Ömer Hayyam (8)

Ve kitabın, dolayısıyla da Ömer Hayyam serisinin sonuna geldik. Bunlar da sizler için seçtiğim son dörtlükler.

Kader defterimi yeniden yazabilseydim.
Kendime gönlümce bir hayat seçerdim;
Bütün dertleri siler atardım dünyamızdan
Sevinçten göklere uçardı düşüncelerim.

***

Dilerim ölünce şarapla yıkanayım.
Şarap şiirleriyle talkınlanayım.
Mahşer günü arayan olursa beni.
Meyhanenin önündeki topraktayım.

***

O yakut dudakları kızıl kızıl yanan nerde?
O güzelim kokusu cana can katan nerde?
Müslümanlara şarap haram edilmiştir derler
İçmene bak, haram işlemeyen müslüman nerde?

***

Benim varlığım senin yaptığın bir nakış;
Türlü garip renklerini hep senden almış;
Kendimi düzeltmeye nasıl varsın elim:
Senden güzelini yapmak bana mı kalmış?

***

O bilginler ki evrenin özetidirler;
Düşüncelerinin atı göklerde gezer;
İş kavramaya gelince Senin özünü.
Şaşkınlıktan Felek gibi başları döner.

Arter'deki Bambaşka Dünya

Gizem'le Cihangir ve Galata sokaklarındaki turumuzu bitirdikten sonra Ada Kitabevi'nin tam karşısındaki Arter'e girerek bambaşka bir dünyaya adım atmış olduk.


İçeride iki sergi vardı. Bunlardan ilki üç kata yayılmış olan Patricia Piccinini'nin "Beni Bağrına Bas" sergisi, diğeri ise Deniz Gül'ün 5 Kişilik Bufet sergisiydi. Di'li geçmiş zaman kullanmamın nedeni bu sergilerin her ikisinin de ne yazık ki bitmiş olması. 21 Ağustos'da sona eren bu sergilerden ilki bizi inanılmaz etkiledi.

Beni Bağrına Bas sergisinde Patricia Piccinini'nin 1997'den bu yana heykel, yerleştirme, çizim ve video gibi farklı mecraları kullanarak ürettiği işleri bir araya getirilmiş. Sanatçı, hem tanıdık hem de yabancı bir dünyaya yolculuk deneyimi yaşatan bu sergide izleyiciyi şimdi ve burada olmaya, teknoloji, medya kültürü, tüketimcilik ve bilimle ilgili güncel tartışmalara odaklanmaya çağırıyor. Aydınlık giriş katında metaların parlak dünyası ve sanayi sonrası kentte gündelik hayatın doğası üzerine bir yorum sunulmuş. Buradan favorilerim birbirine sarılmış gibi duran renkli motosikletlerin olduğu Aşıklar ve üst üste yerleştirilmiş IKEA sandalyelerinin üzerinden bakan çocuğun olduğu Gözlemci adlı çalışmalar oldu.


Birinci katta ise hayali melez yaratıklar ve soyu tükenmekte olan türler için taşıyıcı anneler bulunuyor. Sanatçı buradaki çalışmalarıyla çağdaş "doğa" kurgusu, doğadaki yerimiz ve onu kontrol etme çabamız üzerine düşünmeyi öneriyor. Buradaki favorilerim aşağıdaki resimde solda yer alan Ağıt, sağda üstte yer alan Davetli Misafir ve Taşıyıcı (Kıllı Burunlu Kezey Vombatı İçin) oldu. Davetli Misafir'in adı Goethe'nin "Güzellik her yerde davetli misafirdir," sözünden geliyormuş. Burada doğanın en güzel canlılarından biri olan tavuskuşlarının kullanılması da ondan zaten. Ağıt çalışmasında adamın elinde duran balık, Avustralya'nın güneyinde derin denizlerde yaşayan Blobfish adlı bir balık türü. Balıkçıların trolle yengeç avlamaları sonucu soyu tükenmenin eşiğine gelmiş. Sıradan bir adamın can çekişen bilmediği bir balık için bu kadar derinden etkilenmiş olmasının umut verici olduğunu düşünüyor Patrica Piccinini.


Gelelim serginin ikinci ve son katına. Burada da herkesin uyuduğu bir evin içine insan olmak, insanın yaratıları ve onlara karşı sorumlulukları üzerine düşünmeye davet ediliyor izleyiciler. Buradaki çalışmaların hepsi de hem çok etkileyici hem de biraz korku filmi tadındaydı bana göre. Zaten serginin en loş katı da buydu. Üstte solda Bölünmemiş, sağda ise Büyük Anne adlı çalışma var. Büyü Anne, baktığı bebeği çok seven ama bazen de onu kaçırmayı hayal ettiği için gerin olan bir sütanne! Ortadaki küçük resimde araba koltuğuna yerleştirilmiş koca gözlü Bulunmuş Bebek, Çin'de yetimhanelere terk edilen yarık dudaklı çocuklardan esinlenilerek yapılmış. Altta solda Şüpheci Thomas, sağda ise sırtındaki kanguru partneriyle Balasana duruşunda lan küçük bir kız çocuğunu görüyorsunuz. Çocuklar ve diğer canlılar o kadar canlı ki sanki birden gözlerini açıp size bakacaklar, sesler çıkaracaklar ya da konuşmaya başlayacaklar gibi duruyor. Serginin tedirgin edici kısmı  da bu zaten. Ama bu kadar canlı figürlerle karşı karşıya olmak bir o kadar da etkileyici. 


Bu sergi bittikten sonra yukarıda bir kat daha var. Orada da Deniz Gül'ün Beş Kişilik Bufet adlı sergisi bulunuyor. Gelmişken geziyoruz ama alt katlardan sonra pek de etkilenmiyoruz. Sadece burada da bir klasik İmge pozu çekiliyor, bir de çok gerekliymiş gibi tabuta girme deneyimi yaşıyoruz! Bu katta sırtları kapıya dönük beş mobilya bizi karşılıyor: Vitrin, Gardırop, Odalaştırılmış bir Kapı, Kasa ve Tabut. İzleyicilere içleri açan bu beş mobilya içeri girenlere de kendi "iç"leriyle bir "dış" oluşturmak üzere sıra sıra dizilmişler. 


Tabutun içinde bu kadar sırıtacak ne var diye sorarsanız işte ona verecek bir yanıtım yok. Belki günün yorgunluğundan dolayı istemsiz bir hareketle ağzım açılmıştır ya da Pavlov'un köpeği misali fotoğraf makinesi görünce otuz iki dişimi gösterme güdülerim harekete geçmiştir. Belki de o gördüğünüz şu an tabutun kapısını açıp yeniden dışarı çıkabilecek, yani tabuta meydan okuyabilecek pozisyonda olmanın  rahatlığıyla yapılmış bir zafer sırıtışıdır. Yaklaşık 60 sene daha tabutlara meydan okuyabilmek dileğiyle diyor ve bir sonraki yazıya kadar aranızdan ayrılıyorum. :) 

Cihangir ve Galata Sokakları

Geçtiğimiz hafta Gizem'le Perşembe günü İstanbul Modern'de başlayan üçlememiz Cuma günü öğleden sonra Rumelihisarı'ndan Beşiktaş'a yaptığımız klasik sahil yürüyüşü ile devam etti. Üçlemenin son etabı ise Cumartesi günü çıktığımız keşif turuydu: Cihangir ve Galata'nın ara sokaklarında dolaşacak, şimdiye kadar birkaç kez gitmiş olduğumuz yerlerde neler var neler yok bakacak, neredeyse İstiklal Caddesi'ne hiç çıkmadan doğaçlama bir keşif turu yapacaktık. Yaptık ve pek de keyifli oldu. 

Sıraselviler'den inerek önce meşhur Firuz Ağa Camii'nin bulunduğu Cihangir'in en canlı meydanına ulaştık. Buradaki çay bahçesi ile modern kahvehane karışımı kafelerin hepsi tıklım tıklım doluydu. Biraz daha  devam ederek başka bir zaman gezmeye karar verdiğimiz Orhan Kemal Müzesi'ni gördük. Ne de olsa bugün planımız yoğundu. Sonra kafamıza göre önümüze çıkan sokaklara daldık ve o insanın içini ısıtan mahalle havasını kokladık. Semtin her köşebaşında kıvrılıp yatan kedilerini, köpeklerini gördük. Yokuşlarını, merdivenlerini, ara sıra da o yokuşlarda yer alan apartmanların üst katlarında ne kadar enfes manzaraların olabileceğine dair ipuçları veren güzel kareler yakaladık. Yirmili yaşlarından beri orada yaşayan yetmiş yaşında (ama teyze diyemeyeceğim kadar dinç ve genç) bir abla ile Cihangir'in dününü bugününü konuştuk ayaküstü. Anladığım kadarıyla zorluklarına rağmen sevilen bir semt Cihangir, tıpkı İstanbul'un kendisi gibi. Yer yer Teşvikiye, Gümüşsuyu ve Beşiktaş'ı andıran görüntülerle dolu, içinde yaşayanlardan dolayı da daha bohem bir havası olan oturulacak merkezi semtlerden biri. Küçük kahvaltı mekanları, butikler, marketler ve kafeleriyle bir Avrupa şehrinin sokaklarını andırıyor. Mekanlarıyla ünlü olmasına rağmen öyle her yeri işletmelerle dolu değil, buradaki butik işletmelerin hepsi de küçük semt mekanları. 


Daha sonra Çukurcuma-Galata okunu takip ederek bir sürü antikacının ve vintage dükkanının olduğu yollardan yürümeye devam ediyoruz. Orada bir antika dükkanının önünde duran aynadan yansıyan görüntümüzü çekiyorum. Evet, bu "bir İmge klasiğidir" sevgili okur. Arka sokaklardan yürüyerek Galatasaray Lisesi'ne kadar geliyoruz. Sonra uzun zamandır görmedik diye o saatlerde pek de canlı olmayan ama her zamanki gibi rengarenk Fransız Sokağı'nın da içinden geçiyoruz. Küçük bir atıştırma molasından sonra hedefimiz Galata Kulesi!


Ve tabi ki yine arka sokaklardan giderek Galata'nın o meşhur butiklerini (Building, Atelier 55, Laundromat Paristexas, Simay Bülbül, vs) görüyoruz. Apartmanların birçoğu restore edilmiş. Burada da yaşam olmasına rağmen Cihangir gibi oturmalık değil, gezmelik bir semt havası var bana göre. Kulenin altındaki meydan capcanlı. Restoranlar, kafeler dolu. Bu kez müzik enstrümanları falan satılan ana yoldan dönerek Tünel'e çıkıyoruz. Kalan enerjimizi Arter'de sergi gezmeye, hayalet Asmalımescit'i görmeye ve sürünerek de olsa Mango'nun outlet katına şöyle bir bakmaya harcayacağız. Anlayacağınız önümüzde kat etmemiz gereken upuzun bir İstiklal Caddesi bulunuyor. Arka sokakları keşfettik ama İstiklal'i de görmeden edemedik. O yüzden turumuzu başladığımız yerde, yani Kızılkayalar'ın önünde bitiriyoruz. Aklımızda Eylül ayı keşfi rotalarıyla elbette...

Sırada çok etkileyici bir sergi var. Arter'de buluşmak üzere..




Son Kodachrome Filmi

Geçen hafta Perşembe gününün öğleden sonrası Gizem'le İstanbul Modern'de buluştuk. Bu seferki plan Ajanda'nın son sayısının Etkinlikler bölümünde de sizlere sözünü ettiğim Son Kodachrome Filmi sergisini gezmekti. 

Serüvenine 19. yüzyılda başlayan Kodak, 1936 yılında 35 mm Kodachrome slayt filmini satışa sunmuş. Kodachrome, renk yoğunluğu ve uzun yıllar saklanabilirliğiyle mekanik fotoğraf makinesi kullanan amatörler ve profesyonellerin göz bebeği olmuş. Kodak, 74 yıl sonra özellikle de basın fotoğrafçılarının gözdesi olan bu filmin üretimi durdurmaya karar verdiğinde üretim bandından çıkan 36 pozluk son ruloyu Magnum Ajansı ve National Geographic'in ünlü fotoğrafçısı Steve McCurry'ye teslim etmiş. (Hani şu meşhur Afgan kızı pozunu yakalayan fotoğrafçı!) 14 Temmuz 2010'da son Kodachrome filmini eline alan Steve McCurry de bizler için bu sergide sunulan fotoğrafları çekmiş.


Diğer işlerine altı hafta ara vererek, tamamen kendi maddi olanaklarıyla ve kendi seçimleri doğrultusunda bu 36 pozun nelerden oluşması gerektiğine karar vermiş. En sonunda “insani bir hikayesi olmayan bir kartpostal çekmek” istemediği için portreler çekmeye karar veren ünlü fotoğrafçı son ruloyu harika ifadeler yakalamak için kullanmış. 30 Aralık 2010'da bu filmi yıkayacak tek laboratuvar olarak ayakta kalmış olan Kansas eyaletinin Parsons kentindeki Dwayne's Photo'da da banyo işlemi tamamlanmış. Bu nedenle Parsons'da çekilmiş üç kare de bulunuyor.

Başka neler var derseniz: New York'ta parklarda ve Central Station'da çekilmiş kareler, Robert de Niro'ya ait üç kare, Ara Güler'in İstanbul'da çekilmiş bir fotoğrafı ve Steve McCurry'nin kendi fotoğrafı dışında fotoğrafların büyük çoğunluğu rengarenk bir ülke olan Hindistan'da çekilmiş. Usta fotoğrafçı Hindistan'da ise Rajastan’daki Rabari kabilesinden insanları çekmeyi tercih etmiş. Bunun nedenini de şöyle açıklamış: “Hızlı kalkınma ve modernleşme ile birlikte zaman burada da göçebe kültürün aleyhine işliyor. Bu göçebe toplumun yaşam şekli büyük bir hızla sona yaklaşıyor. Madem Kodachrome da yok oluyor, o halde onu en iyi şekilde Rajastan çobanlarının hafızasında yaşatarak yüceltebiliriz." Gerçekten de sergideki tüm fotoğraflar, ama özellikle Hindistan fotoğraflarındaki ifadeler görülmeye değer. 

Not: Bu arada hemen yan bölmede sergilenen Lale Tara'nın Masum Suretler sergisindeki fotoğrafların da  çok ilgi çekici (ama biraz da korkutucu!) olduğunu söyleyeyim. Gitmişken o sergiyi de görün mutlaka.

İki sergi için de 4 Eylül'e kadar zamanınız var, unutmayın! Ve bence Son Kodachrome Filmi'ni kesinlikle kaçırmayın...

3 İsim Önerisi

Aslı'nın Dolabı'ndan başlayayım. Aslı'nın Dolabı küçük çaplı bir sosyal sorumluluk hareketi. Ancak basında ve sosyal medyada adını fazlasıyla duyurarak büyük çaplı olmaya doğru hızla gidiyor. Umarım çok büyük bir harekete dönüşür, çünkü hem toplumdaki yardım bilincini güçlendirmek hem de tüketim çılgınlığımıza dikkat çekmek açısından çok yararlı  bir proje bu. Aslı'nın Dolabı'nda gördüğünüz çok az kullanılmış ya da hiç kullanılmamış elbiseler, ayakkabılar, aksesuarlar ve diğer pek çok şey satılık. İster kendiniz fotoğraf çekip gönderiyorsunuz, ister uygun olabilecek giysileri Aslı'ya gönderiyorsunuz, o fotoğrafını çekip yayınlıyor sitesinde. Sonra da giysinin satılmasını bekliyorsunuz. Satıldıktan sonra elde edilen gelir de Barınaklara ve ÇYDD'ye bağış olarak gidiyor. Harika değil mi? Evlerimizde atamadığımız, satamadığımız, verdiklerimizin dışında bir de veremediğimiz o kadar çok şey var ki. Siz de onlara bir göz atıp, içlerinden uygun olabilecek parçaların Aslı'nın Dolabı aracılığıyla yardıma dönüşmesini, dolayısıyla yıllarca askıda beklemek yerine bir anlam kazanmasını istemez misiniz? Daha fazla bilgi almak veya Aslı'ya sormak istedikleriniz için web sayfasına uğrayabilirsiniz: http://www.aslinindolabi.com/ Teşekkürler Aslı!

Diğer iki isim ise aşağıda kitaplarını gördüğünüz isimler. Geceyarısı Öyküleri'nin yazarı Selim Karakaya'nın bir blogu da var. Zaten onunla önce MyBilet kardeşliği yaptık, sonra blogdaş olduk, daha sonra kitabıyla tanıştım.:) Aşkın Peşinde, Hayatın Peşinde ve Müziğin Peşinde kategorilerinde yazdığı harika öykülerini okuyup bitirdiğimde de bana kitabını göndermeden önce "ama hüzünlü hikayeler bak, ona göre" diye uyarmasının nedenini anladım. Gerçekten de birçok öyküde o yoğun hüznü hissediyorsunuz ama aşkın, hayatın ve müziğin kendisi de hüzünden fazlasıyla beslenmiyor mu zaten? Ben bu içten öykülerin hepsini çok sevdim. Yazarının da çizilen kalıpların dışında, kendisine en yüksek manevi tatmini sağlayacak yaşamı seçebilme cesaretini sevmiştim.  Hayat, doğru yönde cesur adımlar atanları kesinlikle ödüllendiriyor bence. İşte Selim Karakaya'nın bu ilk kitabı da ona güzel bir örnek. Devamının gelmesi dileğiyle. 



