Her zamanki gibi kocacım dün akşam spor dönüşü önüme yığdığı hediye paketleri ve açtığı şampanya ile doğumgünü haftası etkinliklerini başlattı. Hediyelerimle ilgili bir şey söylemeyeceğim elbette, çok ayıp! Ama hepsine çoook bayıldım! İso'cum uğraşmış ve süper zevkli şeyler hazırlamış bana! Teşekkürler canpaaa! :) Biraz sonra da hazırlanmaya başlayacağım. Merak ettiğim bir restorana yemeğe gidiyoruz. Yorumlarımı yazarım size daha sonra...
Yeni yaşımı aile üyeleri ve arkadaşlarım dışında büyük bir ilgiyle kutlayan diğer bir grup ise üye olduğum ve/veya alışveriş yaptığım siteler oldu. İdefix, Kangurum, Kaburga Sofrası, Hepsiburada, Gitti Gidiyor, Yemek Sepeti, Çeşitli Bankalar, vs, vs...Günümüz gerçeği CRM konusuna kardeşceğizim de daha önceki bir doğumgünü yazısında değinmişti. Benim gibi tüketim çılgınlığından hiçbir zaman nasibini alamamış bir insana bile SMS ve mailler yağıyorsa, alışverişkolikleri falan düşünemiyorum!
Neyse efendim, uzatmaya gerek yok, bir yıl daha su gibi geçip gitti! 30 yaşıma girerken hissettiklerimin aynısı hâlâ geçerli. 31 de güzelmiş! Zaten demiştim size değil mi, 30 psikolojik sınırını aştıktan sonra 35'e ve hatta yeterince gaza gelirsem 40'a kadar kolay kolay yıkılmam! :) 40'ta da feci bir yıkıma uğrayabilirim. Şimdiden herkesi uyarayım!
Şimdi şarkı zamanı:
Muutlu Yıllaaar Baaana!
Muutlu Yıllaaar Baaanaaa!
İyyki Doğdun Canım İmgoşum!! (hahahaaayyt, kendimi seviyor muyum ne!)
Mutlu Yıllaaarr Baanaaa..
Yeni yaşımda önce sağlık, sonra İso'cumla, ailemle ve sevdiklerimle birlikte mutlu bir yaşam, sonra kem keyifli hem kazançlı işler ve sonra da hayal panomdaki ülkelerden en az ikisini daha görmeyi diliyorum! 32'de görüşürüz..:)
Uçak "Kaza"ları

Uçağın düşüş nedeni ile ilgili ortaya dünden beri çeşitli hikayeler atıldı. Motor arızası, yanlış iniş yapıp motoru çarpan pilot, yakıtın bitmesi, aynı uçağın iki gün önce arıza yaptığı için seferinin iptal edilmesi, vs vs... Açıkçası ölümcül bir kaza yaşandığında ilk anlarda büyük olasılıkla heyecanlı muhabirler tarafından "yazılan senaryolar" beni hiç ilgilendirmez. Asıl neden ve bu nedenin ihmalden kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilgisi önemlidir. Ne olursa olsun, yüzlerce canı yüzlerce metre havada ve yüzlerce kilometre hızla bir yerden alıp başka bir yere götüren bir araçla ilgili ihmal olasılığını da asla kabul etmiyorum! Elbette adı üstünde "kaza" diye bir olay var ve bunun önüne geçilemeyen anlar olabilir. Ama binlerce insanın fobisi olan uçak yolculuğunda kazalar affedilebilse de ihmaller kesinlikle affedilmemelidir diye düşünüyorum. Henüz konuyla ilgili çelişkili ifadeler olduğu için THY konusunda kesin bir yargıda bulunmayacağım. (Umarım uçak fobisi yaratacak türde bir ihmal haberi almayız!)
Gelin birtakım istatistiksel verilere göz atalım. Ocak 1989 ile Aralık 2008 arasındaki yirmi yıl boyunca dünyanın değişik havayolu şirketlerinin kaç milyon uçuş gerçekleştirdikleri ve bunlar arasında ölümcül sonuçlar doğuran (en az bir kişinin öldüğü) kazalarını bu linkte bulabilirsiniz. Aşağıda sizler için seçtiğim birkaç tanesi bulunuyor:
(ilk üçe en az kaza yapanlardan en aşina olduğumuz isimleri yerleştirdim)
Delta Airlines - 16,5 milyonda 1
Lufthansa - 7,8 milyonda 1
British Airways - 5,5 milyonda 0
(araya bizim THY'yi..)
THY - 1,86 milyonda 2
(..kendimizi çok da kötü hissetmemek adına aşağıdaki rakamları da ekledim..)
Indian Air Lines - 1,70 milyonda 4
Pakistan International Airlines - 1,18 milyonda 3
China Airlines - 0,76 milyonda 5
Iran Air - 0,76 milyonda 3
Kenya Air - 0,37 milyonda 2
Neyse, oranlara siz de göz atabilirsiniz. THY'nin dünkü kazası ile ilgili de henüz gerçek nedeni bilmiyoruz. Bu listede bahsedilen kazaların da gerçekten "kaza" olup olmadıklarını bilmiyoruz. Yine de havayolu şirketlerine, ülkelerine ve kaza sayılarına baktığım zaman kafamda kocaman soru işaretlerinin oluşmasına engel olamıyorum nedense! Sonuçta elimizde herhangi bir istatistiksel veriye dayanan bir bilgi olmasa da insan yaşamına, mal ve can güvenliğine pek de değer verilmeyen bir ülkede yaşadığımızı en azından hissediyor olmamız gerek. Çok yazık!
Hatırlatma Servisi!! :)
1) Pek çok turizm acentesinin yaz tatili için erken rezervasyon uygulaması başladı ve hatta bitmek üzere olanlar da var. Biz yine ETS'yi incelemeye karar verdiğimiz için onun son gününü sizlere hatırlatmış olayım: 2 Mart'ta bu kampanya sona erecek ve yine uçuk sezon fiyatlarıyla baş başa kalacağız! Yurtdışı turlar için bekleyebilirsiniz, ama tatil köyüne gitmeyi düşünenler için tatillerini önceden kararlaştırmaları bir avantaj olacaktır. Ulaşımınızı da uygun fiyatlar sunan Pegasus'tan ayarlayabilir ve AHL çilesi çekmeden, dolmuşa biner gibi uçağınıza binerek, "küçük olsun, benim olsun" konseptindeki Sabiha Gökçen'den güneye doğru uçmaya başlayabilirsiniz.
2) Benim gibi "Amaan, Mahsun da film çekmekten ne anlarmış!" diye önyargılı davranıp, Beyaz Melek'i izlememiş olanların dikkatine: Bugün saat 20:30'da Türkmax'te bu filmi izleyebilirsiniz! Herkesten duyduğum olumlu yorumlar sonrasında ben de filmi izlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
3) Son hatırlatma da kilo konusunda! Bugün dehşet içinde fark ettim ki bahar aylarının başlamasına bir haftadan az zaman kaldı, ama hâlâ rejim falan yapmayı düşünmek bir yana gecenin köründe peynir tabağı+şarap, bira+Pringles, tatlı+kahve gibi kombinasyonları mideme indirdiğimin farkına vardım. Üstelik ben doğumgününe kadar aldığım 2-3 kiloyu vermiş olmayı hedeflemiştim! Birkaç gün sonraki doğumgünümü değiştiremeyeceğime göre hedefimi değiştirmeye karar vererek bugün 3 günlük meşhur rejimime (Kalp Vakfı Diyeti) başladım. 4. ve 5. gün de bu azmim devam ediyor olur mu bilemem, ama size de baharın ve hatta yazın yaklaştığını hatırlatmak istedim! (Bu sonuncusunun hiç hoşunuza gitmediğini biliyorum, ama her şey siz diyet kardeşliği üyeleri içindi! Yandaki resimde görüldüğü gibi pantolonlarımızın tez zamanda bollaşması dileğiyle!! :))
2) Benim gibi "Amaan, Mahsun da film çekmekten ne anlarmış!" diye önyargılı davranıp, Beyaz Melek'i izlememiş olanların dikkatine: Bugün saat 20:30'da Türkmax'te bu filmi izleyebilirsiniz! Herkesten duyduğum olumlu yorumlar sonrasında ben de filmi izlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Koca Bir Aşk Çığlığı
Geçen hafta Çarşamba günü Garajistanbul'daki "Bayrak" oyununu izlemeden önce Beyoğlu'nda tur atarken "Koca Bir Aşk Çığlığı" adlı oyunun Cuma günü Muammer Karaca Tiyatrosu'nda oynayacağını gördüm. Selçuk Yöntem ve Tilbe Saran'ın oynadıkları bu oyunu izlemeyi çok istiyordum, ama Biletix'ten takip ettiğim kadarıyla genelde Caddebostan'da oynuyorlardı. Şubat ayının oyunlarına da bakmayı unutmuşum demek ki.. Bir anda afişi karşıma çıkınca çok sevindim. Hemen gişeye gittim ve dördüncü sırada yer olduğunu öğrenince daha da sevindim.
Josiane Balasko'nun yazdığı ve Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği oyunun konusu şöyle: (oyunun tanıtımından alıntıdır)
"Bir zamanların efsanevi oyuncusu Hugo Martial (Selçuk Yöntem ) yıllar sonra iki kişilik bir oyunla sahnelere dönmeye hazırlanmaktadır. Heyecanlı ve endişelidir. Ama provanın ilk gününde diğer oyuncunun oyunu bıraktığını öğrenir. Menajer (Ömer Akgüllü) ve yönetmen (Bekir Aksoy ) duruma bir çare ararlar. Hugo Martial ya on yıl önce ayrıldığı umutsuzca hatırlanmayı bekleyen alkol tedavisinden yeni çıkmış eski eşi Gigi Ortega (Tilbe Saran) ile oynamaya razı olacak yada hem unutulmuşluğa geri dönecek hem de bütün ekibi işsiz bırakacaktır. Çaresizce son bir kez bir araya gelirler ve cehennem başlar !"

Selçuk Yöntem'e zaten bayılırım. Tilbe Saran'ın oyunculuğunu ilk kez Zuhal Olcay'la birlikte rol aldığı Natalie'de izlemiştim. Orada da çok beğenmiştim, bu oyunda da rolüne çok yakıştığını düşünüyorum. O kadar zorlamasız bir oyunculuk sergiliyorlar ki gerçekten de hem birbirlerini yiyen hem de çok seven bir çift olduklarını düşünüyorsunuz. Oyun içinde oyun sayılabilecek bu tiyatro oyununda gerçek tiyatrocuların kişiyi zorlayan birtakım duyguları aktarırlarkenki başarılarını müthiş bir keyifle izleyeceksiniz. Örneğin, Selçuk Yöntem'in tek bir bakışında "senin için içim gidiyor, ama çaktırmıyorum" ya da "kendine zarar verdiğin için seni aşağılayıp, acınası bulduğuma bakma; aslında senin için çok üzülüyorum" ifadelerini görebiliyorsunuz. Bir de o muhteşem ses tonu eklenince zaten mest oluyorsunuz. Bu arada gay yönetmen rolündeki Bekir Aksoy da çok başarılıydı.
Oyundan çıkarken düşündüğüm bir nokta da oyunun çok başarılı bir şekilde Türkçeleştirildiği oldu. Elimdeki broşürden gördüğüm kadarıyla bunu yapan kişi de Zeynep Avcı'ymış. Özel bir tebrik de kendisine göndermek istiyorum, çünkü iyi yapılmamış bir çevirinin kulaklarımızı feci şekilde rahatsız ettiğini düşünüyorum.
Bu muhteşem oyunu ve oyunculukları kesinlikle kaçırmamalısınız. Bilet almak için buraya buyrun lütfen!
(Not: Resmi buradan aldım. Önceki oyunlarda Hazım Körmükçü oynuyormuş, ancak artık onun yerine Ömer Akgüllü oynadığı için kendisini resim dışı bıraktım! :))
Josiane Balasko'nun yazdığı ve Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği oyunun konusu şöyle: (oyunun tanıtımından alıntıdır)
"Bir zamanların efsanevi oyuncusu Hugo Martial (Selçuk Yöntem ) yıllar sonra iki kişilik bir oyunla sahnelere dönmeye hazırlanmaktadır. Heyecanlı ve endişelidir. Ama provanın ilk gününde diğer oyuncunun oyunu bıraktığını öğrenir. Menajer (Ömer Akgüllü) ve yönetmen (Bekir Aksoy ) duruma bir çare ararlar. Hugo Martial ya on yıl önce ayrıldığı umutsuzca hatırlanmayı bekleyen alkol tedavisinden yeni çıkmış eski eşi Gigi Ortega (Tilbe Saran) ile oynamaya razı olacak yada hem unutulmuşluğa geri dönecek hem de bütün ekibi işsiz bırakacaktır. Çaresizce son bir kez bir araya gelirler ve cehennem başlar !"

Selçuk Yöntem'e zaten bayılırım. Tilbe Saran'ın oyunculuğunu ilk kez Zuhal Olcay'la birlikte rol aldığı Natalie'de izlemiştim. Orada da çok beğenmiştim, bu oyunda da rolüne çok yakıştığını düşünüyorum. O kadar zorlamasız bir oyunculuk sergiliyorlar ki gerçekten de hem birbirlerini yiyen hem de çok seven bir çift olduklarını düşünüyorsunuz. Oyun içinde oyun sayılabilecek bu tiyatro oyununda gerçek tiyatrocuların kişiyi zorlayan birtakım duyguları aktarırlarkenki başarılarını müthiş bir keyifle izleyeceksiniz. Örneğin, Selçuk Yöntem'in tek bir bakışında "senin için içim gidiyor, ama çaktırmıyorum" ya da "kendine zarar verdiğin için seni aşağılayıp, acınası bulduğuma bakma; aslında senin için çok üzülüyorum" ifadelerini görebiliyorsunuz. Bir de o muhteşem ses tonu eklenince zaten mest oluyorsunuz. Bu arada gay yönetmen rolündeki Bekir Aksoy da çok başarılıydı.
Oyundan çıkarken düşündüğüm bir nokta da oyunun çok başarılı bir şekilde Türkçeleştirildiği oldu. Elimdeki broşürden gördüğüm kadarıyla bunu yapan kişi de Zeynep Avcı'ymış. Özel bir tebrik de kendisine göndermek istiyorum, çünkü iyi yapılmamış bir çevirinin kulaklarımızı feci şekilde rahatsız ettiğini düşünüyorum.
Bu muhteşem oyunu ve oyunculukları kesinlikle kaçırmamalısınız. Bilet almak için buraya buyrun lütfen!
(Not: Resmi buradan aldım. Önceki oyunlarda Hazım Körmükçü oynuyormuş, ancak artık onun yerine Ömer Akgüllü oynadığı için kendisini resim dışı bıraktım! :))
Rahat Yaşamaya Övgü
Dün akşam Tiyatro Pera tarafından sahnelenen "Rahat Yaşamaya Övgü" adlı kabareyi izledik. Hem de oyunun vokal yönetmenliğini yapan, yıllardır piyano tuşlarında gezinen maharetli parmaklarıyla ve muhteşem sesiyle bizi bir kez daha büyüleyen arkadaşım Ezgi Kasapoğlu'nun davetlisi olarak. (Benim Ezgi'nin sesine olan hayranlığım ta ilkokul yıllarına dayanır. Ama karı-koca ilk büyülenişimiz geçen seneki Pera Piyano Festivali'nde olmuştu. Hatırlamak isteyenler buraya!)
Rahat Yaşamaya Övgü, Bertolt Brecht'in üç oyunundan ve faşizm üzerine yazılarından oluşturulmuş bir oyun. Bu oyunları ve yazıları dilimize uyarlayan ve yöneten isim de Nesrin Kazankaya. Halen İstanbul Devlet Tiyatrosu, Pera Güzel Sanatlar ve Tiyatro Pera’da çalışan sanat yönetmeni, oyuncu, rejisör, yazar, çevirmen ve tiyatro eğitmeni Nesrin Kazankaya'nın Venedik Taciri oyununda gördüğümüz eleştirel tarzını bu oyunda da görmek mümkün.
Bu kabarenin Brecht'in üç oyunundan oluşan bir oyun olduğunu söylemiştim. Bu oyunlar "Schweyk İkinci Dünya Savaşı'nda", "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ve "Üç Kuruşluk Opera" oyunlarıydı. Üç oyunda da temel olarak anlatılan kapitalist sömürü düzeni, faşizmin yükselişini ve bu konuda küçük burjuvanın vurdumduymaz tavrı ve ahlak anlayışıydı.
1930'ların Londra'sı ve Chicago'su ile 1943 yılında Alman işgali altındaki Prag şehrinde geçen bu hikayelerin günümüz dünyasında yaşananlarla olan benzerliğini görünce şaşıracaksınız. Seçimlerde büyük çoğunlukla iktidara gelen Hitler'in tarzı size pek bir tanıdık gelecek! Çete liderlerlerinin ortaya çıkışları, ekonomik bunalım sırasında gangsterlerin ortalıkta cirit atmaları, masum ve zeki insanların kelepçelenip götürülmeleri gibi olayları da pek yadırgamadan izleyeceksiniz, çünkü hiçbiri aslında ilk kez gördüğünüz hikayeler olmayacak! Elini başına koyup, dertli dertli "Aramızdan çıktı bu kanlı kasap, onu biz besledik, bu nasıl hesap?" diye düşünenleri anlayacaksınız. Oyunun sonunda ise Brecht'in şu sözleri aklınıza düşecek: "Kapitalizm çarkı zorbalığa başvurulmazsa dönememektedir. Koşullar ne denli kötüleşirse, akıl da o denli azalır." İster istemez bu vahşi düzenin neresinde olduğunuzu düşüneceksiniz. Vardığınız sonuçlar çok iç açıcı olmayabilir, ama zaten asıl acı veren bakmak değil görmektir, öyle değil mi?
Neyse, sonuç olarak bu güzel oyunda emeği geçen tüm oyunculara, orkestraya, uyarlayan ve yöneten Nesrin Kazankaya'ya ve ekibin kalanına teşekkürlerimizi yollayarak bu yazıyı noktalayalım. Hem oyuncuların hem de orkestranın bir parçası sayılabilecek Ezgi'ye de ayrıca teşekkür ediyorum. (Tahmin edebileceğiniz üzere piyanonun başındaki ve mikrofonun arkasındaki fıstık Ezgi oluyor. :) Süperdin arkadaşım!)
Yalnız salonla ilgili ufak bir eleştiri yapmazsam olmaz. Oyun bittiğinde burnumu ve ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Üstüme şal ve İso'cumun montunu örtmeme rağmen bir türlü ısınamadım diyebilirim. İki sıra önümüzde oturan Şener Şen de ikinci yarıyı montunu çıkarmadan izledi. Kürklerine sarınmış ve burnu kızarmış teyzeler ve ilk yarıda dışarı çıkıp çay içerek ısınmaya çalışanlar vardı. Yani kısacası salon soğuktu! Şener Şen gibi usta bir isimden dakikalarca alkış alan bir ekibin bu durumun farkına varamayacak kadar ısınmış olacağını düşünerek, seyirci açısından önemli olabilecek bu naçizane noktayı da belirteyim dedim.
Biletler için Tiyatro Pera Gişe Tel: 0-212-245 44 60 Ya da Biletix'e de uğrayabilirsiniz.
İyi seyirler..
Bu kabarenin Brecht'in üç oyunundan oluşan bir oyun olduğunu söylemiştim. Bu oyunlar "Schweyk İkinci Dünya Savaşı'nda", "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ve "Üç Kuruşluk Opera" oyunlarıydı. Üç oyunda da temel olarak anlatılan kapitalist sömürü düzeni, faşizmin yükselişini ve bu konuda küçük burjuvanın vurdumduymaz tavrı ve ahlak anlayışıydı.
1930'ların Londra'sı ve Chicago'su ile 1943 yılında Alman işgali altındaki Prag şehrinde geçen bu hikayelerin günümüz dünyasında yaşananlarla olan benzerliğini görünce şaşıracaksınız. Seçimlerde büyük çoğunlukla iktidara gelen Hitler'in tarzı size pek bir tanıdık gelecek! Çete liderlerlerinin ortaya çıkışları, ekonomik bunalım sırasında gangsterlerin ortalıkta cirit atmaları, masum ve zeki insanların kelepçelenip götürülmeleri gibi olayları da pek yadırgamadan izleyeceksiniz, çünkü hiçbiri aslında ilk kez gördüğünüz hikayeler olmayacak! Elini başına koyup, dertli dertli "Aramızdan çıktı bu kanlı kasap, onu biz besledik, bu nasıl hesap?" diye düşünenleri anlayacaksınız. Oyunun sonunda ise Brecht'in şu sözleri aklınıza düşecek: "Kapitalizm çarkı zorbalığa başvurulmazsa dönememektedir. Koşullar ne denli kötüleşirse, akıl da o denli azalır." İster istemez bu vahşi düzenin neresinde olduğunuzu düşüneceksiniz. Vardığınız sonuçlar çok iç açıcı olmayabilir, ama zaten asıl acı veren bakmak değil görmektir, öyle değil mi?
Neyse, sonuç olarak bu güzel oyunda emeği geçen tüm oyunculara, orkestraya, uyarlayan ve yöneten Nesrin Kazankaya'ya ve ekibin kalanına teşekkürlerimizi yollayarak bu yazıyı noktalayalım. Hem oyuncuların hem de orkestranın bir parçası sayılabilecek Ezgi'ye de ayrıca teşekkür ediyorum. (Tahmin edebileceğiniz üzere piyanonun başındaki ve mikrofonun arkasındaki fıstık Ezgi oluyor. :) Süperdin arkadaşım!)
Yalnız salonla ilgili ufak bir eleştiri yapmazsam olmaz. Oyun bittiğinde burnumu ve ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Üstüme şal ve İso'cumun montunu örtmeme rağmen bir türlü ısınamadım diyebilirim. İki sıra önümüzde oturan Şener Şen de ikinci yarıyı montunu çıkarmadan izledi. Kürklerine sarınmış ve burnu kızarmış teyzeler ve ilk yarıda dışarı çıkıp çay içerek ısınmaya çalışanlar vardı. Yani kısacası salon soğuktu! Şener Şen gibi usta bir isimden dakikalarca alkış alan bir ekibin bu durumun farkına varamayacak kadar ısınmış olacağını düşünerek, seyirci açısından önemli olabilecek bu naçizane noktayı da belirteyim dedim.
Biletler için Tiyatro Pera Gişe Tel: 0-212-245 44 60 Ya da Biletix'e de uğrayabilirsiniz.
İyi seyirler..
Krek Tiyatro'dan Süper Bir Oyun: Bayrak
Yeni yeni tiyatro gruplarının var olduğunu öğrenince çok seviniyorum. DOT'ta, Tiyatro Z'de, Tiyatro Birileri ve Altıdan Sonra Tiyatro'da da aynı şeyi hissetmiştim. Kendilerini tiyatroya adamış genç topluluklar beni inanılmaz umutlandırıyor. Hani "yeri doldurulamayacak sanatçıları kaybediyoruz" diye üzülüyoruz ya. Belki de bu gruplar arasından da ileride "yeri doldurulamayacak başka sanatçılar" yetişiyordur. Neyse, dün de spordan bir arkadaşım sayesinde ve onunla birlikte Garajistanbul'daki Bayrak adlı oyuna gittik. Bu oyunu sahneye koyanlar da Krek Tiyatro'ymuş. İsimlerini ilk kez duydum, ama oyuncuların hepsi de tanıdık. Hepsini televizyonda oynayan ünlü dizilerden tanırsınız. Ama ne mutlu ki yalnızca dizi oyuncuları değiller. Tiyatrodan hiç kopmamış ve büyük bir özveriyle her Çarşamba saat hem 18:00'de hem de 21:00'de Garajistanbul'da yeni oyunlarını oynamaya devam edecek gerçek sanatçılardan oluşan bir grup bu. (Toplamda bir saat bile ara vermeden aynı akşam iki defa böyle bir oyunu sergilemek de başlı başına zor bir şey olsa gerek!)
Bayrak'ı yazan ve yöneten Berkun Oya. Oyunun ismi sizi yanıltmasın. Buradaki bayrağın bildiğimiz anlamda bayrak ile hiçbir ilgisi yok. Oyunda bir anne-babanın iki oğlunun başrolde oldukları ve gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden sayılabilecek olaylardan yola çıkılarak sevgi ve kıskançlık kavramları irdeleniyor. Ama karakterlerin detayına indikçe başta üçüncü sayfa haberi olarak yorumladığınız bu olaylar size o kadar da uzak gelmemeye başlıyor. Oyunun konusundan henüz hiçbir yerde bahsedilmediği için ve arkadaşım da oyun öncesinde oyunculardan birine sorduğunda "Süpriz!" yanıtı aldığı için daha fazla detaya girmiyorum. Yalnızca son bir soru: "Sevdiğinizin sevdiği kişiye zarar verir miydiniz?" Düşünün bakalım!
Oyunculara gelince... Anne ve baba rolünü iki usta tiyatrocu Ayten Uncuoğlu ve Köksal Engür paylaşıyorlar. O kısacık rollerinin bile hakkını öyle bir veriyorlar ki! Ayten Uncuoğlu ismini çıkaramayanlar için hemen hatırlatayım: Aliye dizisindeki cadı kaynana! :) Ustalar açılışı yapıp çekildikten sonra sahne genç oyuncuların ustalıklarını sergilemeleri için hazır. Ağabey (Okan Yalabık) ve kardeş (Ali Atay) inanılmaz başarılılar. Ali Atay'ın rolünün daha zor olduğunu düşünerek ona biraz daha fazla puan bile verebilirim bu seferlik. Ama genç oyuncular arasında biraz daha önde olduğunu düşündüğüm isim kardeşin eşi rolündeki Canan Ergüder oldu. Çok zor bir rolü ve karakteri öylesine başarıyla canlandırdı ki onu izlerken ağzım açık öylece kalakaldığımı fark ettiğim zamanlar oldu. Birinci perdenin sonunda Ali Atay'la birlikte rol aldıkları kavga sahnesi inanılmaz etkileyiciydi! Canan Ergüder'i de Binbir Gece'ye sonrada katılan "kötü sarışın" ya da "Tardu Flordun'la dizi setinde başlayan aşkı" ile hatırlamanız mümkündür. Üsküdar Amerikan Lisesi'nden mezun olduktan sonra Franklin and Marshall College'da aldığı sosyoloji ve tiyatro eğitiminin ve hemen ardından da New York Actors Studio Drama School'da oyunculuk üzerine yüksek lisans yaptığının genellikle bizler için bir önemi yoktur. The Workshop Theater Company'ye bağlı olarak oynadığı Graceland ve Rattlesnake adlı oyunlardaki performansıyla tiyatro kritiklerinden olumlu eleştiriler almış da olabilir, ama bizim için varsa yoksa "kocasından Kerem için boşanıp boşanmadığı" önemlidir. İşini iyi yapan oyuncuların en zorlandıkları bölüm bu olsa gerek diye düşünüyorum. Yaptıkları işle hiç ilgisi olmayan ve normal şartlarda "sana ne!" diyecekleri soru ve durumları idare etmek zorunda olmak eminim çok yıpratıcıdır. Valla benim için Canan Ergüder'in kocasından boşanmasında hiçbir sakınca yok! Tardu Flordun'la birliktelerse de birbirlerine çok yakışırlar. Ben kendisini Bayrak oyununda olduğu gibi ağzım açık izleyebildiğim sürece takdir ederim. O kadar! Gerisi kimseyi ilgilendirmemeli ve böyle yetenekleri de yıldırmak yerine kazanmanın (ya da en azından kaçırmamanın) yollarını bulmalıyız diye düşünüyorum.
Sinirlenmiyoruz, bardağın dolu tarafını görüyoruz, iyi ki böyle genç ve başarılı oyuncularımız var diyor ve oyuna bilet almak için Garajistanbul'u arıyoruz. (Tel: 0212-244 44 99) Sunulmayan (!) bir hizmet için 25 TL yerine 28,5 TL vermek isteyenler Biletix'ten de bilet alabilirler. (Biliyorsunuz, Biletix ve Bedaş daima "tüm zamanların gıcıkları" listemin ilk üçünde yer alıyorlar!)
İyi seyirler..
Oyunculara gelince... Anne ve baba rolünü iki usta tiyatrocu Ayten Uncuoğlu ve Köksal Engür paylaşıyorlar. O kısacık rollerinin bile hakkını öyle bir veriyorlar ki! Ayten Uncuoğlu ismini çıkaramayanlar için hemen hatırlatayım: Aliye dizisindeki cadı kaynana! :) Ustalar açılışı yapıp çekildikten sonra sahne genç oyuncuların ustalıklarını sergilemeleri için hazır. Ağabey (Okan Yalabık) ve kardeş (Ali Atay) inanılmaz başarılılar. Ali Atay'ın rolünün daha zor olduğunu düşünerek ona biraz daha fazla puan bile verebilirim bu seferlik. Ama genç oyuncular arasında biraz daha önde olduğunu düşündüğüm isim kardeşin eşi rolündeki Canan Ergüder oldu. Çok zor bir rolü ve karakteri öylesine başarıyla canlandırdı ki onu izlerken ağzım açık öylece kalakaldığımı fark ettiğim zamanlar oldu. Birinci perdenin sonunda Ali Atay'la birlikte rol aldıkları kavga sahnesi inanılmaz etkileyiciydi! Canan Ergüder'i de Binbir Gece'ye sonrada katılan "kötü sarışın" ya da "Tardu Flordun'la dizi setinde başlayan aşkı" ile hatırlamanız mümkündür. Üsküdar Amerikan Lisesi'nden mezun olduktan sonra Franklin and Marshall College'da aldığı sosyoloji ve tiyatro eğitiminin ve hemen ardından da New York Actors Studio Drama School'da oyunculuk üzerine yüksek lisans yaptığının genellikle bizler için bir önemi yoktur. The Workshop Theater Company'ye bağlı olarak oynadığı Graceland ve Rattlesnake adlı oyunlardaki performansıyla tiyatro kritiklerinden olumlu eleştiriler almış da olabilir, ama bizim için varsa yoksa "kocasından Kerem için boşanıp boşanmadığı" önemlidir. İşini iyi yapan oyuncuların en zorlandıkları bölüm bu olsa gerek diye düşünüyorum. Yaptıkları işle hiç ilgisi olmayan ve normal şartlarda "sana ne!" diyecekleri soru ve durumları idare etmek zorunda olmak eminim çok yıpratıcıdır. Valla benim için Canan Ergüder'in kocasından boşanmasında hiçbir sakınca yok! Tardu Flordun'la birliktelerse de birbirlerine çok yakışırlar. Ben kendisini Bayrak oyununda olduğu gibi ağzım açık izleyebildiğim sürece takdir ederim. O kadar! Gerisi kimseyi ilgilendirmemeli ve böyle yetenekleri de yıldırmak yerine kazanmanın (ya da en azından kaçırmamanın) yollarını bulmalıyız diye düşünüyorum.
Sinirlenmiyoruz, bardağın dolu tarafını görüyoruz, iyi ki böyle genç ve başarılı oyuncularımız var diyor ve oyuna bilet almak için Garajistanbul'u arıyoruz. (Tel: 0212-244 44 99) Sunulmayan (!) bir hizmet için 25 TL yerine 28,5 TL vermek isteyenler Biletix'ten de bilet alabilirler. (Biliyorsunuz, Biletix ve Bedaş daima "tüm zamanların gıcıkları" listemin ilk üçünde yer alıyorlar!)
İyi seyirler..
Tahsin Amcamızın Ardından...
Aralık ayının ortaları.. Bir akşam üzeri telefonum çalıyor. Zaten o aralar telefonum çok çalıyor.. Ben de çok arama yapıyorum. Çünkü anneannemin durumu kötüleştiği için hastaneye kaldırıldığı dönemler ve annem de Ankara'da onun yanında. O yüzden sürekli haberleşiyoruz. Ama bu kez (212) ile başlayan bir numaradan aranıyorum.
- "İmge Hanım?"
- "Benim, buyrun.."
- "Gönül Ülkü & Gazanfer Özcan Tiyatrosu'ndan arıyoruz. 27 Aralık Cumartesi günü "Bak Sen İşin tuhafına" oyunu için bilet ayırtmışsınız ancak Gazanfer Bey'in rahatsızlığından dolayı bu tarihlerdeki oyunların iptal olduğunu bildirmek için aradık."

İçim bir tuhaf oluyor. Bir an için anneannem dışında yaklaşık aynı yaşlarda hem yabancı hem de çok tanıdık bir başkası için daha çok üzülüyorum. İnşallah bir an önce iyileşir ve çıkar hastaneden diye düşünüyorum. Avrupa Yakası'nda o hafta oynamadığını görünce içim burkuluyor. Biletix'ten sürekli oyununun başlayıp başlamadığını kontrol ediyorum.
Birkaç hafta sonra Gazanfer Özcan taburcu oluyor. Oyun tarihleri hâlâ yayınlanmadı, ama en azından diziye döndü. Tahsin Baba, göbeğinin üstüne çektiği pantolonu ve askılarıyla salondaki koltuğuna oturdu. Yaşasın! (Bu arada Gülse Birsel de hem yeni nesillere hem de tiyatroyla çok da ilgili olmayan geniş bir izleyici kitlesine bu büyük ustayı böylesine keyifli bir projeyle tanıtarak ve hatırlatarak kocaman bir teşekkürü hak ediyor bence.)
Bu arada anneanneciğim de yaklaşık bir ay hastanede kaldıktan sonra taburcu oluyor. O sıralar ben de Ankara'ya gidiyorum. Anneannem halsiz ve kullandığı ilaçların yan etkisi olarak gözlerinde katarakt başlamış, ama yine de doktorların katarakt ameliyatı yapmayı kabul edecekleri bir aşamaya gelmiş durumda. (Bu önemli bir gelişme, çünkü birkaç hafta önce ameliyat yapmayı istememişlerdi.) Ben oradayken ameliyat oluyor. Hepimizi görmeye başlıyor. Gözleri açıldıktan sonra daha çok konuşmaya, gülmeye, yaşama katılmaya başlıyor. (Hepimiz hayal olduğunu bilsek de) baharda İstanbul'a gelmesinin hayallerini kuruyoruz hep birlikte. Annem Ankara'dan onu alacak, sonra bana gelecekler, sonra da anneannemi istediği yerlere götüreceğiz.
- "Nereye gitmek istersin şekerim?"
- "Boğazda vapurla tur yapalım.."
- "Tamam, başka?"
- "Ortaköy'e gidelim..."
- "Başka?"
- "Bir de sen bizi bir yere götürmüştün hani annenle, şöyle en tepeden köprüyü Boğaz'ı görüyordu.. Ne güzel bir manzaraydı, oraya da gidelim."
- "Anlaştık şekerim, sen bahara kadar iyice güç topla, hepsine gidelim tekrar olur mu?" (Hisarüstü'ndeki Doğatepe'den bahsediyor küçük kadın..)
- "Olur!" (Sesi nasıl da kararlı çıkıyor. Anneanneme hiç de hayal gibi gelmiyor bu planlar herhalde! Gerçekten istiyor ve yapacağını düşünüyor. Bizi bile inandırıyor bu bahar planlarına..Bir an çok umutlanıyoruz. Yaşasın!)
Bundan yaklaşık bir hafta, on gün sonra anneannem artık konuşamamaya, doğru düzgün yemek yiyememeye, adımını bile atacak hali bulamamaya başlıyor. Vücudundaki tüm kaslar yorgun düşmüş ve hatta grevde! Annem Ankara'dan döneli henüz on gün bile olmamışken yine anneannemin yanına gidiyor. Ben de o haftanın sonunda gitmeyi planlıyorum. Ankara'dan haberler hiç de iç açıcı değil!
Tam da bu aralar Gazanfer Özcan'ın bir kez daha yoğun bakıma kaldırıldığı haberini alıyoruz. Yine dizide yok! Dizideki yokluğu beni çok üzüyor.. Dilber Hala'nın onu dirseğiyle dürtüp "dipçik gibisin yine" diyememesi ya da Burhan Abi'nin içeri girip "N'aber ehtiyar?" diye soramaması feci dokunuyor! Amerikan Hastanesi'nden haberler de hiç iç açıcı değil!
Anneannemle Gazanfer Özcan'ın son sağlık durumlarını birbileriyle o kadar özdeşleştirmişim ki anneannemin haberini aldığım 5 Şubat Perşembe gecesi hemen Internet'e girip Gazanfer Özcan'la ilgili bir haber var mı diye bakıyorum. Neyse ki yok! Ama hâlâ hastanede olduğu için rahat bir "Oh" çekemiyorum! Hatta olumsuz düşünmemeye çalışıyorum, ama artık onun için de sanki perdeler kapanacakmış gibi bir hisse kapılıyorum.

Ve dün akşam kötü haber geliyor! İnanılmaz üzüldüğümü söyleyebilirim. Sadece ekrandan tanıdığım bir insan için bu kadar üzüntü duymam bir ilk oldu benim için. (Belki bir de Adile Naşit olabilir, ama onun ölümünde de çocuk sayılırdım, o yüzden çok net hatırlamıyorum neler hissettiğimi.) Son zamanlarda kendi anneannemi kaybetmemin yarattığı hassasiyet mi bilmiyorum, ama Gazanfer Özcan'ın gidişine gerçekten çok üzüldüm. Hem Tahsin Amca olarak hem de geçen sene izlediğimiz Öp Babanın Elini adlı oyunundaki muhteşem performansıyla ve herkes tarafından benimsenen "ailemizin babası" duruşuyla on yıllardır tiyatroya emek veren bu saygın ve büyük ustanın da nur içinde yatmasını diliyorum. Yeni sezon oyununu izleyip, kendisini bir kez daha sahnede görmek mümkün olmadı ne yazık ki.
(Yarın neyin mümkün olup olmayacağını biliyor muyuz sanki? Aralık ayında hastane haberlerini aldığımızda hem anneannem hem de Gazanfer Özcan için sayılı haftalar kaldığını biliyor muyduk? Yaşamla ölümün bu kadar iç içe olması da böyle acımasız bir durum işte! Bir varsın bir yoksun! O kadar! Bu aralar kafayı feci taktım bu işe zaten. Bu koşulların var olduğu bir hayat nasıl anlamlandırılır ki?! neyse, bu başka bir yazının konusu olabilir. Burada kesiyorum o yüzden..)
Başta Gönül Ülkü, çocukları ve torunları olmak üzere Gazanfer Özcan'ın ailesine ve yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.
Huzur içinde uyu, Tahsin Amca!
- "İmge Hanım?"
- "Benim, buyrun.."
- "Gönül Ülkü & Gazanfer Özcan Tiyatrosu'ndan arıyoruz. 27 Aralık Cumartesi günü "Bak Sen İşin tuhafına" oyunu için bilet ayırtmışsınız ancak Gazanfer Bey'in rahatsızlığından dolayı bu tarihlerdeki oyunların iptal olduğunu bildirmek için aradık."

İçim bir tuhaf oluyor. Bir an için anneannem dışında yaklaşık aynı yaşlarda hem yabancı hem de çok tanıdık bir başkası için daha çok üzülüyorum. İnşallah bir an önce iyileşir ve çıkar hastaneden diye düşünüyorum. Avrupa Yakası'nda o hafta oynamadığını görünce içim burkuluyor. Biletix'ten sürekli oyununun başlayıp başlamadığını kontrol ediyorum.
Birkaç hafta sonra Gazanfer Özcan taburcu oluyor. Oyun tarihleri hâlâ yayınlanmadı, ama en azından diziye döndü. Tahsin Baba, göbeğinin üstüne çektiği pantolonu ve askılarıyla salondaki koltuğuna oturdu. Yaşasın! (Bu arada Gülse Birsel de hem yeni nesillere hem de tiyatroyla çok da ilgili olmayan geniş bir izleyici kitlesine bu büyük ustayı böylesine keyifli bir projeyle tanıtarak ve hatırlatarak kocaman bir teşekkürü hak ediyor bence.)
Bu arada anneanneciğim de yaklaşık bir ay hastanede kaldıktan sonra taburcu oluyor. O sıralar ben de Ankara'ya gidiyorum. Anneannem halsiz ve kullandığı ilaçların yan etkisi olarak gözlerinde katarakt başlamış, ama yine de doktorların katarakt ameliyatı yapmayı kabul edecekleri bir aşamaya gelmiş durumda. (Bu önemli bir gelişme, çünkü birkaç hafta önce ameliyat yapmayı istememişlerdi.) Ben oradayken ameliyat oluyor. Hepimizi görmeye başlıyor. Gözleri açıldıktan sonra daha çok konuşmaya, gülmeye, yaşama katılmaya başlıyor. (Hepimiz hayal olduğunu bilsek de) baharda İstanbul'a gelmesinin hayallerini kuruyoruz hep birlikte. Annem Ankara'dan onu alacak, sonra bana gelecekler, sonra da anneannemi istediği yerlere götüreceğiz.
- "Nereye gitmek istersin şekerim?"
- "Boğazda vapurla tur yapalım.."
- "Tamam, başka?"
- "Ortaköy'e gidelim..."
- "Başka?"
- "Bir de sen bizi bir yere götürmüştün hani annenle, şöyle en tepeden köprüyü Boğaz'ı görüyordu.. Ne güzel bir manzaraydı, oraya da gidelim."
- "Anlaştık şekerim, sen bahara kadar iyice güç topla, hepsine gidelim tekrar olur mu?" (Hisarüstü'ndeki Doğatepe'den bahsediyor küçük kadın..)
- "Olur!" (Sesi nasıl da kararlı çıkıyor. Anneanneme hiç de hayal gibi gelmiyor bu planlar herhalde! Gerçekten istiyor ve yapacağını düşünüyor. Bizi bile inandırıyor bu bahar planlarına..Bir an çok umutlanıyoruz. Yaşasın!)
Bundan yaklaşık bir hafta, on gün sonra anneannem artık konuşamamaya, doğru düzgün yemek yiyememeye, adımını bile atacak hali bulamamaya başlıyor. Vücudundaki tüm kaslar yorgun düşmüş ve hatta grevde! Annem Ankara'dan döneli henüz on gün bile olmamışken yine anneannemin yanına gidiyor. Ben de o haftanın sonunda gitmeyi planlıyorum. Ankara'dan haberler hiç de iç açıcı değil!
Tam da bu aralar Gazanfer Özcan'ın bir kez daha yoğun bakıma kaldırıldığı haberini alıyoruz. Yine dizide yok! Dizideki yokluğu beni çok üzüyor.. Dilber Hala'nın onu dirseğiyle dürtüp "dipçik gibisin yine" diyememesi ya da Burhan Abi'nin içeri girip "N'aber ehtiyar?" diye soramaması feci dokunuyor! Amerikan Hastanesi'nden haberler de hiç iç açıcı değil!
Anneannemle Gazanfer Özcan'ın son sağlık durumlarını birbileriyle o kadar özdeşleştirmişim ki anneannemin haberini aldığım 5 Şubat Perşembe gecesi hemen Internet'e girip Gazanfer Özcan'la ilgili bir haber var mı diye bakıyorum. Neyse ki yok! Ama hâlâ hastanede olduğu için rahat bir "Oh" çekemiyorum! Hatta olumsuz düşünmemeye çalışıyorum, ama artık onun için de sanki perdeler kapanacakmış gibi bir hisse kapılıyorum.

Ve dün akşam kötü haber geliyor! İnanılmaz üzüldüğümü söyleyebilirim. Sadece ekrandan tanıdığım bir insan için bu kadar üzüntü duymam bir ilk oldu benim için. (Belki bir de Adile Naşit olabilir, ama onun ölümünde de çocuk sayılırdım, o yüzden çok net hatırlamıyorum neler hissettiğimi.) Son zamanlarda kendi anneannemi kaybetmemin yarattığı hassasiyet mi bilmiyorum, ama Gazanfer Özcan'ın gidişine gerçekten çok üzüldüm. Hem Tahsin Amca olarak hem de geçen sene izlediğimiz Öp Babanın Elini adlı oyunundaki muhteşem performansıyla ve herkes tarafından benimsenen "ailemizin babası" duruşuyla on yıllardır tiyatroya emek veren bu saygın ve büyük ustanın da nur içinde yatmasını diliyorum. Yeni sezon oyununu izleyip, kendisini bir kez daha sahnede görmek mümkün olmadı ne yazık ki.
(Yarın neyin mümkün olup olmayacağını biliyor muyuz sanki? Aralık ayında hastane haberlerini aldığımızda hem anneannem hem de Gazanfer Özcan için sayılı haftalar kaldığını biliyor muyduk? Yaşamla ölümün bu kadar iç içe olması da böyle acımasız bir durum işte! Bir varsın bir yoksun! O kadar! Bu aralar kafayı feci taktım bu işe zaten. Bu koşulların var olduğu bir hayat nasıl anlamlandırılır ki?! neyse, bu başka bir yazının konusu olabilir. Burada kesiyorum o yüzden..)
Başta Gönül Ülkü, çocukları ve torunları olmak üzere Gazanfer Özcan'ın ailesine ve yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.
Huzur içinde uyu, Tahsin Amca!
Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi
F. Scott Fitzgerald'ın Mark Twain’in “80 yaşında doğup yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu” sözünden yola çıkarak yazdığı bir hikayenin filmi Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi. Bizde de Can Yücel'in Tersten Yaşam adlı çok güzel bir yazısı vardır bu konuyla ilgili... Belki de bilmediğimiz pek çok kişi daha bu konuyu ele almıştır, ama bence filmdeki durum tam olarak bu bahsedilen durum değildi. Çünkü Mark Twain'in ya da Can Yücel'in aslında demek istediği 80li yaşların olgunluğu, tecrübesi ve yaşam birikimiyle hayata başlamanın güzel olmasıdır. Benjamin'in hikayesinde ise sadece dış görüntü yaşlılıktan gençliğe doğru gidiyor. Çünkü Benjamin yaşlı görünüşüne rağmen önce bir bebek, daha sonra çocuk ve bir bebek olarak ölürken de yaşlı bir adam oluyor. Dolayısıyla burada daha karmaşık bir durum da sözkonusu, çünkü ruh ve beden de zıt yönlerde işliyor!
Film üç saat sürüyor, ama müthiş keyifli izleniyor. Kitap tadında filmlerden. Brad Pitt'in kendini aştığını söyleyebilirim. Cate Blanchett de çok başarılıydı. Ayrıca inanılmaz güzeldi! Film 13 dalda Oscar'a aday olmuş. Hepsini alabilir, izin veriyorum. :) Şaka bir yana hangi ödülleri alır bilemem ama Oscar ödüllerini ben veriyor olsaydım kesinlikle "En İyi Film", "En İyi Erkek Oyuncu" ve "En İyi Makyaj" ödüllerini bu filme verirdim. Brad Pitt'i hem yaşlı bir adam hem de genç delikanlı yapabilen ve aynı şekilde yirmili yaşlarında, genç ve güzel balerin Cate Blanchett'i kırklı, ellili ve altmışlı yaşlarına getiren o makyaj ustasına kesinlikle bayıldım!
Bu masalsı hikayenin her dakikasından ve Kaptan Mike'tan, huzurevini çekip çeviren Queenie'ye, onun kocası Tizzy'ye, huzurevindeki yaşlı soprano sanatçısına, Benjamin Button'ı terk eden babasına ve yalnız kadın Elizabeth'e kadar her karakterden kocaman hayat dersleri çıkarılabilir. Benjamin'in yaşamını merkeze alan hikayede aslında yaşamın başlı başına bir mucize olduğunu görüyoruz. Benjamin'in unutamadığı anları düşününce (piyano öğrenişi, kaptanın yanında işe girişi, ilk öpüşme, ilk genelev macerası, ilk aşkı, vs..) aslında hayatın akış yönünün değil, hayatı anlamlandıran, ona değer katan ve ondan öğrendiğimiz şeylerin önemli olduğunu görüyoruz. 68 yaşında kanalı yüzerek aşan Elizabeth'den ya da sanat aşkını vücuduna taşıyan Mike'tan da benzer dersler çıkarmıyor muyuz?

Ama hırstan uzak bir anlamlandırma süreci burada anlatılan... Kimi zaman da hayatı akışına bırakmak, bazı şeylerin üzerine fazla gitmeden olduğu gibi kabullenmek ve "kader, kısmet" faktörlerinin rolünü de anlıyoruz. Yaşanan her şeyin bir nedeni ve anlamı olduğunu görüyoruz. Yani bir dansçının kaza geçirmesi, bir insanı yedi kez yıldırım çarpması, ama buna rağmen ölmemesi ya da bir bombalama sonrası gemiden kurtulan tek kişi olmak gibi durumların her birinin bir nedeni ve anlamı vardır. Henüz misyon tamamlanmamış olabilir.

Sonuç olarak, bence çok güzel bir hikayeden çok güzel bir film çıkarmışlar. Karakterler, oyunculuklar, kostümler, dekorlar, makyaj , her şey son derece başarılı. Üç saat değil, beş saat olsa da keyifle izlenecek bir film daha. Kaçırmayın!
Not: Başrol oyuncularından biri de benim antiaging saatiydi. Bilmem fark ettiniz mi? :)
(Resimleri buradan aldım.)

Bu masalsı hikayenin her dakikasından ve Kaptan Mike'tan, huzurevini çekip çeviren Queenie'ye, onun kocası Tizzy'ye, huzurevindeki yaşlı soprano sanatçısına, Benjamin Button'ı terk eden babasına ve yalnız kadın Elizabeth'e kadar her karakterden kocaman hayat dersleri çıkarılabilir. Benjamin'in yaşamını merkeze alan hikayede aslında yaşamın başlı başına bir mucize olduğunu görüyoruz. Benjamin'in unutamadığı anları düşününce (piyano öğrenişi, kaptanın yanında işe girişi, ilk öpüşme, ilk genelev macerası, ilk aşkı, vs..) aslında hayatın akış yönünün değil, hayatı anlamlandıran, ona değer katan ve ondan öğrendiğimiz şeylerin önemli olduğunu görüyoruz. 68 yaşında kanalı yüzerek aşan Elizabeth'den ya da sanat aşkını vücuduna taşıyan Mike'tan da benzer dersler çıkarmıyor muyuz?

Ama hırstan uzak bir anlamlandırma süreci burada anlatılan... Kimi zaman da hayatı akışına bırakmak, bazı şeylerin üzerine fazla gitmeden olduğu gibi kabullenmek ve "kader, kısmet" faktörlerinin rolünü de anlıyoruz. Yaşanan her şeyin bir nedeni ve anlamı olduğunu görüyoruz. Yani bir dansçının kaza geçirmesi, bir insanı yedi kez yıldırım çarpması, ama buna rağmen ölmemesi ya da bir bombalama sonrası gemiden kurtulan tek kişi olmak gibi durumların her birinin bir nedeni ve anlamı vardır. Henüz misyon tamamlanmamış olabilir.

Sonuç olarak, bence çok güzel bir hikayeden çok güzel bir film çıkarmışlar. Karakterler, oyunculuklar, kostümler, dekorlar, makyaj , her şey son derece başarılı. Üç saat değil, beş saat olsa da keyifle izlenecek bir film daha. Kaçırmayın!
Not: Başrol oyuncularından biri de benim antiaging saatiydi. Bilmem fark ettiniz mi? :)
(Resimleri buradan aldım.)
Victoria - "Zafer"
Kenter Tiyatrosu'ndan muhteşem bir oyun Victoria... 81 yaşında muhteşem bir tiyatro ustası olan Yıldız Kenter ile aylarca çalışmış ve muhteşem bir oyunculukla Victoria adındaki alzheimer hastasını canlandırmış olan Defne Halman... Zaman zaman bıkkınlık duymasına, şikayet etmesine ve kızmasına rağmen Victoria'nın en büyük desteği, yardımcısı, oyun arkadaşı, hayallerinin partneri olan hastabakıcısı rolüyle Engin Hepileri...

Kimi zaman gözleriniz dolarak kimi zaman gülerek izlediğiniz o hasta kadının hem kendi kendine hem de hastabakıcısıyla yaptığı konuşmaları.. Yıldız Kenter, bir röportajında alzheimer hastası Victoria için "bilinçsiz bir bilgelikle büyük göçe hazırlanıyor" demiş. İşin bilgelik kısmının Victoria'nın (hastalığı öncesinde) bir sanatçı olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hâlâ bir şeylerden vazgeçip de sık sık görmeye başladığı o "ışığa" doğru gidecekken kararını değiştirip "yaşamanın çok güzel bir şey" olduğunu düşünerek dansa ve şarkılara sarılması bunun en önemli göstergelerinden biri. Sanatçı yanı, onu yaşama bağlayan temel noktalardan biri. Her gününü, her saatini, her cümlesini, hatta her saniyesini unuttuğu için sil baştan mücadelesine devam eden bu kadının en temel direniş noktası...
Victoria, Kanadalı oyuncu Dulcinea Langfelder’ın, 2004 yılında 36 yaşında ölmüş olan oyun yazarı Charles Fariala’nın bir öyküsünden esinlenerek oluşturduğu bir oyunmuş. Yıldız Kenter, Dulcinea Langfelder’ın metnini dilimize çevirmiş, sahneye uyarlamış ve yönetmiş. Bu oyunu Yıldız Kenter'e öneren isim ise Zuhal Olcay olmuş. Yıldız Kenter, oyunu okur okumaz Victoria olarak aklına gelen ilk isim de Defne Halman olmuş. Adını ilk kez bu oyunla duyduğum, ama biraz araştırdığımda önceden pek çok usta oyuncuyla birlikte çalışmış olan Defne Halman'ın böylesine zor bir rolü inanılmaz bir başarıyla oynadığını düşünüyorum. Defne Halman, Türkiye'de Dormen Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu ve Şehir Tiyatroları gibi pek çok tiyatroda oynadıktan sonra New York'a dönmüş ve son 15 yıldır orada yaşıyormuş. Orada kültür-sanat programları yapmış, Broadway'de sahneye çıkmış ve ödüller almış bir oyuncumuz olduğunu öğrenince de hiç şaşırmadım diyebilirim. Bu oyundaki oyunculuğunu gördükten sonra Defne Halman, "her ne yaptıysa kesinlikle çok iyi yapmıştır" diyebileceğim isimlerden biri oldu.
Ayrıca Defne Halman'ın önemli bir dans geçmişi olduğunu da düşünüyorum, çünkü bir diğer partneri sayılabilecek tekerlekli sandalyesi ile birlikte yaptığı danslar da muhteşemdi. Böylesine bir esneklik, denge, kontrol ve estetik mutlaka bedenin uzun yıllar boyu eğitimli olmasından kaynaklanıyordur diye düşündüm.
Yıldız Kenter'in dediği gibi "ölümün bile biraz gayretle bir zafer olabileceğini kanıtlarcasına" öteki dünyaya mutlu ve huzurlu bir şekilde göç eden Victoria'nın hikayesini mutlaka izlemelisiniz.
Tek perdelik ve yaklaşık bir buçuk saat süren bu oyunun biletlerini MyBilet'ten alabilirsiniz. (Ayrıca Kenter Tiyatrosu Tel: 0.212.246 35 89 - 0.212.247 36 34)
İyi seyirler!
Kimi zaman gözleriniz dolarak kimi zaman gülerek izlediğiniz o hasta kadının hem kendi kendine hem de hastabakıcısıyla yaptığı konuşmaları.. Yıldız Kenter, bir röportajında alzheimer hastası Victoria için "bilinçsiz bir bilgelikle büyük göçe hazırlanıyor" demiş. İşin bilgelik kısmının Victoria'nın (hastalığı öncesinde) bir sanatçı olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hâlâ bir şeylerden vazgeçip de sık sık görmeye başladığı o "ışığa" doğru gidecekken kararını değiştirip "yaşamanın çok güzel bir şey" olduğunu düşünerek dansa ve şarkılara sarılması bunun en önemli göstergelerinden biri. Sanatçı yanı, onu yaşama bağlayan temel noktalardan biri. Her gününü, her saatini, her cümlesini, hatta her saniyesini unuttuğu için sil baştan mücadelesine devam eden bu kadının en temel direniş noktası...
Victoria, Kanadalı oyuncu Dulcinea Langfelder’ın, 2004 yılında 36 yaşında ölmüş olan oyun yazarı Charles Fariala’nın bir öyküsünden esinlenerek oluşturduğu bir oyunmuş. Yıldız Kenter, Dulcinea Langfelder’ın metnini dilimize çevirmiş, sahneye uyarlamış ve yönetmiş. Bu oyunu Yıldız Kenter'e öneren isim ise Zuhal Olcay olmuş. Yıldız Kenter, oyunu okur okumaz Victoria olarak aklına gelen ilk isim de Defne Halman olmuş. Adını ilk kez bu oyunla duyduğum, ama biraz araştırdığımda önceden pek çok usta oyuncuyla birlikte çalışmış olan Defne Halman'ın böylesine zor bir rolü inanılmaz bir başarıyla oynadığını düşünüyorum. Defne Halman, Türkiye'de Dormen Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu ve Şehir Tiyatroları gibi pek çok tiyatroda oynadıktan sonra New York'a dönmüş ve son 15 yıldır orada yaşıyormuş. Orada kültür-sanat programları yapmış, Broadway'de sahneye çıkmış ve ödüller almış bir oyuncumuz olduğunu öğrenince de hiç şaşırmadım diyebilirim. Bu oyundaki oyunculuğunu gördükten sonra Defne Halman, "her ne yaptıysa kesinlikle çok iyi yapmıştır" diyebileceğim isimlerden biri oldu.

Yıldız Kenter'in dediği gibi "ölümün bile biraz gayretle bir zafer olabileceğini kanıtlarcasına" öteki dünyaya mutlu ve huzurlu bir şekilde göç eden Victoria'nın hikayesini mutlaka izlemelisiniz.
Tek perdelik ve yaklaşık bir buçuk saat süren bu oyunun biletlerini MyBilet'ten alabilirsiniz. (Ayrıca Kenter Tiyatrosu Tel: 0.212.246 35 89 - 0.212.247 36 34)
İyi seyirler!
Güzel Bir Filmden Güzel Bir Alıntı

Neyse, Masumiyet'i izlememiş olanlara kesinlikle tavsiye ediyorum. Filmden çıkan mesajlardan biri olmasa da "çocuk yapmak için bir yeterlilik ehliyeti alınması gerek" düşüncemi bir kez daha kendi kendime onayladım. İnsanın kayıp ve anlamsız hayatlar yaşarken, kayıp olma potansiyeli çok yüksek başka yaşamları başlatması ne kadar acımasızca! Şu çocuk yapma ehliyeti konseptini nasıl geliştirebilirim acaba? Bazı sözde ailelere çocuk yapmamaları için para yardımı verilse etkisi olur mu ki? (Elbette, en az üç tane doğurun diyen bir zihniyetin yönettiği bir ülke için geçerli değil bu dediklerim!!)
Güven Kıraç, Haluk Bilginer ve Derya Alabora gibi birbirinden başarılı oyuncuların oynadıkları bu filmin kapanışında Samuel Beckett'ten yapılan bir alıntı da beni çok etkiledi. Filme de inanılmaz yakışmış diyebilirim.
Hep denedin.
Hep yenildin.
Olsun...
Yine dene.
Yine yenil.
Daha iyi yenil.
Not: 12 yılın insanın dış görünüşü üzerinde yarattığı değişimi böylesine açık ve net bir şekilde görünce de dağıldım diyebilirim. Özellikle Güven Kıraç ve Haluk Bilginer'deki değişim sizce de inanılmaz değil mi? (İnsanın dönüp de kendine bakmak aklına bile gelmiyor çoğu zaman... 1997'de ben 19 yaşındaymışım! Şimdi 31! Görüntüm aynı kaldı sanıyordum herhalde!! Yoksa neden bu kadar şaşırayım ki?!)
Blog Ödüllerimi Açıklıyorum!!! :)
Az önce muhteşem bir tiyatro oyunundan geldim. Eve gelir gelmez ayakkabılar çıkarıldıktan sonra ilk yapılan aktivite yine her zamanki gibi bilgisayarı açmaktı. sonra bir şarap attık dolaba, eşofmanlarımızı giyme, makyaj çıkarma faslı falan derken baktım ki WipeOut Türkiye'nin başlamasına daha zaman var (ilk kez izleyeceğim, feci merak ediyorum). O zaman maillerimi ve blogumu kontrol edeyim dedim ve sevgili Ruhdağı'nın bana yolladığı ödülü gördüm. Öncelikle kendisine teşekkürlerimi yolluyorum ve bu ödüle layık olmak için elimden geleni yapacağımı buradan duyuruyorum. :)
Benim de yedi blog ödülü vermem gerekiyormuş. Aslında benim ödüllerim zaten İzlediğim Bloglar listesindeki herkese gidiyor diyebilirim. Ama usulüne uygun yapalım şu işi.. İşte benim yedilim:
1) Tülay Şahin: Başka türlü bir günlük bu...
2) Aydan Atlayan Kedi
3) Kolejden ağabeyim Şarapçı..:)
4) Güneyde sürdürdüğü anlamlı ve keyifli yaşamının sonucu olarak sayfalarından yayılan rahatlığı ve pozitif enerjisiyle Asortik Krep
5) Hayatını akışına bırakan Mücevher Kutusu
6) Iraz'ın Birikim Salatası-Safsatası kapsamında yazdığı keyifli yazıları
7) İçinden geldiği gibi yazıyor işte...Adı üstünde..
İşte benim seçtiğim yedi blog. Eş, dost, kardeş, gelin (:) ) bloglarını bilerek eklemedim listeme. Kayırmış falan demeyin diye.. (Sormayın, ilkelilikten kırılıyorum!) Bir de sıralama rasgele yapılmıştır, kafamdaki puan sırasına göre değil.. Yani benim açımdan bu yedili yaklaşık aynı puanlara sahipler. Soldaki numaralar süstür! Vatanımıza, milletimize, sanal alemimize hayırlı uğurlu olsun!
Benim de yedi blog ödülü vermem gerekiyormuş. Aslında benim ödüllerim zaten İzlediğim Bloglar listesindeki herkese gidiyor diyebilirim. Ama usulüne uygun yapalım şu işi.. İşte benim yedilim:
1) Tülay Şahin: Başka türlü bir günlük bu...
2) Aydan Atlayan Kedi
3) Kolejden ağabeyim Şarapçı..:)
4) Güneyde sürdürdüğü anlamlı ve keyifli yaşamının sonucu olarak sayfalarından yayılan rahatlığı ve pozitif enerjisiyle Asortik Krep
5) Hayatını akışına bırakan Mücevher Kutusu
6) Iraz'ın Birikim Salatası-Safsatası kapsamında yazdığı keyifli yazıları
7) İçinden geldiği gibi yazıyor işte...Adı üstünde..
İşte benim seçtiğim yedi blog. Eş, dost, kardeş, gelin (:) ) bloglarını bilerek eklemedim listeme. Kayırmış falan demeyin diye.. (Sormayın, ilkelilikten kırılıyorum!) Bir de sıralama rasgele yapılmıştır, kafamdaki puan sırasına göre değil.. Yani benim açımdan bu yedili yaklaşık aynı puanlara sahipler. Soldaki numaralar süstür! Vatanımıza, milletimize, sanal alemimize hayırlı uğurlu olsun!
Changeling - Sahtekar (mı Acaba?)
Öncelikle Sahtekar (!) olarak dilimize çevrilmiş bu "Changeling" kelimesinin anlamını merak edenler için yazayım. Changeling, "küçükken bir başkasıyla değiştirilmiş bebek" anlamına geliyormuş. İzleyenleriniz "işte şimdi oldu!" diyeceklerdir, çünkü bu karşılık sahtekardan çok daha anlamlı.
(Yazının geri kalanı filmle ilgilidir, okumak istemeyenler hemen sayfa değiştirsinler! Ama yine benim blogumda kalmaya devam etsinler, başka yerlere gitmesinler, takılsınlar öyle eski yazılar arasında işte..:) )
Clint Eastwood'un yönettiği ve başrollerini Angelina Jolie ve John Malkovich'in paylaştığı filmin konusu kısaca şöyle: 1928 yılında Los Angeles'ta anne-oğul yaşayan iki kişilik bir ailemiz var. Anne (Angelina Jolie), bir gün işe gitmek için çıkıyor, ama döndüğünde evde bıraktığı oğlunu bulamıyor. Oğlunu bulmaları için polise başvuruyor, ama polisten de aylarca ses soluk çıkmıyor. En sonunda bir gün polis teşkilatından aranıyor. Müjde! Oğlunuzu bulduk. Koca bir medya ordusu çağrılarak polisin bu başarısı dünya aleme duyuruluyor. Ama o da ne! Bu çocuk gerçekten de kadının kaybettiği oğlu mu, yoksa tamamen başka biri mi? Eğer öyleyse kim? Ve asıl soru: kadının oğlu nerede? İşte film şimdi başlıyor.

Yozlaşmış ve gücünü kötüye kullanmaktan hiç çekinmeyen bir polis teşkilatına karşı verilen mücadele, medyanın yaklaşımı, destek veren bazı çevrelerin tutumu, açılan davalar, olayın altından çıkan bir sapık katil vakası falan derken iki buçuk saate yakın bir zaman geçiyor. Uzun bir film ve sıkılmadan izliyorsunuz, ama yine de en bayıldığım filmler arasında yer alamayacağını söyleyebilirim.
Yorumlarıma gelince... Öncelikle gerçek bir hikayeye dayanmıyor olsaydı, çok abartılı bulabileceğim bir senaryo olurdu. Şimdi ise bu kadar korkunç bir olayın yaşanmış ve böylesine acımasız yaklaşımlar gösterilmiş olduğunu düşünmek tüylerimi ürpertiyor. Ama yine de akıl hastanesindeki doktor ve hemşire tiplemeleri gibi karakterlerin abartılı olduklarını düşünüyorum. Baltalı sapık çocuk katili tipi de çok klişe geldi gözüme. Angelina Jolie'yi bu filmde hiç başarılı bulmadığım gibi çocuğunun kayıp olduğu yedi yıl boyunca aynı şapkasını ve kırmızı rujunu sürmeden bir kez bile dışarıya çıkmamış olmasına gıcık oldum diyebilirim. Hatta filmin Sahtekar olarak gösterime girdiği aklıma geldi ve bu bahsi geçen sahtekarın bizim Angelina olabileceğini düşündüm! Yani çocuğun kaybolduğunu gözümle görmeme rağmen çocuğunu kaybeden anneyi inandırıcı bulamadım ne yazık ki! Üstelik bu kadın bereket tanrıçası misali sürekli doğuran ve kendi başına bir kreş açabilecek kadar çok çocuğa bakan bir anne!! Zaten böyle düşündüğümde daha da inandırıcılıktan uzak geldi diyebilirim. Bir de toplumun böylesi önemli bir konuya duyarlılık gösteren tek kesiminin kilise olması da dikkatimi çekmedi değil...

Dönemin kostümlerini ve dekoru başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Angelina'nın kırmızı ruju dışında sırıtan bir şeyler yoktu. (Taktım mı takarım! :) ) Konunun gerçek hikaye olduğunu düşünmek bile filmden etkilenmenizi sağlıyordu. Bir de o dönemin yozlaşmış güvenlik ve adalet sistemini eleştiren bir film olduğu için de kendisine sempati duydum diyebilirim. (Protest yanım sağ olsun ve hep var olsun inşallah!! :)) Kısacası izlemenizi tavsiye ediyorum.
(Resimleri buradan aldım.)
(Yazının geri kalanı filmle ilgilidir, okumak istemeyenler hemen sayfa değiştirsinler! Ama yine benim blogumda kalmaya devam etsinler, başka yerlere gitmesinler, takılsınlar öyle eski yazılar arasında işte..:) )
Clint Eastwood'un yönettiği ve başrollerini Angelina Jolie ve John Malkovich'in paylaştığı filmin konusu kısaca şöyle: 1928 yılında Los Angeles'ta anne-oğul yaşayan iki kişilik bir ailemiz var. Anne (Angelina Jolie), bir gün işe gitmek için çıkıyor, ama döndüğünde evde bıraktığı oğlunu bulamıyor. Oğlunu bulmaları için polise başvuruyor, ama polisten de aylarca ses soluk çıkmıyor. En sonunda bir gün polis teşkilatından aranıyor. Müjde! Oğlunuzu bulduk. Koca bir medya ordusu çağrılarak polisin bu başarısı dünya aleme duyuruluyor. Ama o da ne! Bu çocuk gerçekten de kadının kaybettiği oğlu mu, yoksa tamamen başka biri mi? Eğer öyleyse kim? Ve asıl soru: kadının oğlu nerede? İşte film şimdi başlıyor.

Yozlaşmış ve gücünü kötüye kullanmaktan hiç çekinmeyen bir polis teşkilatına karşı verilen mücadele, medyanın yaklaşımı, destek veren bazı çevrelerin tutumu, açılan davalar, olayın altından çıkan bir sapık katil vakası falan derken iki buçuk saate yakın bir zaman geçiyor. Uzun bir film ve sıkılmadan izliyorsunuz, ama yine de en bayıldığım filmler arasında yer alamayacağını söyleyebilirim.
Yorumlarıma gelince... Öncelikle gerçek bir hikayeye dayanmıyor olsaydı, çok abartılı bulabileceğim bir senaryo olurdu. Şimdi ise bu kadar korkunç bir olayın yaşanmış ve böylesine acımasız yaklaşımlar gösterilmiş olduğunu düşünmek tüylerimi ürpertiyor. Ama yine de akıl hastanesindeki doktor ve hemşire tiplemeleri gibi karakterlerin abartılı olduklarını düşünüyorum. Baltalı sapık çocuk katili tipi de çok klişe geldi gözüme. Angelina Jolie'yi bu filmde hiç başarılı bulmadığım gibi çocuğunun kayıp olduğu yedi yıl boyunca aynı şapkasını ve kırmızı rujunu sürmeden bir kez bile dışarıya çıkmamış olmasına gıcık oldum diyebilirim. Hatta filmin Sahtekar olarak gösterime girdiği aklıma geldi ve bu bahsi geçen sahtekarın bizim Angelina olabileceğini düşündüm! Yani çocuğun kaybolduğunu gözümle görmeme rağmen çocuğunu kaybeden anneyi inandırıcı bulamadım ne yazık ki! Üstelik bu kadın bereket tanrıçası misali sürekli doğuran ve kendi başına bir kreş açabilecek kadar çok çocuğa bakan bir anne!! Zaten böyle düşündüğümde daha da inandırıcılıktan uzak geldi diyebilirim. Bir de toplumun böylesi önemli bir konuya duyarlılık gösteren tek kesiminin kilise olması da dikkatimi çekmedi değil...

Dönemin kostümlerini ve dekoru başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Angelina'nın kırmızı ruju dışında sırıtan bir şeyler yoktu. (Taktım mı takarım! :) ) Konunun gerçek hikaye olduğunu düşünmek bile filmden etkilenmenizi sağlıyordu. Bir de o dönemin yozlaşmış güvenlik ve adalet sistemini eleştiren bir film olduğu için de kendisine sempati duydum diyebilirim. (Protest yanım sağ olsun ve hep var olsun inşallah!! :)) Kısacası izlemenizi tavsiye ediyorum.
(Resimleri buradan aldım.)
Sevgililer Günü'nde Çiçek Alacaklara Öneriler
Bu hafta bir arkadaşımdan mail geldi. Kendi arkadaşlarından önceleri hobi olarak çiçek tasarımıyla ilgilenen bir tanesi bu işle profesyonel olarak ilgilenmeye başlamış. Onun ürünlerini birebir denemiş biri olarak arkadaşının hem zevkinden hem de hizmet kalitesinden son derece memnun olduğunu söyledi ve Sevgililer Günü'nde çiçek almayı düşünenlere kