Bize Anlatılmayan Atatürk...

Herkesin "kendi Atatürk'ümüzü bulma" söylemleriyle ve "Atatürk'ün insan yönünü" anlatmak üzere yola çıkarak kimi zaman açıkça kimi zaman da satır aralarında sinsice yaratmaya çalıştıkları olumsuz Atatürk imajı karşısında yapmamız gereken tek bir şey olduğunu düşünüyorum. Atatürk hakkında okumak ve araştırmak! Ancak onu tam anlamıyla tanırsak ve anlarsak, hakkında pompalanmaya çalışılan iyi niyetli ve art niyetli mesajları da anlayabiliriz. Atatürk'ün satır aralarından çıkarılan özelliklerini ve yönlerini baş role yerleştirerek onun "insan yönünü" anlattığını iddia edenlerin yapımları yerine okuyabileceğiniz birçok kaynak bulunuyor. İşte onlardan biri:

Atatürk'ün insan yönünü merak edenler için Araştırmacı Yazar Prof. İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI'nın İçimizden Biri Atatürk konferansının metnini okumanızı tavsiye ediyorum. 15 sayfalık bu muhteşem hikayelerle dolu metinde Atatürk'ün çevreciliği, kitap kurdu olması, başöğretmenliği, kültür antrapoloğu olması, vs gibi bir sürü değişik insani yönü anlatılıyor.

















Bu da belgelere dayanan bir araştırma ve Atatürk'ün askerliği ve devlet adamlığının dışında tam da bilmemiz gereken yönlerinden bahsediyor. Muhteşem bir çalışma ve Atatürk hakkında çok değişik bilgiler öğrendiğim bir kaynak olmuştu benim için. Şimdi sizlerle de paylaşmak istedim. Mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.

Yani korkmayın: Bizim her gün 1 şişe rakı, 15 kahve ve 3 paket sigarasıyla (zombie misali!) gündüzleri uyuyan, geceleri sabahlayan bir tuhaf Cumhurbaşkanımız, silah arkadaşlarını “bir kalemde idama göndermiş” diktacı bir askeri liderimiz, yıllarca milletinden kopuk ve bihaber yaşayıp, onların çok mutlu olduğunu düşünürken birden aslında sefalet içinde olduklarını görüp "her şeyi de benden beklemesinler canım" diyen bir devlet adamımız hiç olmadı!

Benim Atatürk'üm son zamanlarda yansıtılan Atatürk'ten çok farklı. Benim Atatürk'üm tam da İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI'nın anlattığı gibi sayılası ve sevilesi bir insan! Benim Atatürk'üm tüm dünyanın hâlâ hayranlık ve saygı duyduğu muhteşem bir lider!

Ve gerçek bir insan!

Turkcell ile Hayata Bağlanmaya Devam!!

İtiraf ediyorum: Doğan Medya Grubu'nun gazına gelip, Turkcell'e sinirlenenler arasında ben de vardım. Çıkan habere önce inanmamıştım, ama iki gün boyunca Hürriyet'in web sitesinde baş haber olarak yayınlanınca ve Turkcell'den bir açıklama gelmeyince ne yalan söyleyeyim kızmıştım Turkcell'e... Üzerine üye olduğum mail grubundan Nedim Saban'ın yazdığı bu yazı gelince artık kesin emindim Turkcell'in "bir kesimi" elinde tutmak için Mustafa filmine sponsor olmadığına..

Ama bu son olmuştur! Bir daha asla büyük tantanalarla verilen bir Doğan Grubu haberine güvenip de işin aslını öğrenmeden tepki vermek yok! Zaten uzun zamandır ellerindeki bu kocaman medya gücünü doğru düzgün kullandıklarını görmediğim bu grubun her haberine şüpheyle yaklaşmak gerekiyor demek...

İşin aslı belli oldu. Turkcell, Vatan Gazetesi'ne reklam vermediği için Doğan Grubu da tam da numara taşımanın gündemde olduğu bu günlerde ona karşı karalama kampanyası başlatmış meğer! Her zaman diyorum zaten, bizim dış düşmanlara hiç ihtiyacımız yok! İçeride birbirimizi yer, bitiririz zaten!

Bu arada Mustafa filmini izledikten sonra Turkcell'in açıklamasını da çok mantıklı bulduğumu belirteyim. Hatırlarsınız, şuna benzer bir açıklama yapmışlardı: "Filmi izledikten sonra sponsorluktan vazgeçtik çünkü biz Atatürk’ün dehasını, liderliğini dünyaya tanıtacak, onu yüceltecek bir film bekliyorduk ama filmi seyredince onu yıpratabileceğini görünce vazgeçtik. Film Ata'nın özel hayatına çok giriyor. Biz de bunun bir parçası olmak istemedik." Sponsor olmadı diye Turkcell'i yerden yere vuranlar filme sponsor olan Sabancı'yı niye alkışlamıyorlar acaba? Turkcell'in web sayfasına tıklar tıklamaz bu konuyla ilgili kamuoyuna yaptıkları duyuruyu görebilirsiniz.


Bu çok sevdiğim şirketten çok da sevmediğim bir başka şirketler grubu yüzünden şüpheye düştüğüm için kendime çok kızıyorum. Kendi adıma da Turkcell'den özür diliyorum. (Bu konudan daha önce de bahsetmiştim, ama daha detaylı yazmak istedim, çünkü hâlâ konuyla ilgili şüpheli mailler dolaşıyor.)

Her yıl 10.000 kız öğrenci çağdaş Türkiye’ye katkı sağlasın ve Atatürkçü yetişsin diye Kardelenler projesine destek olan Turkcell'e ve Selocanlar'a güvenmeye devam! Turkcell'le hayata bağlanmaya devam!

Boğaz'ın Üzerindeki Cumhuriyet Bayramı Havai Fişekleri...

















Dolmabahçe'nin önündeki kalabalığın arasından aktarabildiğim kadarıyla Cumhuriyet Bayramı'ndaki havai fişek gösterisinden bir görüntüyü sizlerle paylaşmak istedim. Sahilden ve hatta Beşiktaş ya da Ortaköy sahilinden çok daha güzel izlenebildiğini sanıyorum, ama burası da hiç fena değildi. (Boğaz ve havai fişekler birleşince her türlü muhteşem görüntüler çıkıyor ortaya, ama yine de geçen seneki havai fişekler daha bir attraksiyoneldi bence!) Zaten biz de bu sene G-Mall'da Mustafa'yı izledikten sonra çıkışta ancak Dolmabahçe'ye yetişebilirdik. Filmden sonra bu coşku bana iyi geldi sayın seyirciler! :)

Not: Birkaç deneme yaptım, ama bloguma video görüntüsü kaydedemiyorum. Neden olabileceği konusunda bir fikri olan var mıdır? Son ana kadar dosyayı yüklüyor, ama en son "video işleniyor..." diye bir uyarı çıkıyor ve hooop, dosyam kayboluyor..:(

Karmakarışık Duygular ve Google'a Teşekkürler

Mustafa... Can Dündar... Turkcell... Hürriyet...
En sonunda günü baş ağrılarıyla ve gereksiz yere Turkcell'e attığım protesto mesajıyla bitirmiş oldum. "Hürriyet'in yaptığı tantanaya güvenip Turkcell'e kızan da hata zaten" diye düşünerek kendime kızdım. Yaptığı açıklama sonrasında Turkcell'in samimiyetine inandım, Hürriyet'in (ve belki başka yayın kuruluşlarının da) samimiyetinden bir kez daha şüphe duydum.

Mustafa'yı izledikten sonra samimiyetinden şüphe duyduğum biri de Can Dündar oldu. Ama bu belgesel film ile ilgili daha fazla yorum yok. Çünkü hem herkesin objektif bir gözle izleyip, kendi değerlendirmelerini yapabilmeleri gerektiğini düşündüğüm için hem de bu tür projelerin mutlaka yapılması gerektiğini düşündüğüm için fikirlerimi kendime saklıyorum. Ama eminim Mustafa tartışmaları uzun uzuuun sürecektir. (İsteyenlerle de daha özel platformlarda tartışırız.) Hatta şimdi Siyaset Meydanı'nda tartışılmaya başlanmış bile..Ben de oraya gidiyorum izninizle..:)

Bu arada İstanbul'da Boğaz'ı aydınlatan havai fişekler beni keyiflendirirken, Ankara'da doğru düzgün hiçbir kutlama yapılmamış olduğunu duymak beni üzdü. Böyle karmaşık duygularla bilgisayarımın başına geldiğimde Google'ın Cumhuriyet Bayramımızı kutladığı logosunu gördüm ve sizlerle de paylaşmak istedim.









Özellikle kendi içimizde bile onun gösterdiği nezaketi gösteremeyenlerin olduğu bu dönemlerde, Türk Milleti olarak en özel ve önemli günümüz olan Cumhuriyet Bayramımıza saygı gösterip, değer verdiği ve böyle şirin bir jestle kutladığı için Google'a teşekkür ediyorum.

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

















Susturulan bloglarımızda yazmaya devam ettiğimiz şu son günlerde demokrasinin ve onun uygulanabilirliği açısından da Cumhuriyet'in ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyor, tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük lideri olan Yüce Atatürk'ümüze bir kez daha saygılarımı, (özellikle bir kadın olarak) minnet ve teşekkürlerimi ve sonsuz sevgilerimi sunuyorum. Böyle bir lider, asker, stratejist, devrimci, siyaset adamı, öğretmen, hümanist, aydın, çevreci ve daha binlerce sıfata ve özelliğe sahip bir Ata'ya sahip olduğumuz için yaşadığım sürece mutlu olmaya ve gurur duymaya devam edeceğim. Atatürk'ün aydınlığında ilerleyerek, güzel ülkemizde güzel ve aydınlık günler yaşamak dileğiyle, hepimizin Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyorum.

Daha yüzlerce, binlerce ve hatta on binlerce yıl Cumhuriyet Bayramı'mızın kutlanmasını diliyorum... Merak etmeyin, ben yukarıdan da katılırım kutlamalara..:)

1. Not: Yarın Can Dündar'ın Mustafa adlı filmi vizyona giriyor. Daha önce de yazmıştım, ama bir kez daha hatırlatmak istedim. Biz çoktan biletlerimizi aldık bile!

2. Not: Ayrıca yine geçen seneki gibi Beşiktaş Belediye Başkanı Sayın İsmail Ünal önderliğinde Beşiktaş Belediyesi'nin düzenlediği Cumhuriyet Yürüyüşü de yapılacak. Saat 19.00'da Ortaköy Hacı Mahmut Cami Meydanı'nda başlayacak yürüyüş, Beşiktaş Meydanı'nda tamamlanacak. 20.30'da da Beşiktaş Meydanı'nda Mustafa Sandal'ın Cumhuriyet Konseri başlayacak.

Sansüre Sansür

















Internet'te sansüre karşı başlatılmış ve adını pek çok yayın organında duyurabilmiş süper bir organizasyon... Manifestolarında her şey açık seçik anlatılıyor zaten, o yüzden ben detaya girmiyorum. Destek vermek ve katılmak isteyenleriniz bu yollardan iletişime geçebilirler ya da blogumun sağ üst köşesindeki "Siteyi Erişime Kapa" butonuna basarak Sansüre Sansür koyan bu grubun sayfasına gidebilirler!

Big Brother da bir zahmet kurtaracak başka birilerini bulsun kendine!

Üzerinden 3 gün geçti, yaşadığım sinir bozukluğu durumu ilk günkü tazeliğini koruyor!!

Blogger.com Yasağı ile ilgili!!!

Arkadaşlar,

Internet'e sansür ile ilgili bu anlamsız uygulamalar konusunda hepimizin yapabileceği bir şeyler var. Evet, birçoğumuz aynı gün yeniden bloglarımıza kavuştuk, ama bunun yeterli olmadığını bildiğimizden de eminim. Bu çağdışı ve yasakçı zihniyetin yasayı uygulayış biçimini değiştirmesi için sesimizi çıkarmaya devam etmemiz ve tüm yolları denememiz gerekiyor.

Biyonik Kedi'nin bu konuyla ilgili yazısını da okumanızı tavsiye ediyorum.

Ben aşağıdaki dilekçe örneğini Biyonik Kedi'nin yazısında yer alan adreslerin bazılarına gönderdim bile. Ayrıca bazı köşe yazarlarına da meramımızı anlatmaya çalıştığım yazılar yolladım. Çünkü böylesine önemli bir konunun Hürriyet gibi büyük bir yayın organının web sitesinde yalnızca Cuma akşamı ve birkaç saatliğine yer almış olmasını da içime sindiremiyorum. Bu konuda kendi aramızda yaptığımızdan çok daha geniş çaplı bir şeylerin yapılması gerekiyor.

Dilekçe örneği:

Sayin İlgili

Bir çok kişinin özel ve zararsız, hatta çoğu zaman yararlı bilgi paylaşımı ortamı olarak kullandığı, dünyanın dört bir tarafından ulaşılması dolayısıyla ülkemizin tanıtılmasına katkı sağlayan, "blogger.com" alan adı altında var olan tüm blog sitelerine erişimin yasaklanmış olduğunu üzülerek öğrendik.
Bu alanda blogları bulunan ve bunlara günlerce, aylarca, hatta yıllarca emek vererek öğrendiklerini kaydeden ve paylaşan insanlara söz konusu yasak kararı ile yapılan bu haksızlığın durdurulmasını istiyorum.

Bildiğiniz gibi mahkemelerimiz bir çok nedenle İnternetde çeşitli weblere erişimi yasaklıyorlar. Mahkemelerin çoğu kez tedbir kararı olarak aldığı bu karar uygulamada çok büyük adaletsizliklere yol açmaktadır. Alınan karar çoğu kez tek bir nesne (bir video, bir mesaj, bir yazı) nedeniyle alınmış olmasına rağmen, uygulamada o nesneyi içeren en büyük bağımsız birimi yasaklanıyor. Bu en basit anlatımıyla, bir kitap yüzünden koca bir kütüphaneyi tümden kapatmaktır. İşin acı tarafı bu yasaklama sadece Türkiye'deki vatandaşlarımıza uygulanıyor. Yasaklamalar, suçsuz yurttaşlarımızın öğrenme ve iletişim haklarına zarar verebilmektedir. Bu adaletsizliği önlemekte Kurumunuza da düşen bir görevi olduğunu düşünüyorum. Yasaklamak istenilen tek bir nesnenin kolayca tek başına yasaklanabileceğini dünyada bilinen bir teknolojidir. Bunu devlet adına Telekomünikasyon Kurumunun kolayca yapabilecek teknik beceri ve mali kaynaklara sahiptir..
Bu çağdışı yasağın kaldırılması için gereğinin yapılmasını rica ederim.

Saygılarımla



Zihinlerimize ve düşünce özgürlüğümüze ket vurmak isteyen bu uygulamaları içine sindiremeyenler varsa, onların da aynısını yapmasını tavsiye ederim. Ne kadar çok kişiye, ne kadar çok platformda ulaşışlırsa, o kadar yararı olacaktır diye düşünüyorum.

Ayrıca ilgilenenler için:

Destek verin: Sansure karsi Platform;
http://sansuresansur.org


Ve konuyla ilgili haberler;
http://news.google.com.tr/news?ned=tr_tr&ncl=1247352002&hl=tr&topic=t

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=104863&cat=210&dt=2008/10/26

http://www.ntvmsnbc.com/news/463683.asp

İstedikleri Kadar Kapatsınlar, Bu Zihniyetten Kurtulmanın Bir Yolunu Mutlaka Bulacağız!

Evet, Youtube'dan sonra Blogger da kapatılmış olabilir. bu seferki bahane de Atatürk'e hakaret içeren bir siteymiş diye duydum ve işin aslını merak etmiyorum, çünkü yapılan hareket toptan yanlış! Atatürk'e hakaret eden siteyi kapatmak yerine blogger.com'u kapatmak bana farklı şeyler çağrıştırıyor! YouTube'un kapatılmasıyla ilgili eski yazılarımdan birinde de aynı şeyi yazmıştım: George Orwell'in 1984'ünü bizzat yaşıyoruz! Bu zihniyete karşı dikkatli olun!

Formatla ilgili bir şey yapamıyor(d)um, karşımda abuk subuk bir ekran var, ama en azından sayfama girebilmemin bir yolunu buldum. O yüzden size bugün içinde haber vermek istediğim iki konuyu da hemen yazmak istedim. (Bence hiç zararı olmayan iki konu, ama belki de zararlı içeriktir de ben anlamıyorumdur!!)

1) Budapeşte Çigan Orkestrası Aralık ayı içerisinde 3 günlüğüne İstanbul'a geliyor!!

Detaylar burada..

2) Nermin Bezmen'in "Sırça Tuzak" adlı kitabını bitirdim. Nermin Bezmen tarzını sevenlerin bayılarak okuyacağı bir roman daha çıkmış ortaya ve işin asıl önemli kısmı roman burada bitmiyor!! Devamı gelecek hikayelerden biriyle daha karşımızda Nermin Bezmen.. Ve ben Selçuk'un başına gelecekleri okumak için acayip sabırsızlanıyorum..:)'Bütün imparatorluklar hazımsızlıktan ölür.' demiş Napoléon Bonaparte. Burada da buna benzer bir hikayeyi okuyacaksınız.






1. Not:
Format kaygısız ve resimsiz bir yazı oldu, ama n'apalım.. Bu seferlik böyle.. Belki bir süre de böyle olacak, ama doğru bildiklerimizi ve yararlı olacağını düşündüğümüz her şeyi paylaşmaya devam! (bunu dün yazmıştım, artık formatı da eskisi gibi kontrol edebiliyorum)

2. Not: İçimden bir his sırada Facebook'un olduğunu söylüyor. Eeee, Big Brother bu, rahat durmaz eminim!!

3. Not: Yaşam tarzımızdan ödün vermemeye devam! Internet'i sansürlemeye çalışan zihniyet Internet dünyasını hiç bilmiyor demektir!

40 Ayna

Bu aralar Nişantaşı'na yolunuz düşerse City's Alışveriş Merkezi'nin 5. katına da bir uğramanızı tavsiye ediyorum. Burada fotoğraf sanatçısı Muammer Yanmaz’ın "40 Ayna" adlı fotoğraf sergisi yaklaşık 2 hafta daha sergilenmeye devam edecek.

"40 Ayna" projesi, 40 tiyatro oyuncusunu yarattıkları karaktere geçiş kapısı olan ve aynı zamanda sahneye çıkmadan önceki son hesaplaşma alanları sayılan aynalardan yansıyan siyah-beyaz fotoğraflarıyla bizlere ulaştırıyor.




















Gördüğünüz gibi aslında fotoğrafların boyutları üsttekiler gibi, ama ben en hoşuma gidenleri (aslında hepsi hoşuma gitti, ama itiraf ediyorum spotlar parlamadan çekebildiklerimi) aşağıda Sumru Yavrucuk ve Münir Özkul'un fotoğraflarının formatında koyacacağım buraya.

Muammer Yanmaz, "Tiyatrocuların yazgısı suya yazı yazmaya benzer. Yaşamları boyunca verdikleri emek, katlandıkları özveri, kendileriyle birlikte uçar gider" diyerek, bu projesiyle 40 usta tiyatrocumuzu kendi gözüyle gelecek nesillere aktarmak istemiş.














Demet Akbağ'ın bu fotoğrafına bayıldım: (tahmin hakkımı kullanıyorum: Bence bu fotoğraf Haybeden Gerçeküstü Aşk oyunu öncesinde çekilmiş...Hatta Yılmaz Erdoğan da öyle olabilir!)






















Ve elbette benim için tüm zamanların bir numaralı sanatçısı olmaya devam edecek olan Haluk Bilginer'i de sona bıraktım: (İmge'nin tahmin hakkı: Haluk'cum Jean D'arc'ın Öteki Ölümü'nde Tanrı olmaya hazırlanıyor bence burada!)






















Valla ben çok keyif aldım bu fotoğraflardan, yolunuz buralara düşerse görmenizi tavsiye ederim. Kimlerin fotoğraflarını göreceğinizi merak ediyorsanız aşağıya buyrun. :)





Şimdiden keyifli gezmeler diliyorum.

Picante - Ortaköy

Cumartesi akşamı uzun zamandır merak ettiğim bir Meksika restoranını sonunda denedim. Annem ve babamın İstanbul'daki son akşamlarında Ortaköy'deki Picante'ye gitmeye karar verdik. Bu sefer kocam da hasta olmadığı için ekibimiz eksiksizdi!

















Bu arada uzun zamandır Cumartesi akşamını geçirmek için Ortaköy'e gitmemiş olduğumuzu fark ettik. Ama galiba pek de fazla bir şey kaçırmamışız, çünkü ağırlıklı olarak "lise gençliğinin" takıldığı mekanlarla dolu bir Ortaköy gördük. Ara sokaklardaki barlarda "yazlık barı/diskosu" havası hakimdi. "Yaşlanmışsın demek ki; bari ortama çamur atma!!" diyorsanız, ben bu "yaşlı" zihniyetimden ve halimden çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Zira bana Ortaköy akşamının pek tadı kalmamış gibi geldi.

Neyse, konumuz Picante, ama burayla ilgili de çok iç açıcı yorumlar yapamayacağım.

Öncelikle kesinlikle bir Meksika restoranı ambiyansı yoktu. Ortam fazla aydınlıktı, ayrıştırıcı herhangi bir dekorasyon unsuruna rastlamıyordunuz ve müzikler alakasızdı.

İkincisi, getirdikleri ilk Sangria sürahisi güzeldi. Ama ikinci sürahinin tamamı buz dolu olduğu için içkinin tadı anlaşılmıyordu. Bu kadar buz dolu olunca haliyle içkiye pek yer de kalmıyordu. Dolayısıyla ikinci sürahideki içki miktarı yüzde otuz daha azdı. (Bardak hesabına göre bu orana ulaştım. Yoksa gittiğim yerlerde psikopatça ölçümler yapmıyorum, merak etmeyin! :) ) Bunu garsonla paylaştığımızda bizden “çok özür diledi”, “haklı olduğumuzu” ve hazırlayan arkadaşın elinin ayarının yanlışlıkla kaçmış olabileceğini belirtti. Biz de fazla uzatmadan her birimize ancak birer kadeh çıkabilen ikinci sürahimizi paylaştırdık. Tam ikinci kadehlerimizi içmek üzereyken garson (bu kez "çok az buzlu" olan) koca bir Sangria sürahisiyle yanımıza geldi ve tekrar özürler dileyerek içkiyi masamıza bıraktı. Masa olarak hemen “Vay be, aferin adamlara, işte hizmet sektörü dediğin böyle olmalı, ne güzel bir jest!” falan diye yorumlara başladık, ama hesap gelince henüz ikinci sürahi yeni gelmişken ve hiçbir şey sipariş etmemişken, özür dileyerek getirdikleri bu son sürahinin hiç de jest olmadığını anlamış olduk!

Üçüncü ve son olarak da garsonları fazla tacizci bulduğumu söylemeliyim. Zaten benim için bu neden bile başlı başına bir restorandan (ya da mağazadan) anında soğumam için yeterli olabilir. Sürekli yanımızda bitip “biten tabağı anında doldurma” yarışına giren, “arada nefes almamıza izin verirse” işinden atılacakmışçasına sürekli bir şeyler getirmeye çalışan, “siz düşünürken ben size bir içki getireyim de zihniniz açılsın” modunda insanı sersemleten bir servis ekibi iş başındaydı! Zaten biz Cumartesi gecesi yemeğe gitmiş altı kişilik bir grup olarak para kazanabilecekleri bir müşteri kitlesi sayılıyorduk. Dolayısıyla bu kadar zorlamaya ve itici olmaya bence gerek yoktu!

Yiğidi öldürüp, hakkını yememek adına iki olumlu noktayı da belirtmeden geçmeyeyim:

1) Yemekler fena değildi (ama yine de El Torito veya Me Gusta’ya asla değişmem!)

2) Yemek bitiminde ikram ettikleri fındık likörlü votka shot’ların tadı süperdi! (Ama belki de ben ikram sanıyorumdur. Onları da hesaba eklemiş olabilirler. Hesabı ödeyenler bu konuda beni aydınlatabilirlerse sevinirim! :) )

Sonuç:
Gidin ya da gitmeyin diyemeyeceğim bir restoranla karşınızdayım sayın seyirciler. Şahsi maliyet – fayda analizime göre ise Picante’nin benden çok düşük not aldığını söylemeliyim. Elbette karar sizin! Denemek isteyenler Picante'nin web sitesinden daha ayrıntılı bilgi edinebilirler.

İstanbul'da bir Sürrealist: Salvador Dali


















Gördüğünüz gibi sergiye girdik. İlk bölümde Salvador Dali'nin yaşamı hakkında bilgiler ediniyoruz. Dali, 11 Mayıs 1904'te Figueres'te (Girona) doğmuş. 85 yıllık yaşamında yalnızca ressamlıkla yetinmek istemeyen Dali, yazar, illüstratör, yapımcı, tasarımcı ve desenci olarak da pek çok eser ortaya koymuş. İşte serginin bir bölümü de onun bu tür çalışmalarına ayrılmış durumda. Dali'nin yaşamı hakkında detaylı bilgiye bu sayfadan ulaşabilirsiniz.

Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Akbank'ın sponsorluğunda ve
Gala-Salvador Dalí Vakfı'nın işbirliğiyle,
20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizm akımının temsilcisi Salvador Dalí'nin yağlıboya tabloları, çizimleri ve grafiklerinden oluşan 270 eserinin yanı sıra el yazmalarını, fotoğraflarını ve çeşitli dokümanları da görebilirsiniz.

Gala-Salvador Dali Vakfı'nda adı geçen Gala'nın kim olduğunu merak edenlere duyurulur: Gala, Dali'nin feci şekilde aşık olduğu Rus asıllı karısı! Dali'nin 28 yıllık birlikteliklerinden sonra 1958 yılında dini nikahla evlendiği karısı Gala, daha önce evlenip boşanmış bir kadın olduğu için Dali'nin babası oğlunun onunla olan ilişkisini uzun bir süre kabullenememiş ve ona küs kalmış.

Aşağıda sergideki en hoşuma giden çalışmalardan biri bulunuyor. Bu tabloda Dali, aynanın önünde oturan karısı Gala'nın resmini çizerken görülüyor. Ama Dali'yi de arkadan gören bir göz var. Ayrıca Dali de kendi aynadaki aksini görüyor. Bir de karısının gözlerini eklediğimizde üç çift gözün gördüğünü Dali'nin resmetmesi ortaya çıkıyor!





















Peki, ya aşağıdakiler ne yapıyorlar dersiniz? Birbirlerini yiyorlar! :) Evet, bu çalışmasının adı "Birbirini Yiyenler":






















Aşağıda da Dali'nin "Çıkarcı Sahte Dinciler" ile ilgili bakış açısını görebilirsiniz:






















Aşağıda ünlü ressamın başarılı fotoğraf sanatçımız Ara Güler ile birlikte bir fotoğraflarını görüyorsunuz:

Tarzını seversiniz ya da sevmezsiniz (örneğin, benim bayıldığım bir tarz değildir), ama Dali'nin yaratıcı ve farklı bakış açısını, yenilikçiliğini, cesaretini ve dehasını kesinlikle takdir ediyorsunuz. Ayrıca Picasso'ya da bayılmam diye gitmemiştim, ama artık böyle önemli sanatçıların ülkemize gelen süreli sergilerini asla kaçırmama kararı aldım. Madem sanatın gelişmesini, müzelerin ve konserlerin dolup taşmasını istiyoruz, o zaman en başta bu tür etkinliklere katılım göstererek destek vermeliyiz diye düşünüyorum. O yüzden artık "pek bayılmam" ya da "tarzım değil" demek yok! Sonuçta en kötü olasılıkla son derece farklı bir bakış açısının varlığının farkına varıyorsunuz. Bu da kulağa hiç de kayıp ya da boşa geçirilen zaman gibi gelmiyor, değil mi?

Sergiyi görmek isteyenler, acele etmenize gerek yok, çünkü Dali sergisi 20 Ocak'a kadar burada olacak. Ama bir şekilde kültür-sanat programınıza eklemeyi de unutmayın. Hafta arası gitme şansı olanların bu şansı değerlendirmelerini tavsiye ediyorum, çünkü haftasonu Hisar'dan itibaren müze trafiği başlıyor ve yaklaşık 1 saat kadar kuyrukta bekleyebilirsiniz. (Gerçi ben bu tür etkinliklerde kuyruk gördüğümde çok sevinenlerdenimdir! Zaten ailece hiç de şikayet etmeden bekledik.)

Bu arada müzeye giriş ücreti 10 YTL.

Size şimdiden iyi gezmeler diliyorum. Bu arada önünüze bir çelloya vahşice saldıran bir yatak ve iki komidin çıkarsa şaşırmayın! Ve kesinlikle sıradışı bir gerçeküstücülük deneyimine hazırlıklı olun!

Pera Müzesi - Doğu'nun Cazibesi

Bugün Pera Müzesi'nde 26 Eylül'de sergilenmeye başlayan ve 11 Ocak'a kadar devam edecek olan “Doğu’nun Cazibesi” Britanya Oryantalist Resmi sergisini gezdim. Tate Britain ve British Council işbirliğiyle hazırlanan ve Britanya oryantalist resminin dünyadaki en önemli örneklerinin yer aldığı bu sergiyi gezmenizi şiddetle öneririm.

5 katlı Pera Müzesi'nin 3,4 ve 5. katları bu sergiye ayrılmış. Toplam değeri 150 milyon dolardan fazla olan ve özel güvenlik şartlarıyla sergilenen 102 resmin Amerika ve İngiltere’den sonra üçüncü durağı burası: yani Pera Müzesi! Sergide portrelerden harem yaşamına, gündelik yaşamdan manzaralara, ev içi sahnelere kadar çeşitli temaları Britanyalı sanatçıların bakış açılarıyla konu alan tablolar bulunuyor.

Ben oryantalist resme bayılırım. Bu sergide de en favorilerim galiba 1840’lı yıllar boyunca Kahire’de yaşayan John Frederick Lewis'e ait eserler oldular.(Yukarıda gördüğünüz ve Pera Müzesi'nin web sitesinden aldığım resim de onlardan biridir.) Ayrıca serginin üç katı da muhteşemdi, ama ara kat olan 4. kat bence "en bi muhteşem" olan kattı. "Layla" tablosunun önünde de ağzım açık kalakaldım bir süre.. Portrelerden oluşan beşinci katta ise en favorim "Lady Montagu ve kölesi" oldu. 3. katta ise Gustav Bauernfeind'in "Tapınak Dağına Giriş-Kudüs" adlı tablosu inanılmaz hoşuma gitti. Buralarda kulaklarımı çınlatabilirsiniz.

Sergi ziyaret saatleri ve iletişim bilgileri için buraya tıklayınız. 11 Ocak'a kadar bu sergiyi görmek için mutlaka bir zaman yaratmanızı öneriyorum.

İstanbul Kazan Biz Kepçe!

Annem ve babam İstanbul'dalar. Aileleriyle ayrı şehirlerde yaşayanlar günlerimizin nasıl geçtiğini tahmin ediyorlardır. Gezerek ve yiyip, içerek! Sabah 9,30 kalkış ve mesai yaparcasına gezmeye başlayış! Şehrin çeşitli köşelerinde karşınıza çıkabilirim, haberiniz olsun. :)

Pazar akşamı gelmiş olmalarına rağmen bir sürü şey yapmışız. Bugün yağmurlu bir gün olduğu için yarım gün mola verdik. Zaten babamın toplantısı var. Biz de dinleniyoruz bakalım. O arada şimdiye kadar neler yaptığımızdan kısaca bahsedeyim.

İlk gün bizimkileri otellerinden alıp, Nişantaşı'ndaki Kırıntı'ya gittik. Orası çok sevdiğim yerlerden biridir ve Pazar akşamı olduğu için de çok boştu. Üst kattaki uzun masaya evimizin salonundaymış gibi rahatça kurulduk. Kırıntı'nın burgerleri muhteşem, pizzalar da çok güzeldi, ama ben artık tatiller sonrasında rejime girsem iyi olacağını düşündüğüm için nadiren karşılaşabileceğiniz bir pozla karşınızdayım: akşam yemeği olarak salata ve cola zero tercih etmişim. :)



Resimdeki eksiği buldunuz mu? Nasıl fark etmezsiniz, kocacım aramızda değil! Kendisi haftasonu boyunca iğrenç grip virüsüyle cebelleşti maalesef.



Pazartesi günü güzel havayı değerlendirip, sahil yürüyüşü yapmaya karar verdik. Rumelihisarı'ndan başladık, Ortaköy'de House Cafe'de uzun bir şarap ve peynir tabağı molası verdik ve Beşiktaş'a doğru devam ettik. House Cafe de çok sevdiğim yerlerden biridir. Yemeklerin tadı, sunumu ve hizmet bakımından zaten çok sevdiğim bir yer olan House Cafe'nin en sevdiğim şubesi de o muhteşem manzarasıyla Ortaköy'deki şubesidir. Güzel havalarda buranın açık bölümünde kendinize bir sefa kaçamağı hediye etmenizi tavsiye ediyorum. Akşam "İso'cum hasta hasta dışarı çıkamıyorsa, biz onun başında toplanırız" diyerek bize geldik.

















Dün İstinye Park ve Beyoğlu'nda ayak basmadık yer bırakmadık. Ben bir de o kadar gezmenin üstüne akşam spora gittim. Gece yatağa yattığımda bacak kaslarımın hepsinin ve diğer kaslarımın da bir kısmının isyan çığlıkları attığını adeta duyabiliyordum. İstinye Park'ta Shoe Art kapsamında İstanbul'un çeşitli yerlerine yerleştirilen birkaç tane dev ayakkabıyı da favori listeme ekledim. Soldaki A46'nın sahibi Tuana Büyükçınar'ın tasarladığı ayakkabıdır. Gerçekten de kişiyi yansıtan ve ona özel tarz bu olsa gerek. Yani şu gördüğünüz şey ayakkabı değil de elbise olsaydı, ancak Ebru Akel'in bir yarışma programında sunuculuk yaparken üzerine giydiği bir elbise olabilirdi diye düşündüm. :) Diğer ayakkabılardan altta olanı Grey Ajans tasarımı Kadın-Erkek adlı bir çalışma:






















Bir de birkaç yerde metnini duyduğumuz, en son olarak da annemin kaldıkları otelde istanbul.com'un 6 ayda bir çıkardığı In İstanbul adlı kocaman ve çok keyifli İstanbul kitabında gördüğü Bay Retro'yu keşfettik. Tünele yakın Suriye Pasajı'ndan (İstiklal Cad. No:166) içeri girdiğinizde Bay Retro okunu takip ederek bu ikinci el giysi ve eşyalar satan "bit pazarımsı" dükkana ulaşıyorsunuz. Binbir çeşit ceket, kürk, ayakkabı+çanta, şapka, elbise,vs'nin bulunduğu mağaza, diziler için de kıyafet temin ediyormuş. Uzun uzun didiklenmelik bir yer olduğunu düşünüyorum ve artık oralara yolum düştükçe uğrayacağım yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Bizim o kadar zamanımız yoktu, ama yine de annem şahin gözleriyle kendine iki tane dekoratif obje buluverdi!

Sonra bizi Balık Pazarı'nın olduğu ara sokakta midye tava, kalamar ve bira eşliğinde bekleyen babamın yanına giderken, Mısır Apartmanı'nda bulunan DOT'a da bir uğradım. DOT oyunlarına bayıldığımı daha önce de yazmıştım. Ve geçen sene korktuğum (!) için gidemediğim, "Kürklü Merkür" adlı fütürist oyuna bilet aldım. Bu sezon DOT oyunlarının fiyatı yetişkinler için 40 YTL olacakmış. Ancak iki farklı uygulamaları da mevcut:

1) Dün benim yaptığım gibi her ayın 15'ine kadar bir sonraki ayın biletlerinden alırsanız, fiyat 25 YTL oluyor.

2) Son dakika biletleri için şansınızı deneyebilir ve boş yer kalırsa 15 YTL'ye de bilet alabilirsiniz.

Bugünlük bu kadar! Ben gezi programıma kaldığım yerden devam edeyim artık... :)

Viyana Hakkında Genel Notlar

Tadı damağımda kalan bir gezinin daha sonrasında klasik kapanış yazımı yazayım. Viyana'da genel olarak gözlemlediğim şeylerden ilk aklıma gelen birkaç tanesi:

* Elinizi sallasanız bir Türk'e çarpma olasılığınızın kesinlikle çok yüksek olduğunu söyleyebilirim. Her yerde Türkler vardı. Köşebaşı büfeleri, yol çalışmalarında çalışan işçiler, şoförler hep Türk'tü. Hatta C&K'nın bizi dönüş yolculuğu için havaalanına götüren arabasının şoförü de Türk çıktı! bol bol memleket sohbeti yaparak havaalanına gittik.

* Elinizi sallasanız bir "çakma Mozart'a" çarpma olasılığınız da çok yüksekti! :)


Stephansdom'un önü ve turistik gezi yerlerinin girişleri zaten tamamen Mozart kıyafetli ve peruklu adamlarla doluyken, nispeten tenha olan parklarda bile yandaki gibi Mozartların dolaşıp, akşamki klasik müzik konserine bilet satmaya çalıştığını görebilirsiniz! En kötüsü de bu Mozartların öğlen acıkıp sosisli sandviç veya ekmek arası dürüm yediklerini görmek oluyor! Ne bileyim yani, tamam, onlar da insan, ama bende biraz hayal kırıklığı yaşattı bu durum. :)

* Mozart demişken, her yerde Mozart çikolataları ve Mozart Hediyelik Eşya Dükkanları da bulunuyor. Sen yaşadığı dönemde adamı sallama, öldükten sonra etinden sütünden faydalan! Olacak şey değil! Neyse efendim, Viyana'ya gittiyseniz illa ki Mozart çikolatası alacaksınız. Bu çikolataları alırken üzerinde Mirabell yazmasına dikkat edin. Mirabell'i nereden hatırlıyoruz? Evet, doğru bildiniz, Salzburg yazımda bahsettiğim Mirabell Bahçeleri'nden! Aferin size. Dikkatli okurlarım olarak sizlere birer Mozart çikolatası gönderiyorum. :)

Bu çikolataları da her gördüğünüz yerden almıyorsunuz. Bizim Migros'umuz varsa, onların da Billa marketleri var. Hemen her yerde karşınıza çıkacaktır. Orijinal Mozart çikolatalarını en uygun fiyata alabileceğiniz yerlerden birinin Billa Marketler olduğunu unutmayın.

* Nüfusun çoğu yaşlı ve yaklaşık 2 milyonluk nüfusa sahip bir şehir. Ama şehir havası var. Ayrıca şehrin de ağırbaşlı ve son derece kaliteli bir havası olduğunu belirtmeliyim. Hemen herkes bir köpek besliyor gibi görünüyor. Köpekler ulaşım araçlarına alınabiliyor. Bu durumu daha önce Prag'da gördüğüm için bu kez fazla şok olmadım.

* Engelliler her yerde düşünülmüş. Sokaklarda, metro istasyonlarında, müzelerde, saraylarda, aklınıza gelebilecek her yerde bir engelli yolu, asansörü, engelliler için bilgilendirme notları, vs bulunuyor. Yani engellilerin kimseye muhtaç olmadan istedikleri her şeyi yapabilecekleri bir yer burası ve bu açıdan da çok imrenilesi bir şehir...

* Galiba bizim dışımızda herkes sigara içiyordu! :)

* Ve hep imrendiğim o yeşil alanlar... Şehrin dışında sayılabilecek ormanlar zaten olduğu gibi korunmuşlardı ve içinde de birçok yerde park olarak ayrılmış yeşil alanlar bulunuyordu. Ve bu alanlarda "5 dakika dinlenme molası" vermek çok keyifliydi! (Benim rehberliğim eşliğindeki gezilerde yemekler dışında 5 dakikadan uzun dinlenme molası verilmiyor da...:))

* Ulaşım muhteşemdi! Şehrin her yerine ve her saat kolaylıkla bir araç bulmak mümkündü. Otobüs hiç kullanmadık. Metro ve tramvay yeterli oldu.

* Bir de galiba Orta Avrupa şehirlerine özgü bir his olan "güvenlik hissini" son derece yoğun bir şekilde hissedebiliyordunuz. Gecenin istediğiniz saatinde istediğiniz yerde güvenle gezebiliyorsunuz. Örneğin, Grinzing'te gittiğimiz restorandan en son çıkanlar biz, eğlenmeye gelen 7-8 kişilik bir kızlar grubu ve yine eğlenmeye gelen 55-65 arası bir Altın Kızlar grubu olduk. Herkes sarhoş bir şekilde restorandan çıktı, son tramvaylardan birini yakaladık ve iki grup kaynaşarak tramvayda Almanca şarkılar söylemeye başladılar. Çok keyifli bir 20 dakika sonrasında şehir merkezine ulaştık. Herkes kendi yönüne dağıldı. Kimsenin dönüp de "bu kadın grubu sarhoş bir halde gecenin bu saatinde burada ne yapıyor" diye düşünerek bakmadığı ya da "asılma, laf atma, rahatsız etme" türünden hiçbir şeyin yaşanmadığı gibi insanlar gülümseyerek bakıp, onlara eşlik ettiler.

Doğal güzellikler, güzel iklim, tarihi ve kültürel zenginlik bizde fazlasıyla var. Hiçbir yerde bunlara imrenmiyorum. Ama ne yalan söyleyeyim insanların yüksek görgü ve medeniyet seviyesine, sanata karşı duyulan saygıya, ulaşım/güvenlik/şehircilik açısından kolay ve rahat yaşama ve bu yaşamın sağlanması adına kurallara sıkı sıkıya uyulmasına çok imreniyorum! Birçok açıdan ve en önemlisi de zihniyet olarak bir gün o seviyelere ulaşmamız mümkün olur mu dersiniz?

Viyana dosyasını da böylece kapatmış oluyorum. Umarım beğenmişsinizdir. Başka gezilerde yine görüşmek dileğiyle...:)

MAMMA MIA! Harikaydı, Ama Keyif Kaçıracak Çok Şey Vardı!

Dün akşam heyecanla beklediğimiz MAMMA MIA! müzikalini izledik.

Muhteşem bir sahne dekoru, insanı hayrete düşüren danslar ve koreografi, kusursuz güzellikleriyle ve gösterişli kostümleriyle izleyicileri adeta büyüleyen oyuncular... YOKTU!

Tam aksine her şey son derece basit, gösterişten uzak ve sade tutulmuştu. Ama ona rağmen çok keyifle izlenen, içimizi kıpır kıpır yapan, güldüren ve Donna ve Sophie arasında geçen bir bir sahnesinde beni duygulandırarak gözlerimin dolmasına neden olan bu müzikale biz bayıldık! (Bir müzikalde ağlayarak, annemin rekorunu kırmış olabilirim!) Ama sonuç olarak sağlam bir hikaye temeline oturtulan, iyi oyuncuların, iyi seslerin ve iyi müziğin (ABBA şarkıları) olduğu bir eserin başarıya ulaşmasının kaçınılmaz olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Muhteşem bir performans izledik ve çok keyifli 2,5 saat geçirdik.

Oyunculardan en bayıldıklarım Donna (Sophie'nin annesi) rolündeki Carolanne Weidle ve Sam (Sophie'nin babalarından biri!) rolündeki Cameron Blakely oldu. Sophie'nin reklam afişinde gördüğümüz yandaki hatuna benzeyeceğini düşünüyordum, ama sarışın bir gelinimiz vardı! MAMMA MIA! 1 hafta daha İstanbul'da, hâlâ görme şansınız olduğunu bir kez daha hatırlatayım!

İstanbul Gösteri Merkezi (İGM) ise her zamanki gibi keyif kaçırıcıydı!Öncelikle havaalanına yaklaştığımızda trafik sıkışmaya başladı ve o trafik sıkışıklığında yaklaşık üç araba bize "İstanbul Gösteri Merkezi'ne nereden gidilir?" diye sordu. İnsanlar burnunun dibinde duran gösteri merkezini bulamıyorlardı, çünkü hiçbir yerde bir tabela, yönlendirme işareti veya ışıklı ve görülebilecek bir yazı bulunmuyordu. Biz daha önceden Troya'dan deneyimli olduğumuz için yardımcı olabildik. Troya'yı izlemek için kapıya geldiğimizde bile kapıdaki güvenlik görevlisine "Pardon, Troya burada mı oynuyor?" diye sormak zorunda kalmıştık. Mydonose Showland ne güzelmiş meğer! İstanbul Gösteri Merkezi adeta kendini gizlemeye çalışıyor gibi geliyor bana!

Bu arada sola havaalanına değil de sağa dönüp, yavaş yavaş ilerlemeye başladığımızda bir şey daha dikkatimizi çekti. Şık şık insanlar buldukları yere arabalarını park edip, karanlık yollarda uzunca bir mesafe yürüyorlardı. Bunu gösteri bitiminde kolay çıkabilmek için yaptıklarını düşünüyorum, ama bence büyük karmaşa yaratan durumlardan biri de buydu! Belki de İGM'nin "nasılsa buralara kadar geldiniz, sökülün bakalım 15 YTL'yi" mantığıyla, karşılığında fiş bile vermeden aldıkları otopark ücretine karşı gerçekleştirdikleri bir tür protesto da olabilir! Ama bizim gibi arabasını otoparka bırakanlar da "Buraya park etmenin cezası 59 YTL'dir!" tabelasının altına park edenler de ufak çaplı bir sinir harbi sonrasında salona adım atabiliyorlardı!

Başka bir sinir harbi fotoğraf makineleri ile ilgiliydi. Benim çantamda genellikle fotoğraf makinesi bulunur. Böyle bir gösteride fotoğraf çekilmeyeceğini tahmin edebilecek kadar "izleyicilik tecrübem" de vardır. :) Ama makineleri emanete bırakmamızı istiyorlardı. Böylesine her şeyin çileye dönüştüğü bir mekanda makinemi vermemek için biraz direndiysem de başarılı olamadım. Kurallara uymak konusundaki hassasiyetimi bilenler bilir, ama aptal yerine konmaya da hiç dayanamam. Yanımdaki insanlar kameralı cep telefonlarıyla ya da iPhone'larla geçerken, çıkışta emanet sırası beklemeye de asla dayanamazdım! Neyse, ben de makinemi arabanın bagajına bırakıp geldim! Yurtdışında saraylarda, konserlerde, müzelerde gezerken, özgürce fotoğraf çekebildiğiniz odalardan çıkıp fotoğraf çekmenin yasak olduğunun yalnızca bir uyarı işaretiyle belirtildiği ortamlar aklıma geldi. Kimse makinenizi elinizden almaz, uyarıya gerek olmaz, elinizde makinenizle, ama fotoğraf çekmeden gezmeye devam edersiniz. Bir yandan telefonlarındaki kameralara kayıt yapan kaç kişi olmuştur diye düşünürken, bir yandan da biz ne zaman bu aşamaya gelebileceğiz diye düşündüm!

Neyse, efendim İGM'nin ufak çaplı bir ticaret merkezine dönüştüğünü de görmüş olduk. Aklınızda olsun:

* Plastik Nescafe bardağına toz karışımı döküp, bir çay bardağı kadar kaynar su koyup, doğru düzgün karıştırmadıkları için topaklanmış, berbat görünen bir Sıcak Kakao'nun fiyatı 5 YTL!

* İçinde tuvalet kağıdı olmayan, pis ve kokan tuvaletler 1 YTL! İnsanın 1 YTL'nin bile hesabını yaptığı durumlar hangi durumlardır? Elbette, aptal yerine konduğu ve çaresiz kaldığı durumlar! Altımıza yapamayacağımıza göre seve seve 1 YTL'yi vererek o berbat tuvaletleri kullanmak zorunda kaldık!

* Otoparktan bahsetmiştim. Karşılığında fiş yok, ama 15 YTL alıyorlar ve arabanızı oraya bırakmanın herhangi bir yararının ve giriş-çıkış kaosunu biraz olsun azaltmaya katkıları olup olmadığını bilmiyorum!

* Bir de yer gösteren çocuklar da "Efendim, bahşiş usulü çalışıyoruz!" diyerek baştan para istediklerini açıkça belirtiyorlar!

Ben böylesine kabus bir ortamı uzun zamandır yaşamamıştım. Sinirlerimiz biraz yatışsın diye "MAMMA MIA! Shop" yazan küçücük alana girelim dedik. Yurtdışında olsa envai çeşit albenili ürünün olacağı dükkanda Beşiktaş Pazarı'nda bile satılmayacak kadar basit tişörtlerin ve eşofman altlarının üzerine değişik renklerde MAMMA MIA! baskısı eklenmiş olanlarının satıldığını gördük. Çok yaratıcı ürünlerdi gerçekten! Amazon'dan 10$'a sipariş edebileceğiniz ABBA CD'leri de 45 YTL'ye satılıyordu!

Neyse, artık yerimize oturalım da ruhumuzu temizleyelim diyip içeri girdiğimizde arkamıza aralarında Betina ve İshak'ın olduğu bir arkadaş grubu oturdu. İsimleri nereden mi biliyorum? Oyun başlayana kadar geçen son 10 dakika boyunca Betina'nın büfeden aldığı mısırı içeri sokamadığı için şikayet etmesini dinledik! İshak da onu beklemeden içeri girmiş, ona çok bozulmuş! Hey Allah'ım, patlamış mısır yiyerek müzikal izleyebileceğini düşünen bir grup var arkamızda!! Bir de oyun başladıktan sonraki ilk 10 dakika boyunca "Filmde bu kız şöyle yapıyordu", "Bak işte annesinin arkadaşları geldi", "Bunlardan biri babası olabilir" falan gibi yanındaki dört kişiye evinin salonunda konuşurmuşçasına rahat rahat filmi anlatan ablanın adını bilmiyorum! Bir de "Haaaa.." diye onaylama nidalarında bulunan bir Recep İvedik tiplemesi vardı! Sonunda kendilerine dönüp, her an cinayet işleyebilecekmişiz gibi bakmamızdan sonra konuşmayı kestiler! Sonrası da zaten muhteşemdi.

Böylesine muhteşem gösterileri daha muhteşem ortamlarda izleyeceğimiz günler görmek dileğiyle!

Mozart Müzeleri

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi Salzburg'a gitme amacımız Mozart'ın doğduğu ve yaşadığı evleri görmekti. İlk olarak Mozart'ın 1773 ile 1780 yılları arasında yaşadığı evdeyiz. "Eee, ne var ki, yalnızca 7 yıl yaşamış o evde!!" demeyin. Mozart'ın en uzun süre kaldığı yer burası olmuş. Kalan ömrünün büyük bir kısmı ise keşfedilmek amacıyla düştüğü yollarda, yani hafiften göçebe halde geçmiş.

Bu müzede Mozart ve ailesi (özellikle de başarılı bir besteci ve dönemin en ünlü müzik hocalarından biri olan babası Leopold Mozart) ve Salzburg'taki çevreleri hakkında bilgiler ediniyorsunuz. Ayrıca Mozart'ın seyahat rotası interaktif bir şekilde sergileniyor ve bir de hayatı hakkında kısa film izliyorsunuz.










Daha sonra Mozart'ın doğduğu eve gidiyoruz. "Mozart's Geburtshaus", size bir önceki yazımda bahsettiğim o şirin alışveriş caddesi olan Getreidegasse üzerinde yer alıyor. Burası diğerinden biraz daha ilgi çekici bir yer, ama Mozart müzelerinden hiç etkilenmediğimi açıkça söylemem gerekiyor. Çünkü açıkçası Mozart'a ve onun yaşadığı ortama ait pek bir şey göremiyorsunuz. Mesela doğduğu odaya temsili olarak bir beşik ve 'bebek Mozart'ı ' koymuşlar, ama bence korku filmi sahnesi gibi olmuş! :)

















Mozart'ın bestelediği operalar katmanlardan oluşan karton çocuk kitapları gibi sergilenmiş, o dönemlere ait konser davetiyeleri ya da afişleri bulunuyor, yine dönemin bestecilere sipariş usulü beste yaptıran asilzadelerinin portreleri, temsili olarak mobilyalar sıralanmış, falan filan... Bence en ilgi çekici olanlar Mozart'ın kendi nota karalamaları ve babasına ve kardeşine yazdığı mektuplardı. Ha, bir de ilginizi çeker mi bilmiyorum, ama Mozart'ın kulağını da gördük. (Soldaki Mozart'ın kulağıdır!)



















