaya çıkan gerçekçilikten pek uzak bir komedi söz konusu. İnsan böyle bir ekibi görünce beklentisi yüksek oluyor sanırım. Ama light bir yaz filmi olarak izlenebilir elbette. Zaten ben izlemeyin desem de ekip fazlasıyla ilgi çekici olduğu için pek bir şey fark etmeyecektir. Filmdeki favorilerim Colin Farrell ve Kevin Spacey oldu. Onları izlemeye de değdi bence. 

      Sizlere de şimdiden iyi seyirler.

      Not: Resimleri işte buradan aldım.

      Denedim, Hem Beğendim Hem Beğenmedim

      Sırada son dönemde denediğim ve bazılarını beğenip, bazılarını beğenmediğim, bazılarına karşı ise nötr bir tavır takındığım ürünler var. Yazın geride kaldığı şu günlerde güneş kremleriyle yazıya başlayayım. 

      * Öncelikle bu sene ilk kez Avon kataloğunda yağlanıp ballandığı için kanarak aldığım 50 SPF yüz ve 30 SPF göz ve dudak koruyucusundan bahsetmek istiyorum. Ben ettim siz etmeyin! Hayatımda ilk kez yüzümde bu kadar çok kahverengi güneş lekesi çıktı. Dudak parlatıcısı formundaki koruyucu ise dudağınızın üzerine oje sürmüşsünüz gibi sert ve yapışkan bir his bırakıyor. Hiç beğenmedim, haberiniz olsun. Yüksek korumalı yüz kreminde Roc'tan şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Hem yüz hem vücut için de en güvenilir ürünün ise pembe beyaz İsveç tenli kocam İso'cumun favorisi olan Coppertone spreyler olduğunu söyleyeyim. Türkiye'de fazla çeşidi bulunmadığı için genelde yurtdışına çıktığında bu spreylerden depolayan İso'cuma göre güneşe karşı koruyucu bir streç filmle kaplanmak istiyorsak bunları kullanmalıymışız. Yıllardır yanımda kullanan bir örnek olduğu için ben de gözü kapalı öneriyorum bu ürünü sizlere.



      *  Dişlerde oluşan çay, kahve, şarap, sigara lekelerine karşı Pluswhite diş macununu kesinlikle öneriyorum. Çok fazla kahve tüketmiyor ve sigara içmiyor olsam da dişlerimi temizlettikten sonra iki ay içinde alt ve üst öndeki ikişer dişimde renk değişimleri başlıyor ve ben de bu duruma sinir oluyordum. Sonra birkaç forumda adını duyduğum ve üzerinde lekelere karşı etkili yazan bir Pluswhite diş macunu aldım ve lekelerin bariz bir şekilde azaldığını gördüm. Diş minelerine ve diş etlerine zarar vermeyen hassas dişler için diş macunlarının da temizliğinden pek bir şüphe duymaya başladım bu arada! 



      * Üçüncü ürün Şehir Fırsatı'nda gördüğüm için "kesin güvenilir bir şeydir" diye alıp denediğim Dermanol selülit kremi. Hayatımda bir ilki gerçekleştirerek hiç yaramayacağına inandığım ürünlerden birini aldım ve bacaklarım reklamlardaki o pürüzsüz bacaklara dönüşmedi elbette. Ama tuhaf bir şekilde ürüne karşı olumlu görüşlerim var, çünkü o kutuyu kullandığım üç hafta boyunca (yani iki tatil arası) beslenmeme dikkat edip, spor da yapmıştım. Bir de sabah akşam bu bitkisel ürünü kullanınca "vay be, sıkılaşıyorum galiba!" diye havalara girdiğimi hatırlıyorum. An itibariyle (tatil köyü dönüşü etkileri hat safhadayken) ise eski bacaklarım aynen geri dönmüş durumda. Elbette üç haftada mucize beklemek pek doğru değil ama sanki kendinize iyi baktığınız dönemde destek ürün olarak kullanılabilecek bir ürünmüş gibi geldi bu krem bana. Deneyin. Tabi  yatmadan önce sürdüğünüzde sevgilinizin "Burası Lokman Hekim'in laboratuvarına dönmüş yine!" diye söylenmesi olası.. Gerçekten bitkisel bir karışım olduğunu teyit eden ve kendinizi bir aktarda gibi hissetmenizi sağlayan bir kokusu var, unutmayın. :)


