Evde Bir Bayram Havası..:)

Geçtiğimiz bayram evde öyle bir bayram havası vardı ki sormayın!

Tatil öncesinde tuhaf bir şekilde içim sıkılıyordu aslında.. Havalar berbattı.. Bayramda evde olacaktık.. İstanbul'da kaldığımız yetmiyormuş gibi Şile, Ağva, Polonezköy, vs gibi yakın çevre gezileri bile yapamayacaktık, çünkü bu havada keyfi olmazdı.. Neyse artık dedik.. Biraz çeviri yaparım her zamanki gibi, sonra Kanyon'da sinemaya gideriz bir iki kez, evde DVD sefası yaparız, bir iki akşam da dışarıda olur böyle geçiririz bu dört günü de dedik. Yani aslında standart bir haftasonunun biraz daha uzunu olacaktı.

Arife gününe kadar böyle düşünüyorduk. Ama Çarşamba günü öğleden sonra evimizin kapısından içeri baş döndüren bir hızla giren o küçük yaratık bu rutin planı olağanüstü keyifli bir hale getirdi.



Evimizi şenlendirmeden önce her zamanki gibi kulaklarını savurarak koridorda hızla birkaç tur attı. Aralarda üzerimize atlamayı da ihmal etmedi tabi.. Sonra salondaki en sevdiği yere oturup uzun uzun dışarıyı seyretti. Hafızasına bir kez daha kaydetmek için evin her köşesini koklayan burnu bir dakika bile durmadı. Yanımızda, ayağımızın dibinde, biz TV izlerken kucağımızda uyuduğu yetmiyormuş gibi bir de horladı!! Bir gece ansızın geliverip, koynuma giriverip, sabah kadar mışıl mışıl uyudu! (Daha doğrusu uyumuş, sabah kucak kucağa uyanınca farkına vardık :) ) Mamasını, ödül kurabiyesini, kemiklerini yedi ama biz sofradayken ya da meyve bile yerken açlıktan ölmek üzereymiş gibi acıklı bir ifadeyle bize bakmaktan vazgeçmedi. Küçük Emrah modunu duygularımızı sömürmek için hep kullandı! Onu evde bırakıp alışverişe gittiğimizde de Küçük Emrah oldu. Döndüğümüzde sevinç gösterileri yaparak zıplarken vestiyere çarptı ama aynen üstümüze atlamaya devam etti. Tabi ben kendini kaybederek yaptığı bu sevinç gösterileri sırasında kendi canını acıttığı (o farkında bile değildi ama olsun) için üzüntüden kahroldum ve o gün ona her baktığımda anlamsızca gözlerim dolmaya başladı. Gözlerim dolarak ona baktıkça o da teselli etmek için yanıma gelip elimi yalamaya, kucağıma C gibi kıvrılıp yatmaya başladı. Eşimle birlikte parka gidip ihtiyaç giderdi. en son gün bir kez de evimizde ihtiyaç giderdi!



















Aşağıdaki resmi de bir fotoğraf yarışmasına falan mı göndersem ne? :)















Göz kuruluğu varmış küçük beyde, o yüzden akşamları damlalarını damlatmamız gerekiyordu.















Ama evcil hayvan sahibi olmanın ne demek olduğunu bir kez daha anladım. Sürekli çıplak ayakla toprakta gezmek gibi bir şey olmalı! Sinir, stres kalmıyor; sabah uyanınca gözlerini sana dikmiş oynamaya hazır halini görür görmez acaip mutlu uyanıyorsun; tek istediği ve onu tek mutlu eden şeyin senden aldığı ve sana verdiği o pozitif enerji olduğunu anlıyorsun! Hayatın anlamını çözmüş bu enerjiyle çalışan küçük adam!


Yaa işte evimizde böyle bir bayram havası vardı bu bayramda..:) Sahibine bunu daha sık yaşamak istediğimizi bir kez daha duyurup sevgilerimizi gönderiyoruz.. Rocco'ya da selamlar! :)

Can Tarlası

İstanbul Halk Tiyatrosu’nun “Can Tarlası” adlı oyununa gitmenizi tavsiye ediyorum. Oyun, günümüzde son derece yaygın olan şiddet olaylarını çok çarpıcı kısa hikâyelerle ele alıyor. Artık duyduğumuzda yadırgamaz hale geldiğimiz namus adına işlenen cinayetleri, üçüncü sayfa haberlerini, kapkaç saldırılarını, aydınların fikirleri yüzünden öldürülmelerini, vs gibi şiddet ve cinnet olaylarını anlatan skeçlerde işlenen konu ne kadar ağır ve ciddi olsa da bir yandan sizi güldürmeyi de ihmal etmiyorlar.


Oyunu sahneleyen ekip şöyle:

Yazan/Yöneten: Kemal Kocatürk
Dekor/Kostüm Tasarımı: Türkan Kafadar
Müzik: Ayça Kocatürk
Işık: Sinan Tuzcu
Oynayanlar:
Dolunay Soysert
Levent Üzümcü
Yıldıray Şahinler
Bahtiyar Engin
Ertan Saban
Mehmet Özbek
Fatih Yundakul
Nilgün Atılgan

Oyuncuların performansları harikaydı. Dolunay Soysert’in süs biberi misali ekranlara çıkan, olan bitenlerden bihaber, aptal “sanatçı” bozuntusu rolünden töre cinayetine kurban giden köylü kadın rolüne kadar her rolü son derece büyük bir başarıyla canlandırdığını gördük. Levent Üzümcü’yü hep beyefendi rollere yakıştırırdım, ama onun da tam bir maganda olabileceğini görmüş olduk. :) Sadece şu faizi asla kabul etmeyen dinci (dindar değil) tefeci (!) rolüne sanki Bahtiyar Engin daha giderdi gibi geliyor bana. Ayrıca Yıldıray Şahinler ve Bahtiyar Engin’in oynadıkları ikili skeçler de çok etkiliydi. Oyuncuların hepsine verdikleri emekten dolayı teşekkürler.

Biletleri www.biletix.com sitesinden alabilirsiniz. Günde ortalama 2,200 suçun işlendiği ve 10 kişiden ikisinin silah taşıdığı ülkemizde şiddet gerçeğini midenize oturan bir yumruk gibi hissettirecek bu oyunda aynı zamanda elinizde olmadan ağlanacak halimize güleceksiniz.

Burj Al Arab

National Geographic'te Teknoloji Harikaları programını izliyorum. Arap Kulesi anlamına gelen Burj Al Arab'ın 1994'te başlayan ve 6 yıl süren inşaatı anlatılıyor.

Dubai 50 yıl öncesine kadar inci avcılarının, tüccarların ve bedevilerin uğrak yeri olan bir yerleşim birimiyken, petrol kaynaklarının olduğu keşfediliyor. Ama jeologlara göre petrol kaynakları 2016 yılına kadar dayanabilecek. Bu yüzden Dubai'de gelecekte yaşanabilecek bir ekonomik çöküşün farkına varan Şeyh Muhammed Bin Raşid El- Maktum alternatif yollar bulunması gerektiğini düşünüyor. Dubai'nin temel varlıkları olan deniz, kum ve güneşten maksimum faydalanılmasını ve Dubai'yi üst düzey gelir grubunun oyuncağı olabilecek lüks otellerle donatmayı planlıyor. Böylelikle lüks turizm denilince akla Dubai gelecek. Bunun ilk adımı olarak Burj Al Arab'ı hayal ediyor. Eiffel Kulesi'nden yüksek olacak (321 m) bu binanın açılışının milenyumda yapılmasını istiyor.















Projeyi konseptlerinden etkilendiği genç bir ekibe veriyor. Ekibin baş mimarı Tom Wright. Yaş ortalaması 32 ve daha önce 15 m'den yüksek bir bina tasarlamamışlar! Ve 1994'te 6 yıl sürecek maraton başlıyor!!

Tom Wright, bir binanın simge olabilmesi için akılda kalabilecek ve üç beş basit çizgi ile şekli çizilebilecek bir yapı olması gerektiğini düşünüyor. (Örn: Mısır'daki Piramitler, Sydney Opera Binası ya da Eiffel gibi). Burj Al Arab'ın şeklini düşünürken de Dubai sularında süzülen ve rüzgardan kabarmış bir yelkenden esinleniyor. Bir yelkene benzemesini isteyince de doğal olarak binayı denizin üzerine yapma fikri ortaya çıkıyor. Ekipteki mimarlardan bazıları buna karşı çıksalar da Şeyh'in de onayıyla binanın denize inşa edilmesine karar veriliyor.

Böylelikle ilk olarak yapay bir ada oluşturulması gerekiyor. Bu ada için 10,000 ton kaya yüklü mavnalar getirtiliyor. Ama genç ve deneyimsiz mimarlar hava koşullarını dikkate almıyorlar. Saatte 150 km'ye kadar çıkabilen Basra Körfezi rüzgarları ve 3-4 metrelik dalgalar bu 10,000 tonluk mavnaları bile savurduğunda böyle bir fırtınanın otele verebileceği zararı da düşünmeye başlıyorlar. İlk başta düşündükleri gibi Dubai'de bol olan kayalardan bir ada oluşturmak yerine kaya yamaçlar yapıp, üzerlerine içinden su geçebilecek şekilde dört yanı delikli ve zar biçiminde bloklar koyuyorlar. İlk kez kullanılan bu teknik dalgaların zarar vermeden deliklerden geçip gitmelerini sağlıyor.

Temel olarak kullanılacak zemindeki kumun alttan gelen deniz sularıyla aşınmasını önlemek için temelin altına çimento perdeleme yapıyorlar. Böylelikle suların sızması önlemiş oluyor. Kasım 1995'te kumlar boşaltılmış ve ada tamamlanmış oluyor. Artık temel atılacak. Ancak kum bir zemin hem fay hattına çok yakın olan hem de şiddetli rüzgarların etkili olduğu bu bölge için dayanıklı olabilecek mi? Ayrıca kum zemin olduğu için yapının yavaş yavaş kuma batması da söz konusu olabilir. Bundan dolayı zeminim altını beton ve çelik rulo karışımı gibi görünen şeritlerle destekliyorlar.

Rüzgara karşı da dev çapraz kirişler yapılıyor ve bunlar bir beton çekirdeğe bağlanarak dışarıya bir iskelet inşa edilmiş oluyor. Ama dışarıdan görünecek bu iskeletin sadece koruma amaçlı olmaması gerek. Aynı zamanda estetik de görünmeli. Her bir kiriş 165 ton ağırlığında (20 tane çift katlı otobüsten daha ağır) ve 85 m'den daha uzun. Bu dev kirişleri yaptıracak bir fabrika buluyorlar. Şimdi bunların bir de şantiye alanına taşınması gerekecek! 80 tekerlekli dev bir nakliye aracıyla saatte 6 km gibi bir hızla kirişleri şantiyeye taşıyorlar. Şimdi ise başka bir sorun var. 165 tonluk bu dev destek kirişlerinin 200 m yükseğe kaldırılması gerekiyor!! Bu kez Singapur'dan özel bir donanım getiriyorlar. 225 ton ağırlık taşıyabilen dev vinçlerden oluşan bir donanım sayesinde kirişler yerleştirilecek. Ama bir sorun daha var!!! Kirişlerin ana maddesi olan çelik ısı değişimlerine karşı çok hassas olduğundan ve Dubai'deki çöl ikliminden dolayı gün içinde ısı 14 derece kadar fark ettiğinden dolayı kirişlerin boyları gün içinde 5 cm'ye kadar değişebiliyor. Oysa yerleştirme ayarlarının çok hassas olması gerekiyor. Uykusuz geceler geçiren mühendisler bunun için de bir ek parça tasarlayıp kirişleri onlara geçiriyorlar.



Ondan sonra binanın 1'e 50 ölçekli bir modelinde rüzgar tüneli testleri yapıyorlar. Dış iskeletin tamamının rüzgar tehdidi altında olduğu fark ediliyor. Bu yüzden iskelete "sönümleme" adı verilen parçalar ekleniyor. Böylece fırtına olduğunda iskelet sallanıyor, ama binaya bir şey olmuyor.

Şeyh El-Maktum'un istekleri bitmiyor. Otelin en üst katlarından dışarıya çıkan bir kanat gibi görünen ve insanların sanki havada süzülerek yemek yiyorlarmış gibi bir hisse kapılamalarını sağlayacak bir restoran yapılmasını istiyor. Binanın tepesine ilave edilecek restoranın büyüklüğü tek başına bir bina kadar. Ağırlık merkezi ve rüzgara dayanıklılık testlerini yapan mühendislerin şaşırması durumunda insanların yemek yerken 200 m yükseklikten yere çakılmaları mümkün!!

Binanın tepesindeki başka bir çıkıntı ise 330 ton ağırlığındaki helikopter pisti. Burası aynı zamanda tenis kortu olarak da kullanılıyor. Kortlara Andrea Agassi'nin maç yapmadığı zamanlarda zengin müşterilerin helikopterleri iniyor anlayacağınız!












1998 yılı geldiğinde inşaatın 4 yılı bitmiş durumda. Milenyuma iki yıl kala projenin yetişmesi için inşaat devam ederken iç dekorasyona da başlanıyor. Ancak hava koşulları çok elverişsiz (sıcak, nemli, vs) olduğu için ahşap, ipek, vs gibi hassas malzemeler kullanılamıyor. İnşaat alanını soğutmak da kontrol edilemez bir yoğunlaşmanın yaşanmasına neden olabileceğinden ve dekorasyona zarar verebileceğinden dolayı dereceyi çok azar azar düşürerek aylar sonra istenilen sabit serinliği elde ediyorlar.

2002 suit dairesi, 202 kral suiti ve 180 metrelik avlusuyla denizin ortasında yükselen bu dev yelkenin odalarının dekorasyonuna başlanıyor. El-Maktum her suitte her türlü elektronik aletin bulunmasını istiyor. Perdeler, yatakları döndüren mekanizmalar vs gibi şeylerin de elektrik harcadığını düşünürseniz 2002 suitin harcadığı elektrik yaklaşık 6000 kişilik bir kasabanın elektrik ihtiyacına eşdeğer oluyor! Varsın olsun canım, ona da elektrik mühendisleri bir sistem geliştirecekler zaten. Maktum'un derdi mi sanki? :)

İtalya'dan ve Brezilya'dan 24,000 metrekare (yaklaşık 8 futbol sahası) mermer getirtiliyor. Ayrıca 8,000 metrekare de altın levhalar geliyor. İç dekorasyon için Şeyh'in hedefi, tüm dünyaya modern bir Arap Sarayının nasıl olduğunu göstermek. Otelin bitimine altı ay kala iç dekorasyonu görmeye gelen Şeyh elbette (!) minimalist ve tamamen beyaz olarak tasarlanmış avluyu beğenmiyor. Bu yüzden iç mimar altı ay boyunca gece gündüz çalışarak oraya farklı bir ışıklandırma ve fıskiye oyunlarıyla renk katıyor.













Buradaki gösteriş eksiği de tamamlandıktan sonra otel 1999 Aralık ayında ilk zengin müşterilerini ağırlıyor. Yani otel milenyuma bir ay kala açılıyor ve Şeyh El-Maktum da milenyuma otelinin gökyüzünü delen muhteşem restoranında giriyor!! Projede çalışan mimarların ve mühendislerin ise o kadar stres ve yorgunluk sonrasında hem yılbaşında hem de yıl boyunca yatıp uyuduklarını sanıyorum!! :)

Aşkın Yaşı Yoktur... Yeter ki Aşıklar Rahat Bırakılsınlar!

Teşvikiye'deki Hadi Çaman Tiyatrosu'ndayız. Saat 15:30'da oyun başlıyor. Yani bu sezon sahneye koydukları yeni oyunlarını izleyeceğiz - Aşkın Yaşı Yoktur!

Oyun başlamadan önce seyircilerin yaş ortalamasının oldukça yüksek olması dikkatimizi çekti. Oyunu izledikten sonra ise iyi ki de öyleymiş diye düşündük. Aslında oyun her yaşa hitap ediyor, ama orta yaş ve üstünü yaşayan insanların kendilerinden çok şey bulabilecekleri ve hayata bağlanmalarına neden olabilecek güzel duyguları bir kez daha anımsamaları açısından bu oyunun onlar için çok daha önemli olabileceğini düşünüyorum.

Efes Pilsen'in katkılarıyla sahnelenen oyunun başrollerinde Hadi Çaman ve Suna Keskin (bilmeyenleriniz için Avrupa Yakası'ndaki Cem'in annesi) var. Bu keyifli, iki perdelik komediyi izlerken beş oyuncunun hepsini de çok beğendiğimizi söylemek isterim. Ama Suna Keskin'i ve Hadi Çaman'ı biraz daha kayıracağım galiba. Hele selamlama faslından sonra Hadi Çaman'ın söz isteyip bizlerden "bel fıtığı rahatsızlığından dolayı özür dilemesi ve korseyle oyuna çıktığını söylemesi" onun sadece bize rahatsızlığını hiç yansıtmayan oyunculuğunu değil, fedakarlığını da takdir etmemize neden oldu.

Hepimiz yaşlanacağız. Yıllar hiçbirimizi gençleştirmiyor, maalesef. İnsanın o dönemlerde sürekli kendisini dinlemek yerine hayatına anlam katacağı ve hayata bağlanmasını sağlayacak bir şeyler bulmanın önemine değindiler. Kariyer hırsı, iş, güç, anlamsız koşuşturmacalar peşinde hayatı ıskalayan gençleri bize gösterdiler. Komik görünmek, dile düşmek (!), gençler tarafından eleştirilmek pahasına aşık olmanın gücünü hatırlattılar. Kısacası aşkın yaşının olmadığını ve gerçek sevginin en iyi "ilaç" olduğunu anlamamızı sağladılar.

Emeklerini ve performanslarını takdir ediyor ve hepsine teşekkürlerimi sunuyorum.

30 Ekim - Pink Martini Konseri

94’ten beri müzik dünyasında olabilirler, ama benim için kocamın iPod’da bayılarak dinlediği gruplardan biriydi. Yani son 1,5 senedir falan dinlediğim bir gruptu. Piyanoyu kim çalar, kaç kişiden oluşmuşlar, hatta solistinin adı nedir bilmeden ara sıra dinlemeye başladım onları. Tamam, dinlerken keyif alıyordum, ama ben genelde iPod’u spor yaparken dinliyorum, Pink Martini de spor yaparken dinlemek için pek uygun değil gibiydi sanki… O yüzden içmeyi seven bir çift olmamıza rağmen nadiren yaptığımız şarap gecelerinde (içmeyi sevsek de pek şarapsever bir çift değiliz) dinlemek dışında aklıma Pink Martini dinlemek pek gelmiyordu. Neyse, bunu şimdiye kadarki eksikliğim olarak görüyorum artık…

Kocacığımın doğumgününde Türkiye’de konser vereceklerini görür görmez onun 32. yaş günü hediyesinin bir parçası olarak bu konser biletini de almalıyım diye düşündüm. Ve aldım da… Yaklaşık üç hafta öncesinden 30 Ekim günü TİM’de verecekleri konserin biletleri elimdeydi. Doğumgününden önceki haftasonu kayınvalidem de İstanbul’daydı ve Pazar günü kayınvalidemin adeta aşık olduğu Ortaköy’de gezerken Pink Martini konserinin afişlerini gören kocamın içi giderek bana dönüp, “Aaa, bu Salı Pink Martini geliyormuş” dediğini duyduğumda içimden tribünlere dönerek yumruk sallamak gelse de “Öyle mi? Ben de Bienal afişlerine bakıyorsun sanmıştım” diyerek stantlardaki küpelere bakmak için döndüm.

Ve 30 Ekim geldi… Canım kocamın 32. yaş günü de gelmiş oldu böylece. Hediye paketini açtığında tam da tahmin ettiğim gibi hediyenin kendisinden çok Pink Martini konser biletlerine tezahüratlar yapmaya başlamıştı. Ve konser akşamı… Ben saat 19’da Beşiktaş’tan yola çıktım, saat akşam 20.05’te Levent’te olabildim ve oradan da arabamıza atlayarak konsere 10 dakika kala, yani saat 20.50’de TİM’e vardık. Anormal bir trafik vardı o gece. Zaten trafikten dolayı konser yaklaşık yarım saat geç başladı.