Neyse, sonuçta İso'cum hayatının bir döneminde mutlaka görmesi gerektiğini düşündüğü bir yeri görmüş, bir zamanlar Mozart'ın ayak bastığı, piyano çaldığı, çalıştığı, uyuduğu yerlerde dolaşmış oldu. Benim için zaten problem yok, farklı bir şehir daha görmüş oldum, daha ne olsun!

Ama biraz zorlasak, bizim evdeki Mozart materyallerinden daha güzel bir müze yapabiliriz gibi geldi bana! :)

Bu arada kendinize ve hediye olarak alacağınız Mozart çikolatalarını buradan almanıza gerek yok. Nereden almanız gerektiğini bir sonraki "genel notlar" yazımda belirteceğim. Beni okumaya devam edin!

Salzburg Yolcusu Kalmasın!!

Viyana'daki gezi programımızı oluştururken kocamın Mozart aşkını da dikkate almam gerekiyordu! O yüzden Mozart'ın doğduğu ve bir dönem yaşadığı Salzburg şehrini de gezi planına dahil ettim. Bu arada tren fiyatının bu kadar pahalı olduğunu bilseydim, İso'cuma yalnızca Viyana'daki Mozart Müzesi'ni gezdirip, onu kandırabilirdim, ama gafil avlandım! (İki kişi gidiş-dönüş için 170 EURO vererek Salzburg'a günübirlik bir gezi yaptık. Neredeyse beş gece otel konaklamamızın yarısını verecektik biletlere! Hatta bir an için uçakla da gidebilirmişiz diye düşündüm! Tamam, hızlı trenle 2,5 saatte gidiliyor ve 350 km'lik bir yol ama ben şimdiye kadar ülke içi ulaşım için en fazla 12 EURO vermiştim! Pisa'dan Siena'ya gitmiştik ve o da 2 saat sürmüştü! Yüzümde sinirli bir gülüş mü var ne? :))

Salzburg'da gezilecek yerler belli: Mozart'ın doğduğu ve yaşadığı evler müze haline getirilmiş; kalesi var; Mirabell Bahçeleri var ve bir de Getreidegasse adında şirin bir alışveriş sokağı bulunuyor. Çok şirin, huzurlu, maket gibi görünen, küçücük bir şehircik burası! Mozart'ın evlerinden bir sonraki yazıda bahsedeceğim. Burada Salzburg'tan güzel görüntüler yayınlamak niyetindeyim. İşte başlıyoruz! Aşağıdaki resim Mirabell Bahçeleri'nde çekildi. Arkada görünen de şehrin kalesidir:

















Aşağıdakiler de anlaşıldığı üzere nehir boyunca yürürken çekilmiş fotoğraflardır:




















Şimdi de gerçekten şirin mi şirin olan alışveriş caddesi Getreidegasse'den fotoğraflar geliyor. İlk resimde mağazaların süslü ferforje tabelalarını fark etmişsinizdir. İkinci resimde onlara bir örnek görüyorsunuz. Son resimde de tam arkamdaki balık işareti ve NordSee tabelasını gördünüz mi? Hani size "Viyana'da Yeme-İçme" yazımda bahsettiğim deniz ürünleri fast food zincirinin bir şubesi de burada var! Ayrıca aklınızda olsun, Salzburg'da Hotel Sacher'in de bir şubesi bulunuyor.





















Vay be, akşama kadar çeviri yap, Komedi Dükkanı'nı izleme molası ver, programın reklam aralarında da bir blog yazısı daha yaz. Zamanı verimli kullanmak bu olsa gerek!

(Not: Bugünkü resimlerdeki bu maymun halimi de bir gece önce Grinzing Meyhaneleri'nde içtiğim bir litre şaraba bağlıyorum. Evde olup, tüm gün uyumak vardı, ama düştük yine sabahın köründe yollara...)

Viyana'da Yeme-İçme

Viyana diyince aklınıza ilk gelen yemek nedir? Elbette, şinitzel! Ve şinitzel nerede yenir? Elbette, Figlmüller!

Stephansdom'un arka tarafında faytonların beklediği alanda bir pasaj göreceksiniz. O pasajın içinde bir tane, ve hemen pasajın bitiminde, yol üstünde bir tane olmak üzere 2 adet Figlmüller bulunuyor. Arkadaşım Cansu'dan aldığım bilgiler doğrultusunda pasajın dışındakinde yemeğimizi yiyoruz. Yemek kalitesi fark ettiğinden değil, ama pasajın içindekinin daha küçük, yağ kokan, yer bulmanın güç olduğu bir yer olmasından dolayı diğerini tercih ediyoruz. Mönüyü incelemeye bile gerek yok. Zaten açar açmaz karşınızda "Figlmüller şinitzel" ve patates salatası yazıyor. Şinitzellerin ebatlarını görüyor musunuz? Bence 2 kişi için en ideali bir şinitzel bölüşmek ve birer patates salatası almak olacaktır! (Patates salataları da çok lezzetli bu arada...) Biz tam tersini yaptık, ama sizin aklınızda olsun.





Figlmüller hakkında daha fazla bilgi almak için web sitesine buyrun.







Viyana'nın başka neleri meşhurdur? İşte en keyifli bölüme geliyoruz, çünkü Viyana tam bir kahve ve tatlı cenneti. İnanılmaz güzel kafelerde, muhteşem tatlılar servis ediliyor! Önce bunların en meşhurlarından biri olan "Sachertorte" ile başlayalım. 1832 yılında Franz Sacher tarafından keşfedilen bu tatlı, yoğun çikolatalı kek gibi görünüyor. Üzeri çikolata kremasıyla kaplı ve tam bu krema katmanının altından da mayhoşumsu bir kayısı marmelatı tadı geliyor. 1876'da Franz Sacher'in oğlu tarafından kurulan Hotel Sacher'in tescilli markası durumunda.

















Bu arada "orijinal sachertorte" ile ilgili birazdan bahsedeceğim meşhur Demel Cafe ile Hotel Sacher arasında uzun yıllar ciddi bir mücadele yaşanmış. (Durumu örneklerle açıklamak gerekirse: Bizdeki "Öz Şampiyon Kokoreç" ya da "Hakiki Sultanahmet Köftecisi" gibi bir durum söz konusuymuş! Ama "orijinal" sıfatı Hotel Sacher'de kalmış!) En sonunda Demel Cafe, kendi sachertorte'sinin adını değiştirmek ve "Demel Sachertorte" yapmak zorunda kalmış.

İşte tatlının kendisinin görünümü:

















Gelelim başka bir ünlü kafe olan Demel Cafe'ye! Hofburg Sarayı'nı gezdiğiniz gün, saray çıkışında buraya oturup soluklanabilirsiniz. İçerideki en arka bölmede oturursanız mutfakta olup bitenleri de izleyebilirsiniz. İlk resimde apple strudel'imizin fonunda Demel'in mutfağını görüyorsunuz:

















Bir de Karntner Strasse üzerindeki Gerstner Cafe'yi denemenizi mutlaka öneriyorum. Burada da muhteşem cappucinolar eşliğinde "mürdüm erikli strudel" (yine Cansu'nun tavsiyesi) ile bademli bir pasta yedik. Muhteşemdi! Mürdüm erikli strudeli "zwetschkenstrudel" diye sipariş ediyorsunuz. (Nasıl hizmet ama? Şimdi oraya gidip 'İngilizce'de "mürdüm eriği" neydi acaba?' diye düşünecek ya da tatlıyı tanımaya çalışacaktınız. Sizi bu problemden de kurtarmış oldum böylece! Benim gibi gitmeden önce bir kağıt parçasına tatlının adını yazıp, gidersiniz artık...)

















Bir de benim gibi büfe yiyeceklerinin (özellikle de sosisli sandviç) hastasıysanız, sizlere iki tavsiyem olacak:

* Birincisi her yerde karşınıza çıkacak olan NordSee adlı fast-food deniz ürünleri satan zincir! Tek kelimeyle muhteşemdi!