Diğer bir kitap önerisi ise "Yıka Beynini!" M. Barış Muslu'nun bilinçaltını formatlamaya yönelik NeuroFormat™ beyin modelini öğreneceksiniz. Ben henüz kitabın tamamını bitirmedim ama yazmakta bir sakınca görmüyorum, çünkü "okuyun" ya da "okumayın" demekten ziyade "yöntem hakkında bilgi edinip, size uygun olup olmadığına karar verin" demek için yazıyorum. Pozitif düşünce ve NLP alanında bir sürü kitap çıktığı için bu kitabın da onlardan biri gibi görülme olasılığı çok yüksek, ama işin aslı hiç de öyle değil. NeuroFormat™ bu tekniklerden de yararlanıyor belki ama çok daha farklı, daha kısa sürede çok daha etkili ve kalıcı sonuçlar alabileceğiniz bir yöntem. Örnek olarak fobilerimizi düşünün. Neyin tetiklediğinin farkında olarak ya da olmayarak bir anlık yaşantılar sayesinde edindiğimiz fobilerimiz bir ömür boyu bizi etkileyebiliyorlar. Sonra onlardan kurtulmak için aylar, yıllar, hatta belki bir ömür boyu uğraşıyoruz. Oysa birkaç saniyede edindiğimiz bir fobiden birkaç saatte kurtulsak daha iyi olmaz mı? Fobiler dışında yaşamınızın pek çok alanında kullanabileceğiniz bu yöntem ve birebir ve kurumsal uygulamalar ile ilgili daha detaylı bilgi için bu web sayfasına da göz atabilirsiniz. İlginizi çekiyorsa da Yıka Beynini! ile beyninizin içinde büyük bir temizlik hareketi başlatabilirsiniz. (Şahsen ben birkaç gün önce İso'cum işe giderken uykuyla uyanıklık arasında gözümü yarı açıp "Vecihi adında homoseksüel bir oğlun olsa ne yapardın?" diye sorup uyumaya devam ettikten sonra bilinçaltımı temizlemeye karar verdim!! :) )

Önerilecek böyle isimlerin katlanarak çoğalması dileğiyle..

Ağva'da Baş Başa Bir Hafta Sonu

Geçtiğimiz hafta sonunu Ağva'da baş başa geçirmeye karar verdik İso'cumla. Kutlama nedeni yaratmakta üstümüze yoktur bizim, ama bu kez en kutlanmaya değer şeyi kutladık: 7. evlilik yıl dönümümüzü.

Güne Şile Feneri'nin hemen yanındaki Kavala Park'ın içinde tavşanlar, ördekler ve horozların arasında nefis manzaraya karşı kahvaltımızı yaparak başladık:


Yağmur sonrası Ağva'nın nefis doğasında, Göksu Nehri'nin kıyısında güneşin altında mayışarak gazetelerimizi okuduk, salıncakta şekerleme yaptık:


Deniz bisikletiyle nehri dolaştık:


Kara bisikletiyle Ağva merkeze inip sekiz sene önce benim bankada çalıştığım şubedeki arkadaşlarımla birlikte kaldığımız Kurfal Tatil Evi'ni bulup biraz nostalji yaptık. O tatilde de ne eğlenmiştik diye düşündük.

Hava karardıktan (gerçek bir karanlıktan bahsediyorum!) sonra yine nehir kıyısındaki tahta masalara oturup, kadehlerimizi tokuşturarak birlikte geçirdiğimiz yılların nostaljisini yaptık. "Hey gidi günler!" diyerek eski günleri yad edecek kıvama gelmiş olduğumuzu fark ettik. Neler neler yaşanmış ve daha neler neler yaşanacak kim bilir diye düşündük:



Kapanışı da nargile ile yaptık. Tütünümüzü yanımızda götürmüştük zaten.:) Gece on ikiyi geçerken odamıza gittikten sonra feci gıcırdayan yatak ve sivrisinek kabusu yaşadık ama yine de sessiz, sakin, mini minnacık bir motel olan El Rio'dan genel olarak memnun kaldık. Web sayfaları budur. Ama daha geniş bir otel, minderli şezlonglar, küçük de olsa bir havuz, daha bol alan istiyorsanız nehir kenarındaki diğer alternatifleri değerlendirebilirsiniz. Aklınızda olsun.

Ertesi gün nehir kenarında kahvaltımızı yapıp, Türk kahvesi eşliğinde Pazar gazetelerimizi okuduktan sonra akşama doğru evimize döndük. Ve itiraf ediyorum: bence özellikle Pazar akşamları insanın evi gibisi yok! Tabi o evi sıcacık hale getiren sevgiliniz yanınızda olduğu sürece...İyi ki varsın, İso'cum!

Şimdiki Zamanlar

Geçen hafta Perşembe günü yağmur geleceğini duyunca Çarşamba günü kendimi dışarı atıp Beyoğlu'nda bir tur atmaya karar verdim. Kitapçılar, Çorbacı'm ve Pera Müzesi'nden oluşan klasik bir küçük Beyoğlu turu sonrasında sizlere Şimdiki Zamanlar sergisini anlatayım diyorum.

2 Ekim'e kadar Pera Müzesi'nde devam edecek olan bu sergiden Ajanda'nın Ağustos sayısında da bahsetmiştim. Kuruluşundan bu yana her yıl yaz aylarında salonlarını genç sanatçılara ve sanat eğitimi veren kurumlara ayıran Pera Müzesi, bu yıl da Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'ni ağırlıyor. Genç sanatçı ve tasarımcılarının seçilmiş yapıtlarından oluşan Şimdiki Zamanlar sergisinde resim, baskıresim, heykel, seramik, yerleştirme, mekân tasarımları, grafik tasarım, fotoğraf, dijital sanat, cam, video gibi zengin ifade olanaklarıyla çağdaş sanat ve tasarım eserlerine yer verilmiş.

Üç kata yayılan sergiden benim seçtiklerimi ise aşağıdaki resimlerde görebilirsiniz.


Yukarıdaki kolajda gördüğünüz eserlerin tamamı Seramik bölümünde yer alıyor. Üstte solda yer alan seramik Şapkalar Deniz Zeybek'e ait ve en alttaki favorim. Hemen yanındaki Piksel adlı çalışma Simla Karamangil imzalı. Sağ üstte gördüğünüz balık kadınlar Beste Ural'ın çalışması ve adı da "Hepimiz Güzeliz". Kesinlikle katılıyorum! :) Solda altta gördüğünüz taşlar, deniz kabukları falan Setenay Sipahi'ye ait. Doğaya Özlem adında döküm ile şekillendirme çalışması. Onun yanında ise Serkan Özer'in Tükeniş'ini görüyorsunuz.  Aşağıda gördüğünüz tabaklar da aynı şekilde Seramik bölümünde görebileceğiniz eserlerden.


Yukarıda sol üstte gördüğünüz Masa Projesi'ni Serap Metin yaratmış. Tamamı keçeden yapılan masa üstünde kahvenin beyaz köpüğünü bile görmeniz mümkün. Altında bir bavulu tutarak farklı yönlere giden mini heykelcikler ise Serbay Doru'nun çalışması ve Göç'ü anlatıyor bizlere. Seramik tabakların üstünde yer alan serigrafi çalışması Gülşah Canpolat'ın Metamorfoz'u. 


Tuval çalışmalarından ise en sevdiklerimi yukarıdaki kolajda bulabilirsiniz. Sol altta gördüğünüz Derya Ülker'in 80 Hayalet adlı eseri ve hemen üstünde yer alan Banu Kaynak'ın İpin Ucu Kaçar'ını çok sevdim. Sağ altta yer alan Olcay Yetiş'in Kahvehane'sinde sanırım gerçek bir kahvehanedeki kadar çok iskambil kağıdı kullanılmıştı. :) Sağ üstte gördüğünüz tablonun adı Shimano ve Ali Anılır'a ait. Ortadaki çalışmada "Ben okundukça kitap; Sen okudukça insansın" ifadesine de bayıldım. Bu arada Volkan Aydemir'in 2 dakikalık video çalışmasını da izlemenizi öneririm: Fazıl Say'dan Kara Toprak.