      Son olarak yine Şehir Fırsatı'ndan aldığım Oğuz Yanal kuaförde saç bakımı ve fön kuponumu Marmaris tatili öncesi saç bakımı ve ellerime ve ayaklarıma oje sürdürmeye çevirdim. Bayram öncesi yoğunluğunun hat safhada olduğu Cuma günü gittiğim için hizmet kalitesi, güler yüz falan da minimumdaydı ama işim görüldü mü görüldü, kuponu kullandım mı kullandım işte. :) Ortamda saç renginin istediği gibi olmadığını söyleyerek somurtkan bir suratla söylenip duran bir kadının da olduğu ve Kerastase ürünleriyle bakım yaptığını iddia etmesine rağmen Kerastase markalı bir ürün kullanmayan Barbaros Bulvarı'nda ATV'nin karşısında yer alan Oğuz Yanal'a bir daha gider miyim, sanırım gitmem. 

      Reklamlar bitti. O zaman normal yayın akışımıza dönebiliriz artık..:)


      Tatilde Okunanlar

      Evet, dokuz günlük bir tatili daha bitirdikten sonra okuduklarımıza da bir göz atalım diyorum. Bu bayramı iki buçuk kitap ile tamamladım. Eve geldiğimiz ilk günün sonunda ise üçlemeyi başardım.

      Okuduğum ilk kitap Sunset Park oldu. Tatilde Paul Auster iyi gider diye düşündüm. Doğru düşünmüşüm. Yine su gibi akıp giden bir New York hikayesiydi Sunset Park. Yine Can Yayınları'ndan çıkmış ve çevirisi Seçkin Selvi'ye teslim edilmiş. Yani bence gayet başarılı bir dili var. Kendisinin de içinde olduğu talihsiz bir kaza sonucu üvey kardeşini kaybeden Miles'ın yıllar süren kaçış öyküsü temelde. Kendinden, ailesinden, yasalardan, vicdanından... Çok bilinçli bir şekilde olmasa da kaçmaktan vazgeçip yine kendi şehrine döndüğünde ise Sunset Park'ta terk edilmiş bir evde üç arkadaşıyla birlikte bir dönem yaşıyor. Daha doğrusu belediye ve polisler durumu fark edene kadar evi işgal ediyorlar. Ev arkadaşları ise bir ressam, bir müzisyen ve bir doktora öğrencisi. Her birinin ayrı bir hikayesi ve derin bir ruh dünyaları var ve onları tanımak çok keyifli. Ama yine de bunun en sevdiğim Paul Auster kitabı olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü daha devam edecekmiş gibi giderken bir anda bitti gibi bir hisse kapıldım sonunda. Yine de yazarı seven, bilen ya da bilmeyen herkese önerebileceğim bir roman bu. Tabi şezlongda denize karşı ve buz gibi bir bira eşliğinde okunması daha da şiddetle önerilir.:) (Yanındaki de İso'cumun kitabı elbette.)

      İkinci önereceğim kitap içinse biradan daha sert bir şeylere ihtiyaç duyabilirsiniz. Anne Tyler'ın Amatör Evlilik adlı romanını hiçbir yerden duymadan, sadece bu aralar D&R'a her gittiğimde gördüğüm 4 TL'lik kitaplar bölümünden gözüme kestirip almıştım. (Bu hafta iki kitap daha düşürdüm o bölümden.) Konusu, aslında Amerika'da II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan pek çok sıradan evlilikten birinin hikayesi ama bana göre daha çok başarılı bir aile dramı. Karakterlerin farklı iç dünyaları, birbirlerine hiç uymayan özelliklerine rağmen  evlenmeleri ve çocuklar yapmaları, dolayısıyla kendilerini hapsettikleri bu boğucu yaşam içinde hem evlilik hem çocuklar konusunda yaşadıkları başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları, aile içindeki iletişim özürlülükleri, yalnızlıklar, güvensizlikler, yaşamları harap eden yıkıcı öfkeler, mutsuzluklar... Benim çok içime dokundu bu roman. Her bir karakterle empati kurabildim ama nedense en çok da kendime hiç yakın bulmadığım Pauline karakteri için üzüldüm. (Çocukluk döneminde kendime en yakın bulduğum karakter ise 25 yıl falan ailesinden kaçıp, uyuşturucu tedavisinden sonra hayata kör topal dönebilmeyi başaran Lindy oldu! Tabi öyle olacağını bilemezdim, ben daha ziyade onun "isyankar çocuk" hallerini sevmiştim. :) ) 18 Eylül'e kadar Tepebaşı'nda devam edecek olan Sahaf Festivali'nden Anne Tyler'ın baskısı bitmiş olan Soluk Alma Dersleri adlı kitabını bulabilmeyi planlamıştım ama bulamadım ne yazık ki. Unutmayın bu arada: Sahaf Festivali çoktan başladı! 