Hayatımda gittiğim en keyifli konserlerden biriydi diyebilirdim. Yani daha önce bir kez (umarım son olur!) başıma geldiği gibi İhsan’a “Sen eğlenmene bak, ben iyiyim,” demek zorunda kalmadığım gibi yaklaşık 2 saatlik konseri ağzım açık dinledim. Bir kere her şeyden önce müzik performanslarının dışında son derece sıcakkanlı ve farklı kültürlere saygılı insanlardı. 12 kişilik grubun hepsi ellerinde Türk bayraklarıyla sahneye çıkarak Cumhuriyet Bayramımızı kutladılar. Sahneden salona inanılmaz bir enerji yayıyorlardı. China Forbes’un sesi ve Thomas M. Lauderdale’in piyanonun tuşlarına dokunuşu kulağıma iPod’da dinlediğimden daha mı farklı geliyordu ne? Sanki çok daha mükemmel gibiydi! İnanılmaz bir canlı performans dinledik! Latin, Jazz, Japonca, Yunanca, Fransızca ve daha pek çok dile ve kültüre ait eski şarkıları yorumlayan bu Amerikalı grupla henüz tanışmamış olanların çok şey kaybettiğini düşünüyorum. O dili bilmeseniz bile sizi öylesine alıp götürüyorlar ki… Örneğin, sevgilisin çaldığı gitar olmayı hayal eden birini anlatan Japonca bir şarkı size ne ifade edebilir diye düşünmeyin… O şarkı tüylerinizi diken diken edebilir! Ya da “je ne veux pas travailler” şarkısını söylerlerken, “çalışmak istemiyorum” demek istediklerini anlamanız gerekmiyor havai bir ruh haline geçmeniz için. Ya da “Donde Estas, Yolanda?” şarkısında kıpırdanmaya başlamanız için sözlerin ne anlama geldiğini bilmeniz gerekmiyor. “Amado Mio” ve favorilerimden biri olan “Let’s Never Stop Fallin’ in Love” da tamamen ayrı bir hikayeydi… Tam bir müzik ziyafeti çekmiş olduk kendimize. Neyse, bence Türkiye’ye bir dahaki gelişlerini kaçırmayın derim ya da en azından albümlerini dinleyip kendi kararınızı verin. China Forbes’un sesini duyduğum anda içimden “İşte bu ilk gençlik yıllarımda Sezen Cumhur Önal’dan duyduğum ‘kadife ses’ olmalı diye” düşündüğümü de belirtmek isterim.

Ya bir şey daha söyleyeceğim, ama ayıp olur mu acaba? :) Tam bir sade şıklık örneği olan China Forbes’un kolundaki o pırıl pırıl bileklik var ya? İşte o, tüm konser boyunca oturduğum yerden adeta gözümü aldı! Buradan China’ya sesleniyorum: Bizleri bilekliği konusunda aydınlatabilir mi? Ben bayıldım ona… :)

Çanakkale Şehitliği

Bayram tatilimizin son gününü Çanakkale Şehitliği’nde geçirdik. Görmeyi en çok istediğimiz ve bir anlamda tura katılma nedenimiz olan Gelibolu Yarımadası’ndaki Şehitlik Anıtı tüylerimizi diken diken etti. Bu tarif edilemez duyguyu oraya giden ve içinde Atatürk sevgisi olan herkesin yoğun bir şekilde yaşadığına inanıyorum. İçinde Atatürk sevgisi olmayan ve sayıları giderek artıyormuş gibi görünen fos kalabalığın da bu yüce anıtın simgelediği gücün, vatan ve millet sevgisinin, bu sevgi uğruna canını feda edebilme gururunun altında ezildiğine ve o devasa anıtın altında daha da alçalıp, küçüldüklerine eminim! İçimizden türeyen bu tuhaf güruhun gurur kelimesinin anlamını bile bilmediğine ve canlarını sadece borsadaki hisseleri, katılacakları devlet ihaleleri falan gibi çok önemli konular için feda edebileceklerine de eminim! Neyse, bu yazıda sinir bozucu insanlara yer yok. Şehitlerimizi ve Büyük Atatürk’ü bir kez daha anmak ve onlara borçlu olduğumuz şu anki yaşamımız için teşekkürlerimi sunmak için yazımı yazıyorum.

Ayrıca iki teşekkürüm olacak. Birincisi Gelibolu Yarımadası’nı neredeyse karış karış gezdirirken, güzel anlatımıyla da hepimizi mest eden ve orada olmaktan duyduğu gurur ve mutluluk yüzünden okunan, Atatürk aşığı rehberimiz Cengiz Arıkan’a teşekkür etmek istiyorum. İkinci teşekkürüm ise 2006 Şubat ayından beri Gelibolu Yarımadası’nda yürüttükleri “Tarihe Saygı Projesi” kapsamındaki çalışmalarından dolayı Opet’e olacak.

Üçüncü günümüz Truva’da başladı. Orayı da daha önce görmüştük, bu yüzden burada tekrar yazmayacağım. Sonra Çanakkale’ye geçtik. Önce Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazın en dar yerine yaptırılan ve karşısındaki Kilitbahir Kalesi ile birlikte stratejik bir öneme sahip olan Çimenlik Kalesi’ni gezdik ve içinde yer alan Nusrat Mayın Gemisi’nin aslına uygun yapılmış maketini gördük. Daha sonra feribotla Eceabat’a geçerek Kilitbahir Kalesi’ni de gördük ve Şehitlik turumuza başladık.


















İlk olarak Seyid Onbaşı heykelini gördük. Mecidiye Tabyası’nda görev alan Seyid Onbaşı, 18 Mart’ta yapılan deniz savaşında 275 kg’lık bir mermiyi sırtına alarak düşmanın Ocean zırhlısını vurmuş ve bu olayın gerçekleştiği yere heykelini dikmişler.



















Kilitbahir Kalesi’ni geçtikten hemen sonra deniz kıyısında uzanan Hamidiye Tabyaları’nı gördük. Buralar askerlerin savaş sırasında barındıkları ve cephanelerini sakladıkları yerlerdi.

Sonrasında Mehmetçiğe Saygı Anıtı’nı gördük. Yaralı bir düşman askerini kucağında taşıyan Mehmetçik heykeli, Çanakkale Savaşı’nda yer almış İngiliz Üsteğmen Lord Casey’in savaş sırasında bizzat şahit olduğu bu olayı anlatmasından sonra yaptırılmış. İngiliz askerlerinin bile yaralı olduğu için bırakıp kaçtıkları düşman askerini Mehmetçik taşıyor!






















Sonra Şehitler Anıtı’na geldik. 1954 yılında yapımına başlanmış ve 1960’da tamamlanmış olan bu anıt Çanakkale’de şehit olan tüm askerlerimiz için yapılmış. 41.70 m uzunluğundaki Abide son derece görkemli duruyor. Üzerlerinde şehit olan Mehmetçiklerin isimlerinin yazılı olduğu temsili mezarlardan etkilenmemeniz mümkün değil. Mezarlar elbette temsili olmak zorunda, çünkü savaş sırasında usulüne uygun bir şekilde toprağa verilemeyen o şehitler aslında yarımadanın her yerindeler. Okul yıllarında İstiklal Marşı’nı yüzlerce kez okumuşuzdur. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.” Ya da “Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!” İşte bu satırların yansıttığı ruhu orada yoğun bir şekilde hissedebiliyorsunuz. Bu nasıl saygıdeğer, ulu ve soylu bir mertebedir diye düşünmeden edemiyorsunuz. Gözleriniz doluyor, ama bir yandan da böyle yüce bir soydan geldiğiniz için göğsünüz kabarıyor. “Çanakkale Geçilmez!” diyen Ulu Önder’inizi içinizden taşan bir sevgi ve hayranlıkla bir kez daha anıyorsunuz. O'na ve onun Mehmetçiklerine Türk ulusu için yaptıkları bu büyük fedakârlık için binlerce kez teşekkür ediyorsunuz. Huzur içinde uyumaları için dua ediyorsunuz. (Ama bir yandan da acaba şu an huzur içinde uyuyabiliyorlar mıdır diye de merak ediyorsunuz) Ve burayı gezerken dış düşmanlarınızı çok iyi anlayabiliyorsunuz, ama içerideki düşmanlarınızı hiç ama hiç anlayamıyorsunuz!!!






















Çanakkale Savaşı sırasında bir Anzak askeri tarafından Avustralya’ya götürülen Türk askerine ait bir kafatası, Avustralya hükümeti tarafından 10 Mart 2003’te Türk yetkili makamlarına temsil edilmiş ve 18 Mart 2003’te Çanakkale Şehitliğine defnedilmiş. İşte o “meçhul askerin” mezarı:






















Sonra yeniden otobüsümüze binerek 57. Alay Şehitliği’ne gidiyoruz. 1992 yılında açılışı yapılan 57. Alay şehitliği tek bir eri bile hayatta kalmayan 628 kişilik 57. Alayın anısına yapılmış. Atatürk’ün “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!” sözleri sonrasında kahramanca çarpışarak şehit olan bu alayın anısına o günden beri Türk Ordusu’nda 57. Alay bulunmamaktadır.


















Daha sonra 92 yıl sonra bile hala şiddetli yağmurlarla toprağın aşındığı zaman içinden kurşun, bilye ve mermilerin çıktığı Çanakkale Savaşı’nın en kanlı cephelerinden biri olan Conkbayırı’na gittik. Atatürk’ün saatinin parçalandığı yeri ve siperleri gördük. O topraklar üzerinde yoğun duygular yaşarken savaşı bir kez de rehberimizin ağzından dinledik. Her yeri tarihle, onurla ve gururla dolu Gelibolu Yarımadası’ndan ayrılırken, gerçekten de “Ne Mutlu Türk’üm Diyebilene!!” diye düşünüyordum.






















Başta Atatürk olmak üzere Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda ve günümüzde de mesela Hakkâri Yüksekova’da (!) bizlerin huzurlu yaşayabilmesi için canını feda eden tüm Şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Onlara binlerce kez teşekkür ediyorum. Huzur içinde yatmalarını diliyorum. Atatürk’ün izinden gitmekten bir an bile vazgeçmemiş, O’nun askeri dehasına, devlet adamlığına, stratejilerine, ilke ve inkılâplarına ve kişiliğine sonuna kadar inanan ve O’nun gelmiş geçmiş en büyük lider olduğunu düşünen bir Türk Kadını olarak, onların huzurlu uyumaları için kendi adıma üzerime düşen ne varsa yapmaya her zaman hazır olacağım!

Ne Mutlu Türk'üm Diyene!

Adatepe Köyü ve Assos

Bayramın ikinci günü sabahtan otelimizden çıkarak ilk durağımız olan Tahtakuşlar Köyü'ndeki Etnografya Müzesi'ne gittik. Köy Enstitüsü kökenli emekli öğretmen Alibey Kudar'ın önderliğinde 1991 yılında kurulan bu müze UNESCO'dan ödül almış. Müzede Yörük Türk boylarının ağaç işçiliği, geleneksel kıyafetleri, yaşadıkları çadırlar gibi yaşam biçimlerini yansıtan çalışmalarının yanı sıra çeşitli el sanatı ürünlerin satışı da yapılıyor. Bir bölüm ise kitaplıktan ve deniz ürünleri koleksiyonundan oluşuyor. 105 yaşında Marmara Denizi'nde ağa takılmış bir Caretta Caretta da sergilenen bu deniz ürünlerinin arasında yerini almış.

İkinci durağımız yine bir cennet mekan olan Adatepe Köyü oldu. Kaz Dağları'ndan geçerek ulaştığımız Adatepe Köyü, şirin taş evleri ve zeytin ağaçlarıyla dolu yemyeşil doğasıyla tam bir cennetti. Dünyada İsviçre Alpleri'nden sonra oksijen açısından zengin ikinci bölgenin Kaz Dağları olduğunu biliyor muydunuz? Umarım oraya da el atmak isteyen o gözü dönmüş siyasetçiler ve sermaye patronları bu kez başarılı olamazlar. Adatepe'nin de her yerinde protesto afişleri bulunuyordu. "Kaz Dağları'nın altını zeytindir, Çekin elinizi Kaz Dağları'ndan!" yazan afişleri Bozcaada'dan Truva'ya kadar gittiğimiz pek çok yerde gördük. Asırlık çınar altı kahvesinde çaylarımızı içtikten sonra köyün taş evlerle süslü daracık sokaklarında gezindik. Zeytinyağı Müzesi'ni dolaştık. Şirin pansiyonlarını görüp, aklımızın bir köşesine not ettik.


















Zeytinyağı Müzesi:



















Sonra muhteşem bir orman yolunda yaklaşık 15-20 dakika yürüyerek köyün en yüksek noktalarından birine, Zeus Altarı'na çıktık. O büyüleyici manzara karşısında ağzımız açık kaldı. Eski Yunanlılar, savaşlarda galip gelmek, kuraklıktan, hastalıktan kurtulmak, bereketli ürün almak, felaketlerden korunmak gibi sebeplerle tanrılara kurban vermeyi adet haline getirmişler. Zeus Altarı da eski Yunan kültürüne göre tanrılarına kurbanlar sunmak üzere yapılmış. Aşağıdaki resimdeki merdivenleri çıktığınız anda önünüze inanılmaz bir manzara çıkıyor. Edremit Körfezi, Midilli Adası ve Ayvalık civarındaki adalar ayaklarınızın altında... (Hava puslu olmasaydı çok daha güzel bir manzarayla karşılaşacağımızdan eminim.)
























Burayı da gezmeyi tamamladıktan sonra Assos'a gidiyoruz. Deja Vu! Geçen sefer de Assos'ta yarım gün geçirmiş ve Eden Group'a ait Nazlıhan Butik Otel'de öğle yemeğimizi yedikten sonra Behramkale Köyü'ndeki Assos Harabelerini gezmiştik. Yine aynı şey oluyor. Öğle yemeğimizi bir kez daha orada yiyoruz. Sonrasında yaklaşık bir sene önce detaylı bir şekilde gezdiğimiz Assos Harabeleri'ni gezmek yerine Behramkale Köyü'nde bir kahveye oturmaya ve bira içmeye karar veriyoruz! Köy kahvesinde de bira içmedik demeyeceğiz artık.:) O ana kadar askılı bluzlarla gezmiş olmamıza rağmen Behramkale'de ilk kez şakır şakır yağmur yağıyor. Valla bizim keyfimize diyecek yok, yağmuru izleyerek biralarımızı yudumlarken ve köpeğimle oynarken çok mutluyuz. Ama turumuzun yardımcı rehberi Erhan, harabeleri gezenlere şemsiyeler dağıtmaya başlıyor. İnsanları ıslanmaktan kurtardıktan sonra da yanımıza gelerek resmimizi çekiyor. Sağ olsun, onun sayesinde ilk kez bir geziden kocamla birlikte de fotoğraflarımız olarak dönüyoruz! :)

Nazlıhan Otel:
























Dönüş yolunda Adatepe Zeytinyağları'nın satış noktasına uğradık. Zeytinimizi, zeytin ezmemizi ve zeytinyağımızı, üstüne bir de firmanın simgesi olan Refika'nın resminin olduğu tepsi hediyemizi alarak otelimize döndük. Refika'nın hikayesi de şöyle: Refika hem Rumlar hem de Türkler arasında çok sevilen, güzeller güzeli, iyi şarkı söyleyen ve dans eden, düğünlerde ve eğlencelerde aranan bir Rum kızıymış. 1. Dünya Savaşı sonrasında Türk ve Yunan hükümetleri arasındaki anlaşma sonucunda Yunanistan'a gönderilen Rum vatandaşlarının arasında Refika da varmış. Refika'nın gidişine herkes çok üzülmüş ve onun adına türküler yakılmış ve düğünlerde anılmaya devam edilmiş. Adatepe Zeytinyağı da marka olarak yıllardır insanlara güzellik ve sağlık veren saf ve hakiki zeytinyağının simgesi olarak Refika'yı etiketlerinde kullanarak onu ölümsüzleştirmeye karar vermişler.



İşte bayramın ikinci günü de böyle geçti. Üçüncü gün İstanbul'a döneceğiz. Ama dönmeden önce bizim için en önemli ve en merak ettiğimiz bir yer daha var sırada: Çanakkale Şehitliği! Tüylerimizi ürperten Gelibolu Yarımadası'nı da ayrı bir yazı olarak en kısa zamanda burada yazacağım.

Bozcaada

Bayramda Hey Travel Trends'in kültür turu programlarından birine katıldık. Tatilimizin ilk gününü Bozcaada'da geçirdik ama kesinlikle yeterli olmadı diyebilirim. Çünkü biz Bozcaada'ya bayıldık!! Bundan sonraki tatillerimizden birini de 2-3 gün sadece orada kalmak için kullanmaya karar verdik.

Bozcaada adı üstünde boz bir görünüme sahip aslında. Feribottan indiğinizde pek de harika bir manzarayla karşılaşmamışsınız gibi gelebilir. (Belki de biz otele bile uğramadan 8 saatlik yolculuk ve 2 saatlik feribot kuyruğu sonrasında adaya ayak bastığımız için de pek olumlu gözlerle bakamamış olabiliriz.)

Ama içerisi tamamen farklı bir dünya... Taş evleri, küçük balık lokantaları, üzüm bağları ve şirin bağ evleri (bu arada tek katlı bağ eviniz varsa "dam", çift katlı bağ eviniz varsa "kule" sahibisiniz demektir), koyları ve kumsalları, şaraplarıyla son derece şirin bir adada buluyorsunuz kendinizi.



Ada ikiye ayrılmış durumda: Rumların yaşadığı bölüm (Cumhuriyet mahallesi) ve Türklerin yaşadığı bölüm (Alaybey mahallesi). Türkiye'nin Marmara Adası ve Gökçeada'dan sonra üçüncü büyük adası olan Bozcaada'da rüzgarın hakimiyeti son derece güçlü. Şiddetli rüzgarlar adaya ulaşımı aksatabildiği gibi bitki örtüsünü de olumsuz etkiliyormuş. Ama fayda sağladıkları bir nokta da var: Türkiye'nin 3. Rüzgar Enerji Santralini oluşturan Rüzgar Gülleri. Bu rüzgar gülleri sayesinde 30,000 kişiye yetecek kadar elektrik üretiliyor ve adanın ihtiyacı olandan 30 kat fazla elektrik üretimi sağlanmış oluyor. Üretilen elektriğin fazlası deniz altından anakaraya gönderiliyor. 17 rüzgar gülünün her birinin bir adı var ve bunlar genellikle kadınlara ait isimler. Rehberimizden bu isimlerin ilgili rüzgar gülünü adaya kazandıran ya da yapımında emeği geçen kişilerin eşlerinin isimleri olduğunu öğreniyoruz. Bu arada bir rüzgar gülü alıp yatırım yapayım derseniz büyükleri için 1 milyon doları, küçükleri için de 600,000 doları gözden çıkarmanız gerekiyor. Müşteriniz de devlet oluyor.



















Adanın gezilecek diğer önemli bir noktası da elbette kalesi. Bozcaada Kalesi Venedikliler, Cenevizler ve Bizanslılar tarafından kullanılmış ve bugünkü şeklini Fatih Sultan Mehmet zamanında almıştır. İç kale ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşan kalenin çevresinde de geniş bir hendek kazılmış. O dönemlerde kaleye giriş asma bir kapı sayesinde gerçekleştiriliyormuş, ama artık kapının yerinde sabit bir köprücük duruyor. Türkiye'nin en iyi korunmuş kalelerinden biri olan Bozcaada Kalesi'nin içinde Fatih döneminden kalma bir caminin kalıntılarına da rastlıyorsunuz.












Adanın başka bir cennet köşesi de Ayazma Plajı. Ekim ayında gitmemize ve biz oradayken İstanbul'u seller götürmüş olmasına rağmen, galiba oldukça şanslıydık. Çünkü Ayazma'da denize girenler vardı! Kıpırtısız ve berrak denizi ve beyaza yakın renkte kumlarıyla süper bir plajdı. Yazın adanın en yoğun ve popüler yerlerinden biri olduğu için daha sakin bir plaj isteyenlere Habbeli Plajı'nı önerdiklerini de belirteyim. O da Ayazma'ya yakın ve yine mükemmel bir koydaydı. Hazırlıklı gitmediğimiz için sadece iç çekerek izledik denizi, ama "buraya kadar geldik de ayağımızı denize sokmadık demeyelim" diye düşünerek en azından ayaklarını denize sokanlar arasında kocam da vardı!

















Bayramlaşmak için ailelerimizi aradığımız sırada annem ve babam öğle yemeğinde gitmemiz için tavsiyelerde bulundurlar. Sağolsunlar, bir gün önce Mehmet Yaşin'in CNN Türk'teki Lezzet Durakları programını izlemişler ve programda Bozcaada'nın lezzet durakları anlatılıyormuş. İki yer tavsiye edilmiş: Ada Cafe'nin ahtapot mücveri ve gelincik şerbeti ve Lodos Restoran'ın Lipsos Buğulaması. Annemler de unutmayalım diye not almışlar ve bize söylediler. Karnımız açken bunları duyduktan sonra 1,5 saatlik öğle yemeği molasına ikisini birden sığdırmak için etkili bir plan yaptık. Molayı verir vermez Ada Cafe'de soluğumuzu aldık. Yemeğimizi Lodos'ta yeriz diye burada sadece birer gelincik şerbeti ve ortaya bir ahtapot mücver aldık. Ahtapot mücvere bayıldım, ahtapot aromalı değil (!), içinde gerçekten ahtapot olan bir mücverdi!! İstanbul'da pek çok yerde ara sıcak olarak sunulan deniz ürünlerinde gerçeğini değil aromasını tadıyormuşsunuz gibi bir his oluşuyor bende nedense!! Sonra hemen çıkıp Lodos'a gittik. İşte oraya her şeyiyle bayıldık. Çok şirin bir yerdi. Tam bir Rum restoranı görünümünde, tahta masaları, şirin dekorasyonu ve nefis yemekleriyle bizden tam not aldığını söyleyebilirim. Lipsos buğulama yoktu, ama zaten mönünün tamamı muhteşemdi. Asma yaprağında ızgara keçi peyniri, içi peynirle doldurulmuş kalamar ızgara, sakızlı enginar, buğdaylı salata ve bir porsiyon da mercan balığını 1 şişe ada şarabı eşliğinde bölüşerek zevkten mest olduk diyebilirim. Bir dahaki gidişimizde kesinlikle akşam yemeği yemek istiyorum orada, çünkü oraya da doyamadım. Lodos Restoran'ın yeri Postane'nin hemen arkasında.. Tel: 0-286-697 05 45 ve 0-538-417 47 05 (Üstteki resimde Lodos'un maketini görüyorsunuz, ama aslında o bir maket değil, sanki birebir gerçeğiymiş gibi düşünebilirsiniz.:) )

















Adadaki diğer serbest zamanlarımızı da Talay Şarapçılık'tan şarap alarak, adanın meşhur domates reçelinden alarak (o kadar merak etmiştik ama hala tadına bakmadık) ve şirin pansiyonların birinin kafesinde Türk kahvemizi ve yanında sunulan nane likörümüzü içerek geçirdik. Akşam 17:00 feribotuyla dönerken bir dahaki gelişimizde kimlerle gelelim, nerede kalalım ve nerelere gidelim planları yapıyorduk.

İstanbul'un Göbeğinde Ortaçağı Yaşadık!!!

Bayram tatili dönüşü keyifli bir yazı yazmak isterdim, ama sinirlerim altüst olduğu için tatil notlarından önce bu konuyu yazayım dedim. Pazar gecesi saat gece 12'ye doğru elimiz kolumuz dolu bir şekilde geziden döndük. Apartmanın girişindeki ışığın kapıya yaklaşmamıza rağmen yanmadığını görünce, bozulmuştur diye düşündük. Ama o da ne içeriye girip, asansöre yaklaştığımızda da ışık falan yanmıyordu. Apartmanımız karanlığa gömülmüştü. "Geçici bir kesinti heralde, tüh, tam da tatil dönüşüne denk geldi, ama birazdan gelir" falan derken 5. kat komşularımız gezmeden döndüler. Ama bizim gibi kesintiye şaşırmış bir halleri olmadığı gibi bir de yanlarında fener taşıyorlardı. Meğer Cumartesi gecesi biz burada değilken çok şiddetli bir yağmur yağmış ve yıldırım düşmüş... Elektrikler kesilmiş ve gidiş o gidiş.. Neyse ki fener eşliğinde bizim kata çıkıp, eve girebildik. Sabaha gelir heralde diye düşünerek, hiç keyfimizi bozmadan, mum ışığında oturup, bir şeyler içtik ve gezinin ne kadar güzel geçtiğinden falan bahsettik.

Pazartesi sabahı kalktığımızda hala bir değişiklik yoktu. Eşim mum ışığında tıraş olarak işe gitti. Yolculuk sonrası bir duş bile alamamıştık, hava çok soğuktu ve kombiyi yakamıyorduk, banyoda yerde biriken çamaşır yığını neredeyse çamaşır makinesinin boyuna ulaşmıştı. Bu arada buzdolabındaki birçok şey çözülmeye başlamıştı. Çözülmeyen etleri ve diğer yiyecekleri evi bana çok yakın olan Gizoş'a götürdüm. Süt, yoğurt ve dondurmayı attım. Ama dondurucuyu hala kapalı tutuyordum. Çünkü daha buzlar falan erimemişti. Zaten birazdan elektrik gelirdi. Ben de oturup, çevirimi yapar, çamaşırları falan makineye atmaya başlardım. Ama hiç de öyle olmadı. Akşama kadar tatilde okuyamadığım eski Cumhuriyet gazetelerini, Bozcaada ve Çanakkale Şehitliği broşürlerini, Erol Mütercimler'in Komplo Teorileri'ni, neredeyse deterjan kutularının arkalarına kadar elime geçen her şeyi okuduktan sonra hava kararmaya başlayınca yapılabilecek tek seçeneğin de elimden uçup gittiğini fark ettim. O andan itibaren karanlıkta (pardon, mum ışığında) oturup, kocamın ve elektriğin gelmesini bekleyecektim. Bu arada cep telefonum da tüm gün kapalı kaldı, çünkü şarjı bitmişti. Hala olumlu düşünme ve mecvut anı en iyi şekilde değerlendirme çabalarım devam ediyordu. Ve o anı en iyi sarhoş olarak değerlendirebileceğimi düşündüm!! Evdeki Southern Comfort'la işe başladım. Henüz erimemiş buzlarım da vardı. Hem böylece ısınırdım da.. Kulağımda da iPod, oh, al sana parti ortamı.. 3 kadeh Southern Comfort'tan sonra baktım bununla devam edemeyeceğim, bakkala inip birkaç tane soğuk bira aldım ve balkona attım. İhsan eve geldiğinde zaten kaymaya başlamıştım. Onunla da birer tane içtik ve baygın bir şekilde sızdım. Yatmadan önce yarın aydınlık bir güne uyanmak istiyorum dediğimi hatırlıyorum!

Ama olmadı! Yine karanlıkta çayımı demledim. Mumlarımı yaktım. Battaniyenin altında kitap okumaya devam ettim. Buzdolaplarının kapılarını açtım. Arada bir de pencereden bakıp, apartmanın önündeki kazı çalışmasını kontrol ediyordum. Öğlene kadar bir gelişme olmadı ve yan apartmanın önü kazılmaya başlandı. Akşam üstü saat 5 civarı artık evde kalırsam kafayı yiyeceğimi düşündüm ve şampuan, saç kremi, vücut kremleri, vs ne varsa toplayıp Essporto'ya gittim. Her gün duş almaya alışık bünyem arıza çıkarmaya başlayacaktı artık! Kendimi saçları yapışmış vaziyette sokaklarda yatan o kadınlar gibi görmeye başlamıştım! Essporto'da duşumu aldım, buhara girdim, giyindim, süslendim, çıkıp Metrocity'de bir tur attım ve yeniden Essporto'ya giderek Tae Bo yaptım. Üstüne bir daha duş aldım.. İlaç gibi geldi!! Ayrıca cep telefonumu da soyunma odalarının yanındaki şarj etme kutucuklarında şarj edebildim. Spor sonrası saat 9.30'ta eve geldiğimde apartmanımız hala karanlık duruşunu koruyordu. El yordamıyla merdivenlerden çıkıp, eve girip, mumlarımı yaktım. Eve gelirken de bakkaldan soğuk bir diet kola alıp (en çok hasretini çektiğim şeylerden biri oldu) balkona attım. Bugün de böyle devam edecek herhalde derken, yaklaşık 1 saat sonra elektrik geldi!!!

Evet, İstanbul'un göbeğinden, Beşiktaş'tan bir manzara anlattım sizlere. Apartman olarak 3 koca günü (biz 2 günü) elektriksiz geçirdik. Aşağımızdaki kuaför üç gün iş yapamadı. Ben çeviri yapamadım. Bir sürü yiyecek atıldı ve bozuldu. Evin işleri olduğu gibi kaldı, ev alışverişi bile yapamadık. Isınamadık, sıcak suyumuz yoktu. Ve mumlarla ve gaz lambalarıyla yaşadık. Dünyanın hangi gelişmiş şehrinde böyle bir şey yaşanmıştır acaba? Attığımız yiyecekleri, çalışamamamızı ve her şeyden önemlisi yaşadığımız sinir harbini kim telafi edebilir?

Allah Edison'dan razı olsun ve kimseyi Bedaş'ın eline düşürmesin demekten başka yapacak bir şey yok galiba! Elektriksiz ve susuz kalmamanız dileğiyle!

İyi Bayramlar!

Öncelikle herkesin Ramazan Bayramını kutluyorum ve sevdiklerinizle mutlu, huzurlu, sağlıklı, başarılı, keyifli bir bayram geçirmenizi diliyorum. Bu klasik bir bayram kutlama mesajıdır, ama aslında sevdiklerimiz ve kendimiz için zaten yaşam boyu olmasını dilediğimiz bir temennidir, değil mi?

(Yazının bundan sonraki bölümü geleneksel bayram kutlamalarından hoşlanan kişilerde ağır tahribat yaratabilir.)

"Bayramları sever misiniz?" sorusuna genellikle evet yanıtı verilir. Ben geleneksel bayramları sevmiyorum. İnsanın sevdiklerini araması, onlarla birlikte olması elbette güzel bir şeydir. Ona itirazım yok. Ama bayramdan bayrama aradığınız akrabanız gerçekten akrabanız mıdır? Bol keseden atılan ve havalarda uçuşan dostluk, barış ve sevgi mesajları bayram biter bitmez bir sonraki bayrama kadar rafa kaldırılıyorlarsa, bir anlamları olabilir mi? Hele şu küslerin barışması durumu yok mu? Tam bir komedi! Etrafındakilerden o gazı alıp, içinden gelmeden laf olsun diye barışanların ikinci kavgalarını hep merak etmişimdir...:) Ben de bayramda sevdiklerimi arıyorum, ama zaten gerçekten sevdiğim ve hayatımda olmasını istediğim aile üyeleriyle, arkadaşlarımla her zaman konuşuyorum. Ama olsun, hiç görüşmediğin eski bir dost bile arasa, bir mesaj atsa, hatırlanmak güzeldir diyenler de olabilir. Yılın iki günü hatırlanıp (ya da hatırlayıp), kalan 363 günü unutuluyorsanız (ya da unutuyorsanız) neye yarar o bayram mesajı? Ha, bir de seri imalat SMS'ler çıktı ya son yıllarda, işte onlar da başka bir favorim! "Alnın açık, yüzün pak, tuttuğun altın, bayramın da kutlu olsun!" falan gibi manileri forward mail usulü telefonundaki insanlara yolluyorsun... Ne kadar özel bir kutlama!!

Bir de Karagöz - Hacivat gördüğünde "Ayyy.. Ne nostaljik..." diyen, çocuklar kapımı çalsın da onlara şeker vereyim diye bekleyen, davulcudan bahsederken bile gözleri dolanlar vardır ki işte onlar en anlayamadığım kategoriye girmektedirler. Artık birçok yerde yasak olmasına rağmen geçen hafta bayramlaşmak için kapımı çalan bir davulcuyla karşılaştım mesela! Zaten davul geleneğini bırakın davul sesinden bile haz etmeyen ben, bayramdan 15 gün önce kapıma gelen bir davulcuyla sevgi dolu gözlerle nasıl bayramlaşabilirim?

Ben oldum olası bayılırım bayramlara, ama tatil olduğu için... Evet, gerçekten öyle. Birçoğumuz için de artık öyle değil mi? Ve ben bu görüşü kınamıyorum. Günümüzün hızlı şehir temposunda birçok insanın hafta içi geç saatlere kadar, hatta kimi zaman haftasonları bile çalıştığını düşünürsek, arada verilen bir mola ilaç gibi gelmez mi?

Mutlaka geziye falan gitmeniz gerekmiyor, evde yayılabilir, sinemaya gidebilir, tüm gün uyuyabilir ve uzatılmış bir haftasonu gibi de geçirebilirsiniz bayram tatilinizi. Tamamen kendinizi şımartmaya ayırabilirsiniz. Çılgınca eğlenmeye ayırabilirsiniz. Kendinizi spora verebilirsiniz. Yani günlük yaşamınızda yapamadığınız ve özlediğiniz şeyleri yapıp, kendinizi şarj edeceğiniz bir zaman dilimi olarak da düşünebilirsiniz bayramları. Bunlara ilaveten, diğer günlerde olduğu gibi sevdiklerinizi de arayabilirsiniz.

Galiba bayram denilince içimi en çok sıkan konu zorunluluklar. Yani sabah erken kalkıp, süslenip, şık giyinip bayramdan bayrama gördüğünüz büyük halanın kuzenine el öpmeye gitmenin anlamsızlığına takılıyorum. Evde eşofmanımla DVD izlerken kapıyı durmadan çalan çocuklar, davulcular veya mahalle sakinleri bana bırakın şeker ikram edip bayramlaşmayı, sopayla kovulası tipler gibi geliyorlar. Hele bir de aile ziyaretlerinin ikinci turu vardır ki, en korkuncu odur galiba... İade-i ziyaret faslı... Bir gün arayla yine şıkır şıkır giyinmiş, birbirlerine hal hatır sorarak, tatlı yiyen insan toplulukları. Neyse ki, hep aile üyelerinin farklı şehirlerde yaşadığı, oldukça çekirdek bir aile olduğumuz için böyle bir sıkıntı yaşamadım. Yaşayanlara ve benim gibi bunu çok sıkıcı bulanlara tavsiyem, bugün Avrupa Yakası'nda Yaprak'ın yaptığını yapmalarıdır. Her ziyarette bol bol likör için, aç karın ve bol tatlıyla iyi çarpar, böylece yaşadığınız eziyeti bile keyifli görmeye başlayabilirsiniz.

Neyse, uzun lafın kısası: sağlam ve samimi aile ve dostluk ilişkilerine evet, formalitelere hayır!! Bu söylediğim yaşamın her dakikası için geçerli. Bayram olsun ya da olmasın. Bayram ziyaretlerinden hoşlanıyorsanız, onun tadını çıkarın. Hoşlanmıyorsanız bunun sizin de bayramınız olduğunu unutmayın ve yakınlarınızı arayıp, bayramlarını kutladıktan sonra canınız ne istiyorsa onu yapın!

Yıldırım!

Evet, yeni bir hizmetle karşınızdayım. Artık izlediğim National Geographic, NatGeo Wild, Zone Reality ve History Channel belgesellerinden ilgimi çekenleri de fırsat buldukça buraya yazmayı düşünüyorum. Tamam, itiraf ediyorum, amacım sadece sizlere hizmet değil... "Söz uçar, yazı kalır" kadar "göz uçar, yazı kalır" ifadesinin de doğru olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla izlediğim ve ilginç bulduğum şeyleri bir süre sonra unutmamak ve geri dönüp bakabileceğim bir yer olması için "Bunları Biliyor Muydunuz?" başlığını açtım. Bu başlık altındaki yazıların tamamı izlediğim belgesellerden öğrendiklerimi kapsayacaktır.

İşte bunların ilki geliyor. National Geographic'te Bilimin Ta Kendisi belgesel serisinin "Yıldırım" konusunu işleyen bölümünü izledim bugün. Dünyamızda her gün 8 milyon yıldırım düşüyor. Yıldırımın içindeki havanın ısısı 28,000 derecenin üzerinde. Bu yüzden o kadar büyük bir aydınlık ve patlama misali ses çıkarıyor. Ortalama 1 milyar volt enerji yüklü olan yıldırımın enerji miktarı, küçük bir nükleer santral ile eşdeğer. 60-100 km hızla atmosferde ilerleyerek toprağa ulaşıyor.

Bu verilerden sonra yıldırım çarpmasının insan vücudundaki etkilerine gelelim. Golf oynarken yıldırım çarpan bir adamın hikayesi anlatılıyor. Adam yaklaşık bir ay boyunca hastanede kalmış. Yıldırım düştüğünde yukarıda bahsettiğim o güçlü enerji akımı tüm vücuda yayılıyor ve kalbi durduruyor. İlk ve en çok gözlenen durum, otonom sistemi etkilemesi. Kalp, nefes alma, vs gibi farkında olmadan gerçekleştirilen hayati fonksiyonları... Zaten ölümlerin birinci sebebi de bu. İkinci durum ise kas, sinir ve damar sistemini etkilemesi ki zaten bunlar da elektriğin bir anda vücudun tamamına yayılmasına neden oluyorlar. Elektroşok tedavisi gerekiyor, ama kalp yeniden çalışsa bile atışları uzun bir süre düzensiz olmaya devam ediyor. Acil serviste müdahale edilmesi şart! Şoku atlatmış olsanız da damarlarda spazm oluşturup, felç edebiliyor. Sinir ve kas tahribatına yol açıyor. Başa yıldırım düşmesi sonucunda gözler doğrudan etkilenebiliyor ve retina yırtılması yaşanabiliyor. Hatta kafatası bile çatlayabiliyor. Ama tüm bunlara rağmen yıldırım çarpan insanların %90'ı hayatta kalabiliyor. Bunun nedeni ise genellikle insanların üzerinde öldürücü akımın yönünü değiştiren bir şeylerin bulunması. Örneğin elinizdeki metal golf sopası da etkili olabilir ya da terlediyseniz üzerinizdeki ter de iletken görevi görebilir.

Yıldırımın nasıl oluştuğu konusuna gelince, bilim adamları, yıllardır bildiğimiz gerçeklerin pek de gerçek olmayabileceğini öne sürüyorlar. Klasik görüş, bulutun içindeki su zerreciklerinin yükselmesi, soğuk bir tabakaya çarpıp buz zerreciklerine dönüşmesi, sonra yeniden aşağı inerken yukarı çıkan zerreciklerle aralarında yaşanan sürtünmeden doğan elektriklenme sonucunda yıldırımın oluştuğudur. Ancak 20 km mesafeden yıldırımın düşebilmesi için milyonlarca voltluk bir enerji gerekiyor ve atmosfer iletken olmadığından dolayı, yıldırımın düşmesi için havanın moleküler yapısının da değişmiş olması gerekiyor.

İşte bundan sonrası tam bir bilimkurgu hikayeye dönüşüyor, çünkü pek çok fizikçi ve bilim adamı yıldırımın kaynağının aslında uzayda yaşanan bir yıldız patlamasından kopmuş bir ışık topunun atmosferden girmesi olabileceğini söylüyorlar. Yani bir hava olayı olarak bildiğimiz yıldırım, milyonlarca km uzaktan gelen bir kozmik ışın olabilir! Yoğun nem taşıyan fırtına bulutlarına çarptığında atmosferin yapısını değiştiriyor ve toprağa ulaşabiliyor. Bu görüş henüz ispatlanmamış, ancak araştırılıyor. Ve ayrıca yıldırım sadece yukarıdan aşağı değil aşağıdan yukarı da hareket edebiliyor. Aslında gördüğümüz tek bir yıldırımın içinde birkaç tane ters yönlerde ilerleyen ışık sırası olabilir. O yüzden de yıldırım titriyormuş gibi görünür.

Öne sürülen başka bir iddia da yıldırımın atmosferde herhangi bir nedenle biriken radyasyonu (bilimsel araştırmalar için patlatılan roketlerden yayılan gibi) dağıttığı iddiası. Radyasyon uydulara zarar veriyor ve çalışmalarını engelliyor. Eğer yıldırım düşmezse, atmosferdeki radyasyon da dağılamaz deniliyor. Böyle bir durumda uydu yayını yapan TV'ler yayın yapamaz, cep telefonları ile iletişim sağlanamaz, navigasyon sistemleri çalışamaz ve dünyamızda buna benzer pek çok aksaklık yaşanır. Yani bir grup bilim adamı da yıldırımın doğal bir koruma ve temizleme sistemi olduğuna inanıyorlar.

Gökyüzünün açıklanamamış sırlarından birini daha görüyoruz. Milyonlarca km uzaklıktan Dünya'ya gelen bu kozmik enerjinin son derece büyük yararları olabilir, ama insan vücudu açısından değişen bir şey olmadığını unutmayın derim. O yüzden şimşekleri duyduğunuz anda evinize kaçıp, kahvenizi alıp, dışarıdaki bu sandığımızdan da "büyük" olayı pencereden izlemeye bakın!

Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler

Evet, "Kocanızı Nasıl Öldürürsünüz?" kitabının çevirmeni de benim!! Ama evlilik ve cinayet kavramlarını sürekli bir arada düşündüğümü, bu konuya özel bir ilgim olduğunu falan sanmayın sakın! Uyurken üzerime külçe gibi bir kol veya bacak düştüğünde ya da burnuma kafa atıldığında bile kocamı şefkatle (!) kendi yerine itmekten (!) başka bir şey asla aklıma gelmedi. Ama Oyun Atölyesi'ne ve özellikle de Haluk Bilginer'e karşı özel bir ilgim var. Haluk Bilginer'in yer aldığı her projeyi izlerim. Özellikle de oyunlarını asla kaçırmam.

"Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler" Oyun Atölyesi'nin 2007-2008 sezonunun yeni oyunu... 4 Ekim'de sahnelenmeye başladı, 6 Ekim akşamı da biz oradaydık. Aslında benim için bir ilk oldu, çünkü ilk kez Haluk Bilginer'in bir oyununu 8. sıradan izledim. Bana kalsa her zamanki gibi 2. ya da 3. sıradan yer bulabileceğim başka bir haftaya bilet alırdım. Ama annem buradayken onu da tiyatroya götürmek için bu seferlik böyle yapalım dedik. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiş olabilirim. Oyun Atölyesi'nin salonu küçük ama çok rahat ve eğimi çok iyi olan bir salon. Bu yüzden arka sıralarda olsanız dahi fark etmez, keyifle izleyebilirsiniz.


Haluk Bilginer'in rol arkadaşı ise yine çok beğendiğim Vahide Gördüm'dü. Oyunla ilgili yorum yapmadan önce Vahide Gördüm'ün doğal güzelliğine de bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Yaşını bilmiyorum, ama kesinlikle güzel bir genç kız gibi göründüğünü söyleyebilirim.

Eric-Emmanuel Schmitt’in yazdığı oyunda evlilik irdeleniyor. Evlilikte kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları sevgi, nefret, tutku, bıkkınlık ve hatta öldürme isteği (!) gibi duygular masaya yatırılmış. Oyunun şöyle bir temel fikri de var: "Suç işlemek için seri katil olmaya gerek yoktur. Hele ki işin içine bir kadınla bir erkek girdiyse, üstelik evlilerse, ortada yeteri kadar suç bulmak hiç de zor değildir."ü

Her evlilikte veya uzun ilişkide farkında olarak veya olmayarak yaşanan, patlamaya hazır bir bomba haline gelene kadar içimizde bir yerlerde biriktirilen problemlerle yüzleşme vakti geldiğinde ne olur? Yüzleşme süreci ne kadar sancılı olabilir? Hatta en önemlisi yüzleşmeyi başarabilmek midir acaba? Hele bir de kadın ve erkeğin farklı yapılarını, düşünme tarzlarını, iç dünyalarını,önemsedikleri ve öncelik verdikleri şeylerin listelerini düşündüğünüzde... Diyelim ki başardık ve o düşman haline gelen en yakınımızla yüzleşiyoruz! O zaman da seçimimiz ne yönde olacak sorusu karşımıza çıkıyor. İlişkiyi bırakıp, gitmek, yok saymak, iç dünyamıza kapanarak sorunları daha da devleştirerek içimize atmak ya da öldürmek olabilir mi? Veya her şeye rağmen ilişkiyi sürekli beslemek, çaba göstermek, anlamaya çalışmak ve sahip çıkmakta mı işin sırrı? İşin sırrını bulduğumuzu ya da doğru veya yanlış bir seçim yaptığımızı düşünelim, bunu hayata geçirmek kolay olacak mı?

Bana göre, içerik açısından, oyunun acı çekme pahasına sorunlarıyla yüzleşmeyi göze alanlara umut vermesi en olumlu yönüydü. Oyunculuklar açısından ise galiba sahnede Haluk Bilginer olduğu sürece asla objektif davranamayacağım ve daha başarılı bulduğum kişi hep o olacak.

Tüm ekibin ve oyuncuların emeğine sağlık! Onların sayesinde tiyatro sezonunu harika bir oyunla açtık. :)

10. İstanbul Bienali - Antrepo Turu

2 ekim Salı günü annem ve babamla birlikte Bienal'e gitmeye karar verdik. Hava harikaydı. Bienalin İstanbul Modern'deki bölümünü gezelim dedik. "İmkansız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik" sloganıyla tanıtımı yapılan bienalde "iyimserlik" havasını pek algılayamasam da çok hoşuma giden birtakım çalışmalar oldu.

Bunlardan bazıları:

1) Huang Yong Ping'in Construction Site ("İnşaat Alanı") adlı çalışması. Sanatçı, 916 yıl boyunca bir Hıristiyan kilisesi, 481 yıl boyunca da bir Müslüman camii olarak kullanılan Aya Sofya'da yaşanan geçişten esinlenerek yapmış bu çalışmasını. Yana yatık duran minarenin etrafı "İnşaat Alanı" uyarısıyla çevrilmiş. Değişmeden kalabilen bir dinselliğin olmadığını anlatmaya çalışıyor.

2) Ramon Mateos'un "Bir Adım İleri İki Adım Geri" adlı çalışması. Berlin Duvarı'nın yıkılışından bu yana küreselleşme ve liberalizmin olumsuz etkilerinin fazlasıyla hissedilir olduğunu ve günümüz solunun bölünmüş ve etkinliğini yitirmiş halini anlatıyor. 8 farklı ekranda 8 farklı milletten, farklı yaş grupları ve görünümlere sahip 8 insan, Enternasyonel'i 8 ayrı dilde söylüyorlar. Aynı şeyin farklı dillerde aynı anda söylenmesi inanılmaz bir kaotik sesler korosu yaratıyor. 9. ekranda ise bu sesleri mozolesinde yatarken dinleyen Lenin'in karabasan görürmüş gibi huzursuzluk içinde kıpırdandığını görüyoruz.

3) Nasan Tur'un "Sırt Çantaları" adlı çalışması. Her sırt çantasının özel bir işlevi olduğunu anlatan bu video çalışmasında çantayı alarak yola koyulan kişinin ne gibi işler için onu kullanabileceği gösteriliyor. İster propaganda yapın, ister yemek, isterseniz hırsızlık... Orası size ve seçtiğiniz çantayla oluşturacağınız ekibe kalmış.

4) Ken Lum'un "Farkındalık Evi". İlkinde yunus Emre'nin bir şiirinden dizeler okuduğunuz üç tane aynalı koridoru geçip de karanlık bir odaya girdiğinizde, aslında aynaların ardından sizi izleyen başka ziyaretçilerin olduğunun farkına varıyorsunuz.

5) Fikret Atay'ın umut dolu başlayıp, hüzünlü biten "Tinica" adlı çalışması. Batman'da günbatımına karşı bir tepede boş teneke kutular, plastik şişeler, alüminyum çubuklar gibi çöp olarak atılmış, işlevsiz nesnelerle ritm tutması. Sanatın hayatı değiştirme gücünü gösteriyor. Çok keyifli bir tempoyla çaldıktan sonra ise önündeki o tenekeleri ve şişeleri tekmeleyerek tepenin aşağısındaki çöp birikintilerinin içine atıyor. ("İşte o bölüm olmasaydı iyi olurdu! Olmadı şimdi," diyerek "cık cık cık" diye başımı iki yana sallayasım geldi. Tam da iyimser bir çalışma görmek üzereydim!)

Bunlar aklımda en çok kalanlar... Zaten çok da uzatmak istemem, çünkü bir sanat çalışmasını görmek, başka bir ağızdan dinlemekten kesinlikle çok daha keyifli ve anlamlı olacaktır. Bu yüzden 60'ın üzerinde sanatçının eserlerinin bulunduğu Bienali ziyaret edip, kendi favori listenizi oluşturmanızı tavsiye ederim.

Dinlenmek için de İstanbul Modern'in kafesinde oturup, Boğaz'a karşı yemek yiyebilirsiniz. Biz öyle yaptık. Enerji topladık ve sonra da Eminönü'nü gezdik bizim turistlerle..:) Mısır Çarşısı, indirim mağazaları, boncukçular, bahçe malzemeleri, vs derken kendimizi kaptırdığımızı fark ederek bir mola daha verdik. Bu sefer Kahve Dünyası'nda sıcak kakaolarımızı içtik ve çikolata kaplı kahve toplarından da alarak alışveriş ve gezimize son noktayı koyduk. Akşam trafiğinde Galata Köprüsü'nün üzerinde ilerleyemeyen arabaları görünce, taksiyle Beşiktaş'a dönme çilesine de bir çözüm bulmamız gerektiğini fark ettik. Kahve Dünyası'nın hemen karşısındaki iskeleden Üsküdar'a, oradan da motorla Beşiktaş'a giderek 25 dakika BKM'nin önüne geldiğimizde hepimiz bu dahiyane buluştan dolayı birbirimizi coşkuyla tebrik ediyorduk. :) Eve giderken bizim artık kanıksadığımız, ama annem ve babama çekici gelen her türlü lezzet noktasında (çiğ köfteci, lokmacı, Tarihi Oktay Kurabiye Fırını, pide aldığımız başka bir fırın, simit evi, kuruyemişçi gibi) mola vermeyi de ihmal etmedik.

Nihayet ellerimiz kollarımız dolu bir şekilde evimize ulaştık. Ama bugünkü maratonumuz bitmemişti. Yorgunluğumuzu atar atmaz başka bir zorlu mücadele bizi bekliyordu: Scrabble Turnuvası!! (Her zaman beklerim şekerler..:) )

BBG Evi'nden Kaçış!!

Canım blogum,

Uzun zamandır "imgelemediğimin" farkındayım. Kusura bakma, seni ihmal ettim biraz. Annem ve babam buradaydı, bol bol gezdik dolaştık. Sonra biliyorsundur, 450 sayfalık bir roman çevirisi yapmaya başladım. Oldukça vaktimi alıyor. Bir de bu arada bir yarışmaya katıldım. Hani yazmayı seviyorum ya, bana göre bir yarışma olabilir diye düşündüm... Çünkü dediklerine göre "yazar" arıyorlardı. Yaklaşık 900 yazar arasından online gazetelerinde köşe verecekleri birini. Jüri elemesi sonucunda ilk 500'e girerek yarışmaya başladım. Heyecanlı bir takip süreci de başladı tabi... Çünkü o da ne? Jüri oylamalarının sadece ilk hafta etkili olacağını öğrendik. Ondan sonra tıklanmamız ve oy almamız gerekiyormuş. Neyse, bir bildikleri vardır diyerek çevremdeki herkese "Tıkla beni!" demeye başladım. Sağolsun, çevremdeki insanlar bu yaklaşımımından tırsmak yerine, son derece destek oldular ve tıkladılar. :) Bir yandan da acaba "İmge yaz, 3433'e gönder" falan diye arkadaşlarımdan bana SMS atmalarını da isteyecek miyim acaba diye merak ediyordum.

2. yazılarımızı gönderdiğimiz hafta biraz hafiyelik yapayım dedim. Binlerce oy alan insanların yazılarını okudum, onlara yazılan yorumları okudum, bol bol copy-paste yaparak yazılan yazıların kelime limitlerini aşıp aşmadıklarına baktım, oy sayılarını ve sıralamaları karşılaştırdım, vs. Hafiyelik sonucunda ise gördüğüm şey şu oldu: Meğer biz "Gazetestar yarışmasına girdik, neyse artık, yolumuza bakalım" derken aslında bir nevi BBG Evi'ne girmişiz. BBG Evi'nin çıkıntıları sabaha karşı 2 ile 3 sularında atılan binlerce oy ile ilk sıralarda duruyorlar. Benden az oy alan, az yorum alan insanların benden az puanı olması gerekirken onlar da ön sıralara geçiyorlar. Bir de önümde yarışma şartlarına uymadıkları için diskalifiye edilmeleri gereken onlarca kişi duruyor. Ben de bu yarışmada beğenilip, ilk üçe girmek için eşime dostuma "bana tıklayın" diyorum. Tamam, freelance çalışmaktan hoşlanıyorum, ama yaptığım işler karşılığında para kazanıyorum. Maalesef, bu sitenin reklam ve halkla ilişkiler elemanı olarak çalışmak için hiç vaktim yok!

Yarışmaya yazı yazmak için mesai harcamak dışında, bir de sıralamayı takip ederek sinir krizleri geçirmeye başlayınca, 3. yazılarımızı istedikleri günlerde BBG Evi'nin yapımcısına (genel yayın yönetmeni) mail atarak eleştirilerimi bildirdim. Yan taraflara meşhur uyarı post-it'leri yazıldı. "Jüri ağırlığı artacak, hormonlu tıklanan adaylar diskalifiye edilecek, her hafta puanlama yeniden başlayacak, vs" diye. Hadi bakalım, devam edelim diyip 3. yazıyı gönderdim. Ama bir baktım ki aynı tas aynı hamam devam ediyor. Ayrıca yarışmadan her hafta 100 kişi eleneceğine 3. hafta yarışmaya katılan isimler de görünce, son yazımın yayınlandığı gün bu şov programının yapımcısına "lütfen beni azad edin, ismimi ve eski yazılarımı da web sitenizden silin" diye maili attım. Ertesi gün yarışmadan çıktığımı sanıyordum. Adım ve yazılarım silinmişti. Artık içim rahat bir şekilde senin kollarına dönerek yazılarımı yazabilirdim. Ama dün aldığım bir arkadaş telefonu ile adımın hala BBG Evi'nde yer aldığını öğrendim. Üstelik sıralamada yokum bu kez, sadece yazar adlarından girince yazılarıma ulaşılabiliyor. Birkaç güne kadar da yeni yazı bekliyorlarmış. Bakarsınız yazı göndermediğim bu hafta da dereceye girerim bu yarışmada..:) Belli mi olur?

Neyse, dediğim gibi, artık hayatımda başka biri yok, bundan böyle beraberiz, sana anlatacak çok şeyim var...

Can Boğazdan Gider!

Atasözlerimizin pek çoğunun hala geçerliliklerini koruduğunu düşünmekle birlikte bazılarının revize edilmesi gerekebilir diye düşünüyorum. Örneğin “Can boğazdan gelir” atasözümüze bir göz atabiliriz.

Sömürü imparatorluklarının hüküm sürdüğü iş ortamlarıyla, 3 günlük ilişkilerin “büyük aşk” olarak ilan edildiği duygusal boyutuyla, tüketim çılgınlığına rağmen giderek büyüyen tatminsizlik seviyesiyle ve daha birçok alanıyla hormonlu olan yaşamlarımızın beslenme bölümüne bakalım mı?

Şu an kalp hastalıklarının nedenleri arasında sigara ile birlikte birinci sırayı paylaşan problemin obezite olduğunu biliyorsunuzdur. Tansiyon ve kolesterol gibi ölümcül olabilecek problemlerin nedeni beslenme bozukluğundan geçiyor. Kanserojen madde içeren pek çok gıda maddesinden dolayı kanserin ortaya çıkmasına neden olan önemli faktörlerden biri de beslenme. Saç ve tırnak sağlığı, selülitler, cilt sorunları gibi sağlımızdan çok güzelliğimizi etkileyen kozmetik sorunların da beslenme ile yakından ilişkisi bulunuyor.

Eğri oturup doğru konuşalım! Doğru beslenme reçetelerini hepimiz ezberledik. Hani günde üç meyve, beş porsiyon sebze ve salata türü gıdalar, iki porsiyon süt ürünü falan öneren örnek beslenme programlarından bahsediyorum. Ama günümüz koşullarında bunu düzenli bir şekilde uygulayabilecek kaç insan var çevrenizde? Peki ya sabahları işe giderken aldığı poğaçasını çayın yanında yiyerek kahvaltısını yapan, öğle yemeğinde yoğun olduğu için ofisine sandviç ya da dürüm tarzı bir şeyler söyleyip yanında kola içen, akşamüstü acıktığında birkaç tane bisküvi atıştıran ve akşam yemeğinde de ya dışarıdan ya da evde pratik yemekler (şinitzel + patates kızartması, pizza, vs) yiyen kaç insan tanıyorsunuz? Diyelim ki doğru beslenme programını uygulamaya karar verdiniz, ne kadar süre sıkılmadan bunu uygulamaya devam edebilirsiniz. Bir ay mı, üç ay mı, beş ay mı? Ama sağlığınızı tehdit eden unsurlar ömür boyu sizi tehdit etmeye devam edecekler.

Moralinizi bozmak için yazmıyorum bunları. Bence buradaki sorun o örnek programlara uymamak değil zaten. Yaşam tarzınıza ve tercihlerinize göre o beslenme programlarınızı hem “nispeten” sağlıklı hem de zevk alacağınız bir hale getirebilirsiniz. Ama burada “nispeten” kelimesi önem taşıyor. Çünkü ben günümüzde tamamen sağlıklı beslenmenin artık pek de mümkün olmadığını düşünüyorum. Hem yüksek tempolu şehir yaşamı hem de reklâm sektörünün başarılı çalışmaları (!) sayesinde karnımız acıktığında gözümüzün önünden haşlanmış brokoliler ya da salatalar değil, kızarmış tavuklar ve iskender tabaklarının geçtiğinden nedense eminim! Fast food restoranları istedikleri kadar salatalı mönülerimiz de var desinler, biz oraya kızarmış patateslerin ve köftelerin tahrik edici kokuları yüzünden gidiyoruz.

Korkarım böyle olmaya da devam edecek, çünkü artık evlerden yükselen yemek kokuları da eskiye oranla oldukça azalmış durumda. Hem evde yemek yapsanız bile kullandığınız malzemelere de kuşkuyla bakıyorsunuz. İçinde binlerce katkı maddesi olan soslar, içecekler, kutulu ürünlerin dışında hormonlu meyve-sebze, antibiyotikli bal gibi sorunlarımız da mevcut! Erman Toroğlu misali hormonlu hıyar konusuna girmeyeceğim, ama o kadar el kol hareketiyle ve büyük bir heyecanla anlattığı hıyarın kamyonda giderken büyümeye devam etmesi hikayesinin de doğru olabileceğine dair bir his var içimde.:) Tabi isterseniz ağırlıklı olarak (nedense!!) Nişantaşı, Etiler, Ulus, Bebek gibi semtlerimizde yer alan organik gıda marketlerinden de mücevher tarttırır gibi ürünlerinizi tarttırarak alışveriş yapabilirsiniz. Aman tartıya dikkat edin, yanlışlık falan olmasın, o kadar para sayacaksınız aldığınız o kuru meyvelere!!

Sonuç olarak bu çağda, bu yaşam tarzlarımızla, bize sunulan bu ürünlerle, reklâmlarla beynimize işlenen sağlıksız ama bir o kadar da çekici yiyeceklerle doğru düzgün beslenmenin hayal olduğunu düşünüyorum. Yapabileceğinizin en iyisi bol su içmek, bol hareket etmek ve beslenme programınıza mümkün olduğunca kaliteli süt ürünü, protein ve hormonsuz görünen (!) meyve-sebzelerden eklemeye çalışmak olabilir (semt pazarlarından meyve sebze alışverişi yapmanızı tavsiye ederim). Ya da mesela benim gibi hafta arasını sebze meyve ağırlıklı geçirip, hafta sonunu kebap, kızartma ve mantıyla geçirebilirsiniz. (son söylediklerim bilimsel tavsiyeler değildir, sadece okuyun, uygulamayın..:) )

Bu arada bu konu nereden mi aklıma geldi? Ağustos sonu yaptığımız ve sürekli yediğimiz iki haftalık tatil dönüşü ancak kendime gelebiliyorum da ondan… Az kalsın can boğazdan gidiyordu anlayacağınız!

Bir Beyoğlu Gecesi

Dido&Ongun'la bir aydır görüşmemiştik. Başka bir yeni evli çiftimiz olan Lale&Eren'le de öyle... En iyisi hep beraber bir rakı gecesi yaparak hasret gidermek diyerek Cumartesi akşamı kendimizi Sofyalı'ya attık. (www.sofyali.com.tr)

Asmalımescit'teki güzel meyhanelerden biri Sofyalı. Galata Meyhanesi ve Sofyalı yıllardır hizmet veren, lezzetli yemekleri olan ve sahipleri aynı olan iki restoran. Sofyalı'da kulağınıza zurna dayayan çalgıcılar da yok.. Yani tam bir sohbet mekanı.. Göbek atmak ya da fasıl dinlemek isterseniz Galata Meyhanesi'ne gidiyorsunuz. :) Biz sohbet etmek için gittiğimizden dolayı Sofyalı'yı tercih ettik. Ayrıca Nevizade kalabalığı ve curcunası da olmasın istedik o gece. Ama Asmalımescit de neredeyse ikinci bir Nevizade olma yolunda ilerliyor. Her sokağı dolup taşıyordu.

Lale&Eren'i 20 Temmuz'daki düğünleriden sonra ilk kez görüyorduk. Dolayısıyla düğün ve balayı maceraları temel sohbet konumuz oldu. Didem'in okul maceraları, Ongun'un iş gelişmeleri ve bizim de tatil hikayelerimiz eklenince gecenin nasıl geçtiğini anlamadık. Çok keyifliydi.

Çıkışta söz konusu içmek olduğunda dur durak bilmeyen kocam ve ben, Sofyalı'nın hemen yanında yeni açılmış olan Taps'e gittik. Beyoğlu'nda da bir Taps olduğunu bilmek ikimize de çok iyi geldi.. Nişantaşı Taps evimize yürüme mesafesinde ama olsun.. Beyoğlu gecelerinin yeri ayrı ve artık orada da Taps krizimiz tutarsa gidebileceğimiz bir adres bulunuyor. (http://www.tapsistanbul.com)

Sonra da kapanış biramızı Balans'ta içerek, gece 3 gibi evin yolunu tuttuk. (http://www.balansmusichall.com) Balans'ın biralarını ve ortamını da özlemişiz. İstanbul'a geldiğimizi anlamamız açısından da faydalı oldu Beyoğlu'na gitmek. :)

Eve geldiğimizde her zamanki gibi kalan son enerjimizi üzerimizdekileri çıkarmak ve kendimizi yatağa atmak için harcayarak bayıldık. "Sims" oyununundaki gibiydik aslında.. Önce sosyalleşme barımız yükseldi, ardından yeme&içme barımız tavana vurdu, tüm bunlar yükselirken uyku ihtiyacı ve enerji barımız azaldı ve bugün öğlen 13.00'e kadar uyku barımızı doldurduk!! :)

Az sonra bir Pazar klasiği olan mantımızı yiyip, üstüne de bir DVD izleyerek yeniden uyumayı düşünüyoruz. Yaşlandık mı ne? İçki gecelerinden sonrası daha bir ağır geçmeye başladı...