Burada gördükleriniz ve çok daha fazlası için Pera Müzesi'ne uğramayı unutmayın. Ben şahsen birbirinden yetenekli genç isimlerle tanışmış olduğum için kendimi iyi ve mutlu hissederek eve döndüm. Size de aynısını yapmanızı öneririm. Ne de olsa bugünlerde kendimizi doğal olarak böyle hissetmek pek mümkün değil; yani zorlamamız gerek hayatı. O zaman zorlarız bizde, değil mi?

2 Film Birden

Vizyondayken kaçırdığımız, aylar geçtikten sonra evde film izleme aktivitesine en çok ara verdiğimiz yaz günlerinde izleyecek zaman bulduğumuz iki Türk filmi var sırada: İncir Reçeli ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Önce İncir Reçeli. Adı gibi tatlı başlayan film sonlara doğru bildiğin arabeske dönüşüyor, ama olumsuz yorum yazamayacağım hakkında çünkü bir şekilde sevdim ben bu filmi. Klişelerle doluydu ve mesaj kaygılıydı ama bir şekilde severek izledim işte. Belki Sezai Paracıkoğlu'nu sevdiğimden ve başarılı bulduğumdan, filmin geçtiği barı, sokakları falan keyifle izlediğimden, bir farkındalık yaratma çabasından dolayı sevmişimdir. Film HIV konusunda farkındalık yaratmaya çalışıyor ama iyi mi yapıyor kötü mü bilemedim gerçi. Yani HIV virüslü bir insanla korunarak sevişilemez mi? Ya da madem arada aşk var ve birlikte uyumaktan hoşlanılıyor, o zaman farklı bir seks formatı da bulunamaz mı? Seks, sadece iki organın birleşmesi mi demektir? Bu anlamda acıklı ve umutsuz bir tablo çizileceğine daha umutlu ve doğru bir yorum sunulabilirdi bana göre. Ayrıca şu hasta babayı sevgiliyle karıştırma saçmalığı da olmamıştı. Ama bilmiyorum işte, bir şekilde "otur sıfır" diyemedim bu  filme. Müziğini sevdiğimden mi acaba? Ne bileyim. Bir yanıyla samimi buldum demek ki. Boş zamanınız varsa ve yapacak daha iyi bir işiniz yoksa izleyebilirsiniz derim. 


İkinci film ise Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Bir kere içinde İlker Aksum olan bir işe baştan olumlu önyargıyla bakarım (böyle isimlerden bir diğeri için bkz. Settar Tanrıöğen). Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından uyarlanan filmi ben çok sevdim. Ancak zaman zaman iyice ağırlaşan temposundan dolayı İso'cumun "Bu film Zeki Demirkubuz&Nuri Bilge Ceylan ortak yapımı değil, değil mi?" diye sorduğu anlar da oldu. (Kolay değil tabi. Üzerinden onca zaman geçmesine rağmen Kıskanmak ve Üç Maymun'un etkileri hâlâ silinmedi İso'cumdan. :) )

(Resimleri eskiden gencsinema.com, artık filmlerim.com olan sinema sitesinden aldım.)

Filmde önce aynı evi paylaşan Çetin (Fatih Al ) ve Ender (İlker Aksum) adlı iki sıkı dostla tanışıyoruz. Bu arada filmin Ankara'da geçtiğini de söyleyeyim. Ankara'ya özgü pek çok görüntü var ve bence Çetin ve Ender de tam Ankara tipleri (evet, zihnimde bir Ankara tipi imajı var ve bu çok olumlu bir imaj. Ankaralı olmak Ankara tipi olmak için yeterli değil bu arada). Birbirlerini çok iyi tanıyan ve hayatlarının pek çok anını paylaşmış, birbirlerine fazlasıyla yeten bu ikiliye, arkadaşlarının üniversitede okuyan kardeşi Nihal (Güneş Sayın) de anne-babasını trafik kazasında kaybettikten sonra eklenince neler olur dersiniz? İzleyin ve görün derim.

Şimdiden iyi seyirler.

Otobiyografi: Mahatma Gandhi

Ah Gandhi aahhhh.. Öldürdün beni.. İçimi şişirdin.. Saçımı başımı yoldurdun..Sinir krizleri geçirttin bana.. Ama iyi adamsın, bir de merhumsun falan diye arkandan fazla konuşmayacağım. Yine de bu nasıl bir saflık, iyilik, tevekkül, sabır, inat halidir, bir insan nasıl her şeyi bu kadar olgunlukla kabullenebilir aklım almadı okurken. Ayrıca bu bir olgunluk, iyilik, yüce gönüllülük müdür yoksa saflığın ibresi hafiften enayiliğe kaymış hali midir emin de olamadım başından geçen pek çok şeyi okurken. Yani aslında oldum da merhum diye arkasından konuşmayacağım işte.:)

Ayrıca Gandhi'nin düşünceleri, doğruları ve inançları anlamında son derece katı, geleneksel ve tutucu bir yaklaşımı olduğunu da öğrenmiş oldum bu otobiyografi sayesinde. Sadece keyfi nedenlerle başka bir canlının öldürülüp yenmesini doğru bulmadığı için her türlü hayvan etini, sütünü ve yumurtasını yemeden yalnız kuru yemişler ve meyveden oluşan katı bir rejim uygulaması kendisini ilgilendirir elbette. Ama çocukları ya da karısı hasta yataklarında ölümle mücadele ederlerken doktorların mutlaka et suyu içmeleri ya da yumurta yemeleri önerilerine karşı çıkarak "en doğrusu benim beslenme şeklim, Tanrı da bunu uygularsam bana yardım edecektir" zihniyetiyle tedaviye müdahale etmek de neyin nesi? Ya da devletin okullarındaki eğitime güvenmediğinden ve bir çocuğun aile içinde gelenekleri öğrenerek en iyi eğitimi alacağına inandığından dolayı çocuklarına formal bir eğitim sağlamamış olması affedilir gibi değil. Büyük oğlu bundan dolayı hâlâ kırgınmış kendisine zaten. Bence "kırgın" tanımı çok hafif kalmış bu durumda. Şahsen benim babam olsaydı, Gandhi'yle yollarımız çoktan ayrılmış olurdu!

Elbette "büyük ruh" anlamına gelen "Mahatma" unvanını alan Gandhi sadece bu özelliklerinden ibaret değil. Hindistan'ın özgürlük mücadelesinde önemi çok büyük olan bir tarihi lider Mahatma Gandhi. Kendini Hakka adamış ve Hak'tan (Satya) başka bir Tanrı olmadığına inanan dürüst bir hizmet adamı. Ahimsa inancına bağlı, yani şiddete kesinlikle karşı. Hükümete ve ayrımcı politikasına karşı sürdürdüğü mücadele boyunca asla şiddete dayalı bir eyleme izin vermiyor. Pasif direniş temelli mücadelesinin adını da Satyagraha (hakkın gücü) olarak belirlemiş. Halkı söz konusu olduğunda son derece özverili ve fedakar bir adam. Onlarla birlikte ve onlar için defalarca açlık grevlerine giriyor, oruç tutuyor, hapis yatıyor, mücadelesini sürdürdüğü insanlar gibi sade ve basit bir yaşam sürdürmeye özen gösteriyor ve paryalığın kaldırılması, savaş sırasında hastaların bakımı, köylülerin üretimini desteklemek gibi pek çok konuda durmadan çalışıyor. Ve gösterdiği tüm bu iyi niyetli çabalar halkta karşılığını bulsa da Hinduların militan kesimi tarafından düşmanca karşılanıyor, birilerinin çıkarlarına dokunuyor ve 1948'de bunlardan biri tarafından öldürülüyor. Başarının ve iyiliğin cezasız kalmadığı başka toplumlar da varmış demek!

Gandhi'nin otobiyografisini okumak büyük olasılıkla ömür boyu aklıma gelmezdi. İso'cumun tatile götürdüğü kitaplardan biriydi. Ben elimdeki iki kitabı bitirip de boş kalınca okumaya başladım. Çok güzel bir dili olduğu için (çeviren Emre Miyasoğlu'un eline sağlık) de keyifle, roman okur gibi bitirdim. Gandhi'yi merak etmiyorsanız bile Hint toplumu, o dönemlerdeki ırkçılığın boyutları ve verilen mücadeleler hakkında fikir edinmek için okuyabilir ve (yakınım olmasını istemezdim ama :)) "büyük ruh" sıfatını kesinlikle hak eden Gandhi'nin Hindistan halkı için önemini anlayabilirsiniz. Kesinlikle nur içinde yatanlardan biri olmalı.