      Son olarak bayram dönüşü Cumartesi akşamı Dalaman Havaalanı'nda bir saatten fazla rötar yapan uçağımızı beklerken okumaya başlayıp, ertesi gün eve geldiğimizde bitirdiğim Deniz Som'un Rönesans'ta Neredeydin - Geri Kalmışlığın Kısa Tarihi adlı kitabı oldu. 


      Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan deneme türündeki bu kitabın birinci baskısının 2003'te yapıldığını düşünürseniz, yazıların pek de güncel konuları olmadığını da tahmin edebilirsiniz. Ancak yine de soygun, vurgun, sömürü, ilkesizlik örneklerinin o dönemlerle az çok benzer olduğunu da tahmin edebilirsiniz. Örneğin, o gün siyanürle altın aramak konuşuluyorken bugün nükleer santral konuşuluyor olabilir, ama sonuçta temelde yatan düşünce aynı ya da benzerdir. Yani Rönesans'ta Neredeydin, ülkemizde 20. yüzyılda Atatürk önderliğinde başlatılan Aydınlanma Devrimi'nin Atatürk sonrasında nasıl tersine bir seyir izlemeye başladığını vurgulayan bir tür "eller aya biz yaya" örnekleri derlemesi. Dediğim gibi çok güncel olmadığından herkese önermiyorum ama böyle bir kitabın da varlığı aklınızda olsun diye yazmak istedim buraya. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Deniz Som'un da şu an olduğu yerde huzur bulmuş olmasını diliyorum. 

      Hepinize iyi okumalar...Kitapsız kalmayın emi...

      Grand Yazıcı Marmaris Palace

      Bu bayramda bir haftalığına Marmaris'e kaçtık. Hem senelik tatil köyü istihkakımızı kullanmak hem de yaz sezonu bitmeden bir kez daha kendimizi masmavi sulara atmak için yine bir deniz tatili yapalım dedik. ETS aracılığıyla ayarladığımız Grand Yazıcı Marmaris Palace'tan da çok memnun kaldık. Upgrade edilen odamız sayesinde güne aşağıdaki manzara ile uyandık. Yemeğe gitmeden önce ayaklarımızı uzatıp dinlenerek birer kadeh içkimizi de balkonumuzda içmeyi ihmal etmedik. Bu doyumsuz manzaranın hakkını vermek gerekiyordu tabi... 


      Tesisin upuzun bir kıyı şeridi ve kocaman alanı var, ama iskeleden baktığınızda sadece ağaçlar görüyorsunuz, çünkü doğal doku büyük ölçüde korunmuş. Dolayısıyla dev ağaçlar arasından geçerek odanıza, restoranlara, SPA merkezine, havuza gidiyorsunuz. İskelenin her iki yanında yüzmek için ayrılan çok geniş bir bölüm var. Üzerinden çekilmiş fotoğraflardan bazıları da aşağıda:


      İçmeler mevkiine yaklaşık 2 kilometre mesafede bulunan tesiste her yerde olan pek çok aktivite mevcut, ancak birçok yerde olmayan ilginç aktiviteler de var: örneğin, buz pateni yapabilir ya da dev ağaçların aralarında uzanan halat köprüler ve lastiklerden geçebileceğiniz macera parkının tadını çıkarabilirsiniz. Biz bunları yapmadık ama tesisin önünden geçen ve sağda İçmeler, solda ise Marmaris'e kadar uzanan güzel yürüyüş yolunda yürüdük ve bisiklet sürdük. Bisikletle Marmaris Marina'ya kadar uzanarak nostalji yaptık İso'cumla. İso'cum askerliğini Marmaris Aksaz'da yapmıştı ve benim de onu görmeye gittiğim bir hafta sonunda kaldığımız yeri, yiyip içtiğimiz yerleri bulduk bisikletle. Altı tane bira ve üstüne işkembe çorbası içip, yağmurda sırılsıklam olmuş halde ayrıldığımızı hatırladık. (Ben de o şekilde otobüse binip yakınımdaki yolculara zor anlar yaşatmış ve iyi dileklerini toplamıştım sanırım! Ama İso'cumdan ayrı geçirdiğim ve geçireceğim ayların üzüntüsüyle yaydığım sarımsak ve bira kokusunu düşünmeyi unutmuştum. Bir de iki günü sabah akşam neredeyse uyumadan geçirince otobüse biner binmez sızdığım için zaten bunu düşünecek zamanım da olmamıştı. Hâlâ utanırım aklıma geldikçe, ama n'apalım artık, oldu bir kere..:))


      Bu arada otelin gözüme girmesinin en önemli nedenlerinden biri de yürüyüş yolundaki "Dikkat! Çocuk çıkabilir!" tabelalarıydı. Bence de çok önemli ve yerinde bir uyarı olmuş, zira şımarık tatil köyü veletleri tatil sırasında vücudunuzda salgılanan serotonin hormonlarını yok ederek stres hormonu olan kortizol üretimini tetikleyebilir. Güneş ve iyodun etkisiyle hamur olmuş vücudunuzu gerim gerim gerebilir. O yüzden bu düşünceli uyarılarından dolayı Grand Yazıcı Marmaris Palace'ı tebrik ediyorum! :)

      Bir tatil köyünde harika olması gereken en önemli iki şey bize göre deniz ve yemeklerdir. Bu anlamda bu tesise tam puan verdiğimi söyleyebilirim. Açık büfesi yeterince zengin ve olağanüstü lezzetli çeşitlerden oluşuyordu. (O leziz lokmalar, krem karameller, ballı pankeklerin hepsi zengin ve olağanüstü yumuklar halinde vücudumuzun belirli yerlerinde bize halen eşlik ediyorlar zaten!) İçkilerin soğukluğu ve tadı gayet iyiydi. Uzun yıllardır tesisin içinde hizmet vermekte olan Carisma Spa çok başarılıydı. Çok çeşitli hamam, bakım ve masaj programlarından birini seçerek kendinizi şımartmanızı öneririm. Grand Yazıcı otelleri ile ilgili daha detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz. 

      Son olarak genel anlamda memnun kaldığımız bu tesise önemli bir şeyi hatırlatmak isterim: bu sene 30 Ağustos'un Şeker Bayramı'nın birinci günü olması Zafer Bayramımız olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Odamıza gönderilen bayram fondonları için teşekkürler ama keşke Zafer Bayramımız ile ilgili de güzel bir kutlama yapılsaydı. Böylelikle İçmeler tarafındaki otellerden (büyük olasılıkla Martı otellerinden) atılan havai fişekler yerine kendi kutlamamızı izleyebilirdik.

      Neyse, sonuçta bir haftalık güzel bir tatili daha devirdik. Maviye ve yeşile doymak mümkün değil elbet ama yine de bir hafta daha bu ikilinin tadını çıkarabildiğimiz için kendimizi pek şanslı ve mutlu hissedip döndük yuvamıza. Ve Pazar günü evimizin balkonunun karşısına hoş geldine gelen martılara karşı nargile ve limonlu Efes'lerimizi içerken önümüzdeki kaçış rotalarını düşünmeye başladık bile..

      Korofest 2011 Başlıyor!


      Dünyaca ünlü korolar bir kez daha!

      İstanbul’un en eşsiz noktalarında benzersiz müzik deneyimleri bir kez daha!

      Başından sonuna dek festival atmosferi bir kez daha!


      KOROFEST BİR KEZ DAHA!


      Korofest 2011, sonunda başlıyor. Türkiye’nin ilk uluslararası gençlik koroları festivali Korofest, 6-11 Eylül tarihleri arasında koral müzik için birbirinden değerli pek çok ismi bir kez daha İstanbul’da bir araya getiriyor. Carmina Slovenica ve Cantemus Pro Musica gibi dünyaca ünlü koroları ve Cem Mansur, İbrahim Yazıcı, Suna Çevik, Hasan Uçarsu gibi Türkiye’nin önemli isimlerini müzikseverlerle buluşturan Korofest, bu sene Avrupa Korolar Federasyonu tarafından önerilen etkinlikler arasında girmeyi başardı. 



      Konser Programı:
      September 6, Tuesday 
      20.00

      Opening Concert, Albert Long Hall
      BUMK Klasik Müzik Korosu (Istanbul), Conductor: Kaan Bayır
      Rezonans (Istanbul), Conductor: Burak Onur Erdem

      http://www.facebook.com/event.php?eid=190725047659451

      September 7, Wednesday
      20.00

      GALA Concert, Cemal Reşit Rey Concert Hall
      Cantemus Pro Musica (Hungary), Conductor: Denes Szabo
      Carmina Slovenica (Slovenia), Conductor: Karmina Silec

      http://www.facebook.com/event.php?eid=207187092670230

      September 8, Thursday
      20.00

      Concert, Caddebostan Kültür Merkezi
      BUMK Caz Korosu (Istanbul), Conductor: Masis Aram Gözbek
      Bonn University Jazz Choir (Germany), Conductor: Fraser Gartshore

      http://www.facebook.com/event.php?eid=211374398918287

      20.00
      Concert, Albert Long Hall
      Marmara Üniversitesi (Istanbul), Conductor: Bülent Halvaşı
      Mersin Oda Korosu (Mersin), Conductor: Engin Aktuğ
      Nazım Kumpanya (Istanbul), Conductor: Volkan Akkoç
      Izmir Işılay Saygın GSSL Korosu (Izmir), Conductor: Ilhan Akyunak

      http://www.facebook.com/event.php?eid=262716677091044

      20.30
      Concert, Harbiye St. Esprit Church
      CorISTAnbul (Istanbul), Conductor: Arda Ardaşes Agoşyan
      Carmina Slovenica (Slovenia), Conductor: Karmina Silec

      http://www.facebook.com/event.php?eid=203227913069622


      September 9, Friday

      20.00

      Concert, Albert Long Hall
      Bonn University Jazz Choir (Germany), Conductor: Fraser Gartshore
      Samsun Oda Korosu (Samsun), Conductor: Bilgen Özcan Coşkunsoy
      TRT Istanbul Radyosu Gençlik Korosu (Istanbul), Conductor: Gökçen Koray

      http://www.facebook.com/event.php?eid=184681878267453

      20.30
      Concert, Beyoğlu St. Antuan Church
      Ankara Vokal (Ankara), Conductor: Tayfun Ünver
      Cantemus Pro Musica (Hungary), Conductor: Denes Szabo
      http://www.facebook.com/event.php?eid=248936205128688

      September 10, Saturday
      19.30

      Closing Concert, Garanti Kültür Merkezi
      Workshop Choirs
      http://www.facebook.com/event.php?eid=211229025598825

      21.00
      Party, Bogazici University South Campus
      http://www.facebook.com/event.php?eid=264266143603402


      Seminerler ve ayrıntılı bilgi için: www.korofest.com

      Müzik hayat verir!

      Efsane Hocamız ve Dipteki Çocuk

      O bir efsaneydi... Bir ODTÜ efsanesi... Daha doğrusu bir ODTÜ İşletme efsanesi... ODTÜ İşletme'nin olay adamı... En sevileni, en nefret edileni, en korkulanı, en renklisi... Ama başına mutlaka "en" eklenecek pek çok özelliği olanlardan biri... Eminim yukarıda bir yerlerden emeğinin geçtiği tüm öğrencilerine bakarak gurur duyuyordur (benim gibi o bölümden mezun olup da çevirmenlik yapmaya karar verenler hakkında ne düşünüyordur bilemem gerçi :) ), çünkü o tüm İşletme bölümü öğrencilerinin üstün varlıklar olduğuna inanır ve öyle davranırdı. Elbette öyle düşünen biri olarak bizlerden beklentileri de çok büyüktü. Ama bu büyük beklentiler sizi korkutmaz, aksine kendinize daha da güven duymanızı, gururlanmanızı ve iyi hissetmenizi sağlardı.  

      İşte 2006 yılında aramızdan ayrılan ve derslerine girme fırsatım olduğu için kendimi çok şanslı hissettiğim bu efsane adamın sağlığında başlayan kitap projesi, araya giren hastalık ve ne yazık ki ölüm süreciyle birlikte bir süreliğine rafa kaldırılmış. Yıllar sonra yeniden gündeme gelerek en sonunda basılan "O, Muhan Soysal'dı" kitabını okurken adeta yeniden Muhan Hoca'nın amfi derslerine dönmüş gibi hissettim. Sınıflarında yaşanan ve askerlik hikayeleri gibi abartılı görünen ama hepsinin son derece gerçek hikayeler olduğu öğrencileri tarafından çok iyi bilinen (!) o hikayeleri okurken o günleri hatırladım. Benim gibi zaman konusunda inanılmaz hassas ve her yere erken giden bir insanın Muhan Hoca'nın sınavının olduğu gün okul otobüsünün kalktığı saatte uyanıp apar topar son dakika okula yetişerek sınava girebildiğim o kabus günü hatırladım. O gün yaşadığım korku sanırım ömrümden birkaç yıl yemiştir, çünkü Muhan Hoca bu! Sınav saati 20:30 ise 20:31'de gelsen "Çık dışarı, uçak kalktı!" diyerek kovacaktır seni sınıftan! Dört yıllık ODTÜ tarihim boyunca tek geç kalma korkusu yaşadığım dersin de Muhan Hoca'nın dersi, hem de sınavı olması nasıl bir Murphy Kanunu örneğidir ama! 

      Kitapta derslerden tanıdığımız Muhan Hoca'nın hiç bilmediğimiz yönlerini de öğreniyoruz. Haşarı gençlik yılları, "en büyük özgürlük mutlu bir evliliktir" diyebileceği kadar sevdiği ailesi ve ölümüne dek sürdürdüğü mutlu evliliği, Türk toplumundaki haset, ussallıktan uzaklık, kültür ve aydın olmak ile ilgili düşünceleri, solcu mu yoksa "kurt köpeklerini öğrencilerinin üstüne salan bir faşist (!)" mi olduğu, eğitim ve üniversitelerin nasıl olması gerektiği konusundaki düşünceleri ve daha pek çok şey anlatılıyor. Hiç tanımamış olsanız bile bu ezberbozan, yenilikçi, yaratıcı, kıpır kıpır küçük dev adamdan öğreneceğiniz çok şey olabilir. Tanıyanlar, namını duyanlar ve bir dönem dersine girmiş olanların ise kesinlikle okumasını öneriyorum bu Muhan Soysal derlemesini. 

      İkinci önerim ise Dil Emeği kategorisindeki kitap seçmelerimden biri. Yani demek oluyor ki ellerimle çevirdim sizler için: Dipteki Çocuk. Everest Yayınları'ndan çıkan bu kitapta New York metrosunda gezintiye çıkacaksınız. Hem de on altı yaşında şizofren bir çocuk ile birlikte! Hımm, heyecanlı bir macera sizi bekliyor. Brooklyn'de yaşayan 1971 doğumlu yazar John Wray, ödüllü genç yazarlardan biri. Bu da onun üçüncü romanı. Metro trenlerine tutkun olan William Heller'ın, annesi ve Detektif Lateef peşindeyken çıktığı bu yeraltı gezintisinde gerçekle William'ın beyninin yarattıkları arasındaki o incecik sınırda gelgitler yaşarken soluk soluğa kalabilirsiniz. Ulvi yaşam amacını gerçekleştirmek uğruna "özel okulundan" kaçan William'ı nasıl bir son bekliyor dersiniz? Bu arada kitabın orijinal adı Lowboy. Uzun uğraşlar sonucu da Dipteki Çocuk isminde karar kıldık. Umarım William Heller'ı tanıdıktan sonra siz de bu ismin ona yakıştığını düşünürsünüz. Bu arada çeviri yaparken karakterlerle de feci bir yakınlık kurma durumu oluyor ki o da insanı mahveden bir şey. Hani o karakter için üzülüyor, seviniyor, ona acıyor, çevirirken bir yandan da içinizden "yapma bunu be William" ya da "a benim saftirik Will'im, inanırlar mı hiç sana?"  gibi şeyler geçiriyor, tir tir titreyen karakterin üstünü örtmek, acıktıysa yemek yedirmek falan istiyorsunuz. Bu hastalıklı durumu tedirgin edici ve hasta karakter William ile ilgili de hissettiğim oldu. (Ama ne olursa olsun Odell Deefus nezdimde ilk sıradaki yerini kesinlikle korumaya devam edecek. Pek sevmiştim keratayı ve pek üzülmüştüm başına gelen trajikomik şeylere.)

      Neyse, sırada filmler mi olsa, tatil yazısı mı eklesem? Durun biraz düşüneyim... Kararımı bir sonraki yazımda öğreneceksiniz artık..:)

      Keyifli okumalar..