* İkincisi de sosisli sandviç tavsiyem olacak. Hemen her köşe başında bir sosisli sandviç, dürüm, kebap satan büfeye rastlayabilirsiniz. (Çoğunluğunu da Türkler işletiyor.) Ama sıkı durun, Kasekrainer adı verilen özel sosisli sandviçi yiyeceğiniz yeri tarif ediyorum: Opera'dan Karntner Strasse'ye girdiniz, 100 metre kadar ilerlediğiniz, sağda Benetton'un mağazasını göreceksiniz. İşte hemen onun önündeki büfede içinden peynir fışkıran o koca sosisli sandviçi yerseniz, benim kulaklarımı çınlatacak ve bana hayır duaları yollayacaksınız! Nereden mi biliyorum? Biz de Cansu için aynısını yaptık da ondan! :)

Türk'üm ve Evliyim - Ayşe Arman'dan

Çok çok nadiren yaptığım bir şeyi yapıp, bloguma beğendiğim bir köşe yazısını koymak istedim. Ayşe Arman'ın bugünkü yazısına tek kelimeyle bayıldım! Buyrun bakalım:

Türküm ve evliyim!


Alya’yı okula bıraktıktan sonra, eve yakın bir parkın etrafında 2 tur atıyorum.
Parkın şekli dikdörtgen.
Kısa kenarlarını koşuyorum, uzun kenarlarını yürüyorum.
Toplam 7 kilometre.
Bana çok iyi geliyor, beni yukarı çekiyor, bütün bedenimi hissediyorum, terliyorum, zorlanıyorum; o esnada bir sürü de şey kuruyorum, planlıyorum, kafamda röportajlar yapıyorum, yazılar yazıyorum, şahane yani.
Herkese tavsiye ederim, sabahın körünü kendinize ayırın.
İki kişiyle de olabiliyor ama farklı bir enerji, ben fark ettim ki yalnız yürümekten daha çok keyif alıyorum.
Yazının burasında size, kendimizle baş başa kalmaya ihtiyacımız var gibi bilgece laflar da edebilirim.
Edeyim bari.
Bütün gürültülerden, seslerden, önerilerden, tavsiyelerden uzakta...
Kendini dinliyorsun, fit de oluyorsun.
Daha ne istersin, belánı değil ya!

* * *

Bu sabah yine tatlı tatlı yürürken...
Baktım, karşıdan geliyor...
Lacivert şortlu adam.
Onu her sabah görüyorum.
Tempolu bir şekilde koşuyor, galiba maratona hazırlanıyor.
Parkın bir noktasında mutlaka karşılaşıyoruz.
Önce ufukta, upuzun iki bacak görüyorum. Aslında kadında da erkekte de çok ince, sütun gibi bacaklar beni rahatsız eder, kim bilir belki de çok muntazamlık, defosuzluktur beni huzursuz eden, ama bununkiler etmiyor. Güzel bir gövdesi var, uzaklardan bana doğru koşarken bedenini inceleme fırsatım oluyor, yaklaşınca gözlerimi kaçırıyorum, ama tam yan yana geçerken, işte o anda, birkaç saniyeliğine göz göze geliyoruz.
Bir tür oyun.
Başta duvar gibiydik.
Artık her gün karşılaşa karşılaşa, belli belirsiz bir tebessüm oluştu dudaklarımızda.
Dün alenen kafasıyla selam verdi.
Onunla ilgili bana en sıcak gelen şey, koşarken, sağa çeken arabalar gibi, kafasının, omuzlarının ve bedeninin çok hafiffff sağa çekmesi...

* * *

Kendi kendime...
Hayatta insanın kendini nasıl konumlandırdığı fevkalade önemli, "Düzgün adam yok, varsa da evli, bekársa da gay" dersen ve eklersen: "Hem nerede bende o şans, çıkmıyor işte!"
Çıkmaz anasını satayım...
Sen çıkmayacağına inanmışsın zaten...
Ama bak, ben mesela, her yerde hoş adamlarla tanışıyorum, uçakta, havaalanında, spor salonunda, trafikte, hatta Alya kucağımda Mc Donalds kuyruğunda beklerken...

Onlarla gidecek halim yok...
Ben hayatımdan son derece memnunum...
Sevgilimi seviyorum...
Ama yani başka erkeklerin de beni beğenmesini, arzulamasını istiyorum...
Bu bir enerji...
Yeryüzüne böyle bir enerji vereceksin...
Evlendik diye mezara girecek halimiz yok ya...
Birilerinin bizi beğenmesinde sakınca yok ya...
Derken...
Böyle ipe sapa gelmez ukalalıklar zırvalarken...
Özgüven tavan yapmışken...


* * *

Lacivert şortlu adam durdu.
Tam yanımda...
Zınkkkk diye...
Durdu ve bana bakıyor.
Aman Allah’ım!
Bilin bakalım hissettiğim ilk şey ne oldu?
Hayır efendim heyecan değil, merak değil, coşku değil...

KORKU.

Evet korktum...
Ben kendi kendime, kafamda masum bir şey yaşıyordum, birden bire, bunun ete kemiğe bürünme ihtimali beni feci halde korkuttu...
Gözlerini bana dikti ve "Merhaba" dedi.
Sessizlik.
"Nerelisiniz?"
Sessizlik.
"Benimle kahve içer misiniz?"
Kafamı kaldırdım aklıma geldikçe utanacağım bir şey yaptım.

"Türküm ve evliyim!" dedim.

Türküm ve çalışkanım gibi!
Ve arkama bile bakmadan koşarak oradan uzaklaştım.
Şimdilerde kendime, lacivert şortlu uzun bacaklı adamların koşmadığı yeni bir park arıyorum.



İmge'nin notu: Öncelikle, hâlâ gülüyorum! :) İlk bölümlerde yaşadığı şu özgüven patlamasını anlattığı bölümler pek bir tanıdık geldi! Evli veya bekar her insanın kendini gaza getirdiği ve hızını alamayıp uçup gittiği zamanlar vardır, değil mi? Daha sonra o bakışmalar, beğeniler ve cesur (!) flörtleşmelerin gerçeğe dönüşme ihtimali olduğunda yaşadığı Korku hissi ve "Türk'üm ve Evliyim!" cevabına da gerçekten koptum! Cesaretin, "flörtleşme modu"nun ve rahatlığın dışarı yansıtılan veya zihinden geçirilen bölümü ile gerçek-yaşam uygulaması arasında biraz (!) fark olduğunu görüyoruz! Süper keyifli bir yazı olmuş bence... Ayşe Arman'ın ellerine sağlık!

Prater ve Tarihi Dönme Dolap

Hundertwasser'in rengarenk evlerinden sonra bu kez Prater adı verilen bölgeye gidiyoruz. Burası kocaman bir eğlence ve dinlence alanı diyebiliriz. İçinde bir sürü değişik aletin olduğu bir lunapark ve koruma altında olan koca bir orman bulunuyor. Ama bizim gidiş amacımız ikisi de değil! Biz tarihi dönme dolaba binme niyetindeyiz.

















Vikipedi'den alıntı:

"Prater içinde bulunan lunaparkta Viyana’nın sembollerinden olan Riesenrad (Dönme Dolap) 1896 yılında İmparator I.Franz Joseph’in tahta çıkışının 50. yılı dolayısıyla İngiliz mimar Walter B. Basset’e 30 adet vagonlu olarak yaptırılmıştır. II. Dünya Savaşı’nda hemen hemen tamamı yanmış 1947 yılında 15 vagonlu olarak tekrar hizmete açılmıştır."

İşte o 15 vagondan birinin için yükselmeye başladık:

















Az önce Vikipedi'den alıp, sizinle paylaştığım bilgileri gitmeden önce okumuş olsaydım bu alete biner miydim?! "Tamamı yanmış!" ve "sayı 30 vagondan 15'e inmiş" gibi bilgiler beni biraz dehşete düşürdü doğrusu! Demek ki bilgi sahibi olmak her zaman iyi bir şey olmayabilirmiş! Ya da "fazla bilgi cesaretin düşmanıdır" gibi bir atasözü çıkarabilir miyim acaba buradan? Bunun üzerinde biraz çalışalım bakalım.(Benden sonraki nesillere bir Atasözü bırakma takıntımı hatırlamak isteyenler buraya buyursunlar.)

Aşağıdakiler de dönme dolabın en tepelerindeyken çektiğim bazı resimlerdir. Bu arada ilk resimde de lunaparkı görüyorsunuz:





















Bu arada orada olduğumuz beş gün boyunca yağmur yağan tek akşam da dönme dolaba gittiğimiz akşam oldu. Neyseki vagonların her tarafı kapalı olduğu için problem yaşamadık. Yanımızda şemsiye ve yağmurluk da yoktu, ama Prater'in hemen karşısındaki metro istasyonuna kendimizi atarak otelimize gittik. Yanımıza şemsiyemizi alıp, Viyana konusunda kendisinden sayfalarca bilgi aldığım arkadaşım Cansu'nun önerdiği ve otelimize çok yakın olan Mas! adlı Meksika lokantasına kendimizi attık!

Bugün de çok keyifli bir gün oldu! :)