Son olarak Gandhi'nin bir Hint şiirinden alıntı yaparak özetlediği hayattaki temel felsefesiyle yazımı bitireyim:
Bir kâse su için güzel bir yemek ver;
Bir kibar dost selamına karşı şevkle eğil;
Bir gümüş paraya altınla cevap ver;
Hayatın kurtarılmışsa, canını esirgeme.
Böylece ariflerin sözleri ve hareketlerini örnek alırsan,
Küçücük hizmetin bile on misli ödüllendirilir.
En soylu ve yüce davranış bütün insanlığı bir saymak,
Ve kötülük gördüğünde de iyilikle karşılık vermektir. 



Hepinizi Seviyorum Canlarım! :)

Kalkan tatilinden bayram tatiline kadar yediğime içtiğime dikkat etmeye karar verdim ve on birinci gün itibariyle yemek ve içmek dışında bir şey düşünemez oldum. :) Sonra da yiyeceklerle ilgili ilk aklıma gelenlerden oluşan bir "Top Ten" listesi hazırladım.
* Kat kat dağılan açma böreklerin tepsiye düşen dış katmanlarının her biri,
* Dünya üzerinde parmak atılması şiddetle önerilen yegane tapılası varlık: Nutella!
* Çekirdek çitler gibi hastalıklı bir şekilde yenebilecek sarımsaklı köfte. 
* Carte d'Or Kurabiye Güzeli kutusunu kaşıklamak (kaşığa eşit miktarda dondurma, damla çikolata ve fındıklı üst süsleme gelmesine dikkat edilecek)
* Biten taze fasulye tenceresinin dibinde, yeşil kabuklarından kaçarak kendilerini yemeğin kalan suyuna atmış olan fasulye tanecikleri,
* Biraz badem ve kaju, biraz kuru üzüm, sonra biraz badem ve kaju, sonra biraz daha kuru üzüm, sonra biraz badem ve kaju, sonra...kısır döngüsüne girmek,
* Çikolatalı Nesfit hazırlarken tabağa koyduğun Nesfit dışında kaçamak hareketlerle çikolatalı tanelerden birkaç tane daha ağzına atmış olmayı -neye ve kime karşı olduğunu bilmeden- kâr saymak,
* Yemek süslemek için rendelediğin parmesan ya da kaşar peynirinden bir tutam yemeğe bir tutam ağzına atmak,
* Buzdolabında duran soğuk bir borcam güllaç ya da pastadan fazla kalori almamak için bir dilim bile yemeyip kendini kandırmak, (ama bu sırada kendine ayırdığın tatlı kaşığıyla kapağı her açışta ağzına attığın lokmalarla gün sonunda üç dilim yemiş olduğunu fark etmek!)
* Soğuduktan sonra bile tencereden ağza atılan ve gün boyu kaç tane yendiği bilinmeyen yaprak sarmaları. (soğuduktan sonra bile tenceresi rahat bırakılmayan bir diğer yemek için bkz: tepsi köftesi!)
On maddeyi ilk aklıma gelenlerle tamamladığım için ıslak kekin ıslak yeri, krema tenceresini parmakla sıyırmak,  haşlanmış bütün tavuğu ellerle parçalayıp iskeletinin üstünde kalan etleri kedi misali sıyırmak, kıymalı patatesi çocukluktaki gibi ezip püre haline getirerek yemek, çaya pötibör bisküvi batırmak gibi pek çok maddeyi liste dışı bıraktım. Bakarsınız yirminci günde çok daha orgazmik bir liste daha hazırlarım. Şimdilik bunlarla idare edelim olur mu? :)

"5. Kattaki Abla" Oldum Ben :)

Daha önce bahsettim mi hatırlamıyorum ama apartmanımızın dış cephesine mantolama yapılıyor. Binaya iskele kuruldu, sürekli matkap sesleri, en sıcak günlerde sökülüp poyraz başladığında takılan klimalar, başımı çevirip camdan bakarken selamlaştığım ustalar falan derken yaz böyle geçiyor işte. En çok şükrettiğim şey ise benim odamın olduğu cephe yapılırken tatilde olmamız oldu, yoksa zaten bugünlerde önemli bir kısmını kaybettiğim ruh sağlığımın tamamını kaybedebilirdim! Ruh sağlığımı az kalsın kaybetmeme neden olan şeylerden biri de tatil dönüşü apartmanın açık griye boyanacağını öğrenmem oldu. Hastane gibi! Etkili bir müdahale ile durumu düzeltip başka bir renk seçebildik ama ön sipariş olarak gelen 15 kutu dış cephe boyası da bize patlamış oldu tabi. O yüzden ilgilenenlere not: Remmers marka açık gri dış cephe boya almak isteyenler bana müracaat edebilirler, fiyatımız uygundur korkmayın! :)

Bu arada komik şeyler de yaşanmıyor değil tabi. O gün İso'cum eve geldi ve "sen neler yapıyorsun bu aralar tüm gün evde?" diye sordu. Ne yaptığımı en iyi bilen insanın bunu sorması ilginçti tabi, ben de "N'oldu ki?" diye soruyla karşılık verdim. "Ne bileyim, aşağıda ustalarla konuştuk da ayak üstü, sırıta sırıta '5. kattaki abladan sonra orucu bozduk, daha iyiyiz şimdi' dediler," dedi. Sonra yeni renk seçimi ile ilgili de 'Zaten 5. kattaki abla da hiç beğenmemişti o griyi," falan da demişler konuşma arasında. İso'cum "apartmanın 5. Kattaki Ablası olmuşsun, haberin olsun," dedi. 

Olaya hemen açıklık getireyim de evde camın önüne geçip striptiz yaptığım falan sanılmasın.:) Ben sıcağın altında bu kadar ağır işte çalıştıkları için bu inşaat işçilerine acayip üzülürüm. O yüzden soğuk su, elma suyu falan veriyorum bizim kata geldiklerinde ve muhabbet ediyoruz birkaç dakika. Ve birçok sözde eğitimli insandan daha düzgün bir zihniyete sahip olanlar var aralarında. O kadar ki mesela bana şöyle dedi o gün bir tanesi: "Abla çok bozuldu insanlar artık. Yerlere tükürenler, laf atanlar.. Her gün başına bir şey gelmeden eve dönebilmek şans. Kimsenin kimseye saygısı yok. Mesela benim gibi boya yapan bir arkadaşım boyalı üstüyle, pis elleriyle toplu taşımaya biniyor. 'Oğlum niye böyle biniyorsun?' dediğimde 'N'apalım, ben boyacıyım!' diyor bana. 'Boyacıysan insan değil misin?! Ne hakkın var toplu taşıta öyle binmeye? Di mi abla?'" Ya işte böyle. Lüks arabasından dışarı sigara izmariti atan, teknesinin pisliğini denize boşaltan, şık restoranların tuvaletlerini ahır gibi kullanan, spor merkezinde kullandığı havluları yere atıp arkasından uşaklarının toplamasını bekleyen, komşusunun tepesine akan balkonuyla ilgili nasılsa bana zararı yok diye kılını kıpırdatmayan hırtlar varken doğudan gelip günde 50-60 TL kazanarak İstanbul'da yaşam mücadelesi veren bir inşaat işçisinin böyle bir zihniyete sahip olması bunun ne para-pul ne de eğitimle ilgili olduğunu bir kez daha gösterdi bana. İnsanlık başka bir şey. İçten mi geliyor, sonradan mı öğreniliyor, bazı ruhlar ona daha mı yatkın bilmiyorum ama başka bir şey olduğu kesin. 

Oruç konusuna gelince Ramazan'ın ilk günü bizim kata geldiklerinde "Meyve suyu ister misiniz?" diye sorduğumda "Sağol abla, niyetliyiz." dediklerinde "Aaa! Bu sıcakta, bu ağır işte çalışırken bir de oruç mu tutuyorsunuz? Önce canınıza bakmanız gerek. Hem çalışmak da ibadet değil mi? Sağlığınızdan olduktan sonra tuttuğunuz orucun ne anlamı var?" dedikten sonra ikisi birden "He yaa.. Zaten tansiyonum düşüyor gibi oluyor benim de," falan gibi söylenmeye başladılar. Gün boyu da fenalaşmak üzere olduklarını söyleyerek birbirlerine seslenmelerini duydum açık camlardan. O akşama doğru bozmuşlar orucu işte ve normal olarak bir daha da tutmamışlar. Akşam da İso'yla apartman girişinde sohbet ederken "5. kattaki ablayla konuştuktan sonra bozduk orucu" demeleri o güne rastlıyor işte. :) (Bu arada hoşgörüsüzlüğün doruklarda olduğu şu dönemlerde yanlış anlaşılmasın: oruç tutana da tutmayana da saygım var ve herkesin kendi bileceği inanç işine karışılmaz. Yani benimki bir tür sağlık odaklı Osman Müftüoğlu uyarısıdır!)

Benim yerime annem olsa sözlerini "Ölürsünüz valla!" diye bitirerek o anda etkili olurdu eminim ama ben henüz annem seviyesine ulaşamadım, ancak akşama doğru etkili olabilmişim. Annemin uyarılarının sonunda mutlaka ölüm vardır. Örneğin, "o kadar güneşte kalmayın, ölürsünüz valla!", "yaz sıcaklarında içkiyi abartmayın, şaka değil, beyin kanaması geçirir ölürsünüz bak," "spor yaparken kendinizi zorlamayın, en sık sporcu ölümleri otuzlu yaşlarda oluyormuş," (gören de olimpiyatlara hazırlanıyoruz sanacak, altı üstü bir saatlik yürüyüşten bahsediyoruz ama olsun!), "İmge, kadın cinayetleri çok arttı, kendine dikkat et!" gibi. Yıllar önce yediklerime dikkat edip kilo verdikçe (ve gürbüz bir genç kızdan normal bir genç kıza dönüştükçe) annem ve babamın anoreksiya olduğumu düşündüklerini hatırlayıp gülerim hâlâ. 55 kiloluk, kanlı canlı bir anoreksiya hastası! (Böyle durumlarda anne ile babanın bir araya gelerek yorum yapmalarını kesin olarak yasaklamak gerek zaten. O nasıl bir birbirlerini gaza getirmedir, yok böyle bir şey!) Bundan daha önce bahsetmişimdir ama bir daha tekrar edeyim yeri gelmişken: kızlarının rejim yaptığı o dönemlerde açlıktan karaciğer yağlanması olabileceğini düşünerek beni doktora bile götürmüşlerdi. Güya doktordan da korkunç şeyler duyup kilo vermekten vazgeçecektim. Doktor ise "hastamız bu mu?" demişti babamın çizdiği tabloya göre sedyeyle getirilmesini beklediği solgun ve bitkin bir hasta yerine benimle karşılaşınca. :) Neyse, bunlar nereden mi aklıma geldi? Bazen bir sonraki aşamada annem olacağımı hissettiğim yorumlar yaparken yakalıyorum kendimi bu aralar da o yüzden. Ve genelde İso'cumun yorumuyla kendime geliyorum, "Başladı yine Küçük Aysel!" :)


Ömer Hayyam (7)

Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan;
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
Ölmemek elimizde değil ki bizim:
İyi yaşamamak, beni tek korkutan.

***

Haksızlık etmekten sakın, hak yoluna gir
Yediğin ekmeği başkasına da yedir;
Cana kıyma, kimsenin sırtından geçinme,
Seni cennete sokmak benden: Şarap getir!

***

Ey kara cübbeli, senin gündüzün gece;
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar Yaradanın sanatı peşindeler:
Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde.

***

Tekkede, medresede, manastırda, kilisede,
Bir cennet cehennem kaygısıdır sürüp gitmede.
Oysa yüce varlığın sırlarına eren kişi
Bunların tohumunu uğratmaz düşüncesine.

***

Şarabım, kasem, sevgilim, bir de çimen;
Bırak bana bunları, al cenneti sen.
Cehennemmiş, cennetmiş, kuru laf bunlar:
Kim gitmiş cehenneme, kim dönmüş cennetten?

Az

Hakan Günday'la ilk ve tek buluşmamı Dot'un sahnelediği Malafa adlı eseri ile gerçekleştirmiştim. Etkisinden uzun süre çıkamayacağım ikinci buluşmam da Az ile oldu. Bu buluşma sonrasında yazarın diğer kitaplarını da mutlaka almaya karar verdim.

Kalkan'da gittiğimiz tesisi de Az'ı da öneren isim aynıydı. O yüzden şezlonga uzanıp kitabı elime alır almaz bu hoş tesadüf aklıma geldi, İso'cumla enerjinin varlığı üzerine biraz konuştuk, o arkadaşımın kulaklarını çınlattık ve sonra ben koptum. Evet, Doğu'daki bir öğrenci yurdunda başlayan kitabın ilk sayfasından itibaren her şeyden koptum. Fiziksel olarak cennetteydim ama zihnim artık mutlak bir cehennemin içinde yolculuk ediyordu. Derdâ ve Derda'nın öyküleri beni tam anlamıyla mahvetti.

Sanırım ben mezarlık çocuğu Derda'nınkine nazaran 11 yaşında bir kız çocuğu olarak tanıdığımız Derdâ'nın öyküsünden  biraz daha fazla etkilendim (İso'cum ise tam tersini söyledi, kadın ve erkek olarak kendi hemcinsimizin yaşadıkları daha mı inandırıcı geldi bilemiyorum). Yine de sonuçta yaşadıkları korku, şiddet, sevgisizlik, yalnızlık, maddi ve manevi yoksunluk dünyası içinde asla çocuk olmalarına izin verilmemiş olan o iki çocuğun öyküsü içime inanılmaz dokundu. "Aman canım, bu bir kurgu ne de olsa.." deyip geçemiyor olmak işin en acı tarafı, çünkü bu topraklarda yaşayan herkes binlerce Derdâ(a) olduğunu ve her gün binlercesinin doğduğunu çok iyi biliyor.


Tıpkı DOT oyunlarının biletlerinde yazan "Sert İçerik, Şiddet, Cinsellik, 18+, vs" uyarıları gibi bu kitabın başına da "Okurken kendinizi dayak yemiş gibi hissedebilirsiniz," "Yurdun cennet köşelerinde okunmaması önerilir, çünkü sizi cehenneme götüreceğiz," "Okuduktan sonra hayatı yeniden güzel görebilmek için bir parça çikolata yemeniz, spor yapmanız, güneşe çıkmanız ya da bir(kaç) tek atmanız önerilir," gibi uyarılar yazılması gerektiğini düşünüyorum. Kendi elleriyle okul kitaplarını yakıp tarikat şeyhinin sadist oğluna satılan Derdâ, Bezir ile ilk gece, Derdâ'nın Londra'daki 5 yıllık ev hapsi, gizli saklı dinlediği radyosuyla bir derece kaçış yolu bulmuş olan kaçık Rahime'nin intiharı, Ragıp'ın hapiste geçen son yıllarında Tanrı'ya sürekli şükretmesinin nedeni, ikinci intihar denemesinde başarıya ulaşan (!)  gencecik Yeşim öğretmenin yaşadıkları, "mezarlık çocuğu" Derda'nın kimsesizler yurduyla ilgili duyduğu korkunç hikayeler  üstüne hasta annesine yaptıkları, sahipsizliği, Tutunamayanlar ile tutunma çabası içime işledi. Hatta bir daha zihnimden ve kalbimden çıkmayacak şekilde kazındı. 

Hakan Günday'ın muhteşem anlatımı ve yorumları ile ilgili sayfalarca notlar aldığım bu dokunaklı romanı okumanızı kesinlikle öneririm. Ama uyarıyorum: insan ve yaşam sevginizi yok edeceği için hayatın deniz, güneş ve şezlongta uzanmaktan ibaret olduğu o canım tatil günlerinde değil, gündelik yaşamınızı sürdürürken okumanızı öneririm. Ve bitirdikten sonra da yazarın dünyanın en çabuk geçen ve geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığı olarak tanımladığı "umut" hastalığına acilen yakalanmanızı dilerim, yoksa işiniz gerçekten çok zor...


Neden?

  • Neden ATM'ye gittiğimde hayatı boyunca yapacağı tüm bankacılık işlemlerini o makineden yapmaya karar vermiş birileri mutlaka önümde olur?
  • Neden Migros kasasında önümde duran adamın alışveriş arabası mutlaka yükünden devrilmek üzere duran kamyonların kasasına benzer ve kasiyer kız işe yeni başlamış olduğu için ağır aksak işlem yapar ve tam ödeme yapılıp da eziyetli bekleyiş sona erecekken kasanın fiş rulosu biter?!!
  • Neden Cinebonus'larda bir kez olsun sorunsuz bir şekilde önceden yüklenmiş bonuslarımızı kullanıp filmi izlemeye başlayamayız? O sistem neden bizim kredi kartımıza kıldır?
  • Neden en azından haftada bir kez "iyi niyetinden ve insanlara çok güvendiğinden dolayı her önüne gelenden bir darbe yediğini" söyleyen birileri olduğunu duyarız ve kimse de çıkıp "o senin salaklığından olmasın canım?" demez?
  • Neden İsmail YK dinlediği için kendisini onunla aldattığını düşünerek eşini döven ya da nişanlısına mermi hediye eden adamların (ve tabi güle oynaya o hediyeyi kabul eden akıl yoksunu kadınların) haberleri yapılır da kimsenin aklına hepsini toplayıp tımarhaneye kapatmak gelmez?!
  • Neden kolunu, bacağını ısırıp kaşınarak uyanmana neden olan o sivrisinek sadece bu kadarıyla yetinmeyip tam da yeniden uyumaya çalıştığın sırada kulağını ve burnunu hedef alır? Ve neden seni sinirden kudurtup bir daha uyuyamayacağın kesinleşene kadar asla yakalanamaz?! (Bu durumda Yaradan'ın yarattığı her şeyi sırf kendisinden ötürü sevemeyeceğimiz ve sonunda öldürülen sivrisineğin canı çıkmış olmasına rağmen üstüne en az on defa daha terlikle vurmamızın nedeni gayet anlaşılıyordur herhalde! :) )
Bu da böyle bir sorgulama post'u olsun bakalım.. Hepinize iyi hafta sonları...

Kitaplar - Taze Bitenler

Tatilde okuyacaktım ama gitmeden bir hafta önce kitabım bitti. Kütüphanenin önüne geçtim ve elim Hayat'a gitti. Ve Hayat'ı elime almamla Hüzün'ün sonuna gelişim arasında geçen zamanı hiç hatırlamıyorum. İki kitaptan oluşan bu dolu dolu hayat hikayesini bir film izlermiş gibi okudum adeta.


Kitaplar Ayşe Kulin'in yaşam hikayesini anlatmanın yanı sıra döneme de ışık tuttuğu için bence daha da keyifle okunuyor. 1941-1983 yıllarında Türkiye'de olup biten siyasi, ekonomik ve toplumsal olayları ve o dönemin Ankara'sını ve İstanbul'unu, şehir yaşamını görme şansınız oluyor. "Yeni, modern ve onurlu bir ülke yaratmanın heyecanını hâlâ yüreğinde duyan bir kuşağın çocuğu" olduğunu belirten Ayşe Kulin'in "Anadolu Devrimi", gayrimüslimlere uygulanan vergiler ve İstanbul'a İstanbullu gibi yaşamak için göç eden Anadolulularla ilgili yorumlarına bayıldım. Benim için en ilgi çekici bölümlerden biri de yazarın kolej yıllarıydı mesela. O yıllarda "kolejli kız" olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmüşümdür hep. İkinci kitap olan Hüzün, her ne kadar Ayşe Kulin'in iki çocuklu ve boşanmış bir halde Ankara'daki baba evine dönmesiyle başlıyor olsa da ben asıl o kitapta yazarın karakterine, zorluklara göğüs germe biçimine ve dik ve onurlu duruşunu hiç bozmadan hayatını yaşamasına hayran kaldım. Bence Ayşe Kulin'in o dönemi Hüzün'den ziyade bir Zafer öyküsü olarak da algılanabilir. (Elbette o zorlu dönemlerin yaşandığı anları yaşayan kişinin algılayışı ve o kişide bıraktığı histir aslolan, ama demek istediğim şu ki ağlak bir öykü bulmak isteyenler hayal kırıklığına uğrayabilirler.) Ancak gerçekten hüzünlendiğim ve benim bile gözlerimin dolmasına neden olan şey ise Yeniköy'deki evin kapanışı oldu.

Hüzün'de içinde bulunduğu çıkmaz durumla ilgili bir arkadaşıyla konuşurken arkadaşının "Hay Allah!" diyerek susması ve karşılıklı hiç konuşmadan oturmaları üzerine şu yorumu yapmış Ayşe Kulin:

"Filiz'le çok güzel susulurdu birlikte. Kedilerin hastalanınca tedavi amacıyla bir yere gizlenmeleri gibiydi tıpkı birlikte içe dönmek. Sükut aracılığıyla ruh tedavisi bir nevi."

Ne hoş bir tanımlama değil mi? Bu kırk yıllık zaman dilimine Ayşe Kulin'in dürbününden bakmanızı kesinlikle öneriyorum. 


Sırada yıllardır savunduğum "çocuk doğurma ehliyeti olmalı" tezimi destekleyen bir öykü var. Perihan Mağden'in "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?" adlı romanı var. Hastalıklı bir anne-kız ilişkisinin anlatıldığı bu kısa romanı şezlong sefası yaptığım günlerin birinde bir günlük yayılma süresi içinde bitirdim. Çok etkilendim mi? Hayır. Okudum, bitirdim işte. Fazla tekrardan oluşan, fazla abartılı bir öykü olduğunu düşündüm. Ama nefret de etmedim yani. Okumak isteyene engel olmam, ama aklımda uzun süre yer edecek denli etkileyici bulmadığımı da söylemeliyim. Hatta Bambi ve Arıza Annesini çoktan unutmaya başladım bile. :) 



Ama aylar ve yıllar geçse de unutmayacağım öyle bir hikaye var ki yine bir solukta okuduğum, işte onu ayrı bir  yazıda, tek başına anlatmalıyım diye düşünüyorum. Hakan Günday'ın Az romanı beni mahvetti, darmadağın etti, her bölüm bittiğinde yüzüme yumruklar yemiş gibi oldum, hasta oldum, kötü oldum, ama tek kelimeyle bayıldım. İşte o Az, az sonra karşınızda olacak. Benden ayrılmayın. 


Üzüm Kızı

25 Temmuz Pazartesi akşamı kadehlerimizi Kaş'ta kaldırmaya karar verdik. Mehmet Yaşin'in Bi'Lokma ve yaklaşık 8 sene önce gittiğimiz Mercan Restaurant önerilerini bir dahaki sefere bırakarak arkadaşlarımızdan birinin önerisine kulak verdik ve inanılmaz bir yer keşfettik.

Gerçek bir meyhane! Yeşillikler arasına gizlenmiş, tahta masaları ve sandalyeleri olan, tertemiz, nefis mezelerle ve deniz ürünleriyle dolu, (isteyen başka şeyler içebilir ama bence) rakı içmemenin ayıp olacağı, İncesaz'dan tangolar, Rum müzikleri, Türk Sanat Müziği ezgilerinin rakınıza eşlik ettiği, her biri birbirinden güleryüzlü ve hoş sohbet servis elemanı (pardon, ailenin gençleri diyelim bence onlara, süperlerdi hepsi) ile dolu rüya gibi bir ortam Üzüm Kızı. Kaş'a yolu düşecek olanlara gözü kapalı tavsiye ederim. Mekanın ismi nereden geliyor, diye merak edenler için yanıt geliyor: eskiden üretilen bir rakı markasıymış Üzüm Kızı. Hem de şair Hüseyin Rıfat tarafından üretilen bu rakının etiketlerinin üzerinde şairin dörtlükleri basılırmış. (Bu arada merak etmeyin, elbette bir tane 20 cl.'lik ile kalkmadık o masadan. İkincisi de açıldı ve sonuna kadar bitirildi, panik yapacak bir durum yok! :))


Yukarıda gördüğünüz taptaze ve inanılmaz lezzetli mezelerin hepsi Şake Hanım tarafından hazırlanıyor. Geç kalırsanız, meze de kalmaz haberiniz olsun. Ona göre saat 20:00 gibi oralarda olun derim. Ayrıca rezervasyon mutlaka gerekiyor. Pazartesi akşamı bile rezervasyonla yer bulabildik ve kaç kişinin kapıdan dönmek zorunda kaldığına bizzat şahit olduk. İletişim numaraları için tık tık. Mezelerin hepsi harikaydı ama senelerdir yemediğimiz (en son Beyoğlu'nda Degustasyon meyhanesinde yemiştik sanırım) topik'le karşılaşınca sevinçten deliye döndük diyebilirim. O nasıl bir lezzetti hâlâ unutamıyorum. Hani ertesi günü İstanbul'a dönecek olsak paket paket yaptırıp yanımda götürebilirdim. (Okura soru: Buralarda lezzetli topik yapan bir yer var mı?) Ayrıca hayatımda yediğim en lezzetli deniz börülcesini de yedim diyebilirim.


Ana yemeklere gelince mekanın iki spesiyalinden de birer porsiyon söyledik. Değişik balıklardan yapılan ve bence çok hoş bir sunumu olan (kauçuk yaprağının üstündeki gerçek bir istiridye kabuğunun içinde ve begonvillerle süslü) Balık Kokoreç ve Sütte Dil Balığı gerçekten bir harikaydı. Ama sanırım ben ilk sırayı daha favori olan sütte dil balığı yerine balık kokoreçe vereceğim. Yine de ikisini de denemenizi öneririm. En son gelen sıcak tahin helvası için bile "bildiğimiz tahin helvası işte" diyemeyeceğim, çünkü o da çok özel bir lezzetti. Gerçek bir meyhane ortamında, gerçek lezzetler ve güzel müziklerle harika bir akşam geçirdiğimiz o gün fark yaratmak  ve samimiyet bu olsa gerek diye düşündüm. 

Bu arada ilk kadehimizi hemen yanımızda bizlere kadeh kaldıran Atamıza kaldırdık. Zaten en baştan masalara herkes için konulan beyaz leblebileri görür görmez de ilk andığımız isim O olmuştu. Bunun da en büyük hoşluklardan biri olduğunu düşünüyorum. 


O gece  çakırkeyif bir Kaş rüyası yaşadık İso'cumla birlikte. Eğlenceli ve yetenekli bir ailenin parçası olduk birkaç saatliğine. Farklı kültürlerin damak tadına ve müziğe yaptıkları sihirli dokunuşu, dolayısıyla yaşama ne kadar büyük bir zenginlik kattığını bir kez daha gördük Üzüm Kızı'nda. İyi ki çeşit çeşidiz, iyi ki kocaman bir karışımız dedik. İyi ki buraya gelmişiz ve keyif arşivimize kocaman bir artı kazandırmışız, dedik. İyi ki varsın ve iyi ki seni tanımışız Üzüm Kızı, dedik. Ve içimizden de "Lütfen hep böyle kal, değişme," diye geçirdik. 

Kapanışı İncesaz'ın en sevdiğim şarkılarından biriyle yapıyor ve gelecek sene bu keyifli aileyle yeniden buluşabilmeyi gönülden diliyorum. Hadi gitmeden bir de mekanın web sayfasından aldığım şu yenen balığın hikayesini ekleyeyim:
Balık, yenilip mideye inince etrafına bakarmış ve eğer midede rakı yok ise 20 dakika kadar beklermiş. 20 dk sonunda hala rakı gelmemiş ise kendi kendine sorarmış; "Beni hangi hayvan yedi acaba?"
Siz siz olun balığın kafasını karıştırmayın, olur mu? :)

Cennet Varmış: Patara Prince

Önümde harika bir deniz. Kıpırtısız. Muhteşem Akdeniz güneşinin pırıltıları düşmüş üstüne. Taş basamaklarla sahile inerken her katta ayrı bir güzellik, ayrı bir fotoğraf karesi yakalıyor gözlerim. Bazen de aynı yerlere tekrar tekrar hayran kalıyorlar. O yüzden olsa gerek defalarca aynı yerlerin fotoğrafını çekmişim. Her seferinde büyülenerek ve daha da etkilenerek kayalara yerleştirilmiş merdivenlerden içine daldığım suyun turkuazı, açık mavisi, koyu mavisi, laciverdi başka hiçbir yerde yok eminim. Merdivenler boyunca burnumuza gelen çeşit çeşit çiçek kokusu ve göz ziyafetimize katkıda bulunan renk hercümerci de...


Burası gerçekten de insana "cennet varmış" dedirten bir yer. Hatta cennette daha fazla ne olabileceğini düşünüp huriler ve nuriler dışında hiçbir şey bulamadık İso'cumla. Hatta hep hurilerden bahsedilip, nurilerle ilgili şüphe bulutları olduğu düşünülürse ben sanırım sonsuza dek burayla da idare edebilirim. :) Aynı hisse kapıldığım bir başka yer için bakınız: Bellagio! (Ama elbette burası tam anlamıyla Akdeniz iklimi olduğu için kesinlikle çok daha öncelikli yere sahip kalbimde)

Burası öyle bir yer ki; akşam iki kadeh rakı eşliğinde yediğiniz taptaze mezeler, meyveler ve yemeklere eşlik eden bir mehtap olmasa da olur mesela. Çünkü mehtap yokken de gökyüzü harika. Karanlığı süsleyen binlerce yıldız göz kırpıyor çok yakınınızda. Sanki uzansanız elinizle tutabilecek gibisiniz her birini. Şehirde farkında olmadığımız yıldızların her biri "Sağlığınıza" diyor sanki. Şehirde görmezden geldiğimiz ve farkında olmadığımız diğer pek çok şey gibi.

Tadını çıkararak yemek yemek gibi, telaşsız yaşam gibi, tertemiz hava gibi, rüzgarın yaprakları hışırdatarak kulağınıza üflediği ninni gibi, gecenin doyumsuz karanlığı ve gündüzün göz alıcı ışığı gibi, suyun şıkırtısı gibi, güneşin tenle acıtarak değil okşarcasına buluşması gibi...Tüm bunlar, sessizliğe rağmen harika bir müzik dinliyor gibi bir his uyandırıyor insanda. Üzerine düşen minik bir böcek, ayağına sürtünen bir kedi bile şehirde yerinden zıplamana neden olurken burada, huzur dolu bu cennet köşesinde, ancak yüzünde gülümsemeye neden oluyor...


Elindeki kitabı bile okumak istemeyebiliyorsun. Ya da kulağındaki kulaklık fazla geliyor. Sanki kendini başka bir şeye kaptırıp gittiğinde buradaki olağanüstü dünyayı kaçıracakmış gibi hissediyor insan. Denize bakarken, ufak bir şekerleme molasının ardından gözünü açtığında karşında gördüğün masmavi gökyüzü, palmiye dalları, hafif bir esinti, kuş cıvıltıları ve önünde uçuşan kelebeklerden oluşan manzarayla "vay be! nasıl öldüğümü hatırlamıyorum ama cenneti hak etmişim demek ki" diye düşündürten onlarca anın yaşandığı o dünyayı.

Burası Patara Prince. Kalkan'da butik bir tatil köyü. Bildiğiniz tatil köyleri kadar kocaman değil, ama bir otel kadar küçük de değil. Yemekler, havuzlar, aktiviteler anlamında bir alternatifler cenneti değil ama sunduğu deniz, doğa ve baş başa kalabilme imkanı ile tam bir cennet! O kadar ki gün boyunca kimseyi görmeden güneşlenebilirsiniz. Doğal sesler dışında abuk subuk bir müzik ya da bağırışmalar duymadan kafa dinleyebilirsiniz. Çalışanları ve hizmet anlayışı Kuzey'in disiplinini, çalışkanlığını ve profesyonelliğini değil Güney'in sıcaklığını, yardımseverliğini, güleryüzünü ve iyi niyetini yansıtıyor. (Hizmet sektöründe ilkinin geçerli olması gerektiğine inanan ben bile iş akışı ve hizmet anlamında aksayan pek çok şeye rağmen tesisteki hiçbir şeye ve hiç kimseye gıcık olamadım. O derece yani!) Bir de dünyanın her yerini görmemiş olabilirim ama hislerim kuvvetlidir: Bence burası dünyanın en güzel denizine sahip! Havası da bildiğiniz nemli Antalya sıcağından o kadar farklı ki. Bir gün olsun bunalmadığımız bir güneş le de tanışmış olduk sayesinde. Tesisle ilgili daha fazla bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.

Seneye görüşünceye dek çok özleyeceğim bu cennet mekanla ilgili size bir tüyo daha vereyim. Oda olarak Akdeniz Teras odalarından seçmenizi öneriyorum. Gerçekten de web sayfasında anlattığı gibi yatağından denizi gördüğümüz aşağıdaki odada kaldık. Terasında kocaman bir minderli sedir ve şezlong da bulunan odamıza akşamları içkilerimizi getirerek "özel barımız" olarak kullandık. O yüzden bir dahaki gidişte de 721 numaralı odamızı yakalayabilmeyi umuyoruz.


Bu arada baş başa kalmaya ve bu güzelliğe doyduk mu derseniz kesinlikle doyamadığımızı söyleyebilirim. Ama yine de bu sekiz günün bize sekiz ay kadar iyi geldiğini de belirtmeliyim. Çılgınca eğlence değil de dinlence, sakinlik, huzur ve doğa arayan herkese kesinlikle öneririm.

Sırada Kaş'tan bir lezzet durağı var. Merak edenleri beklerim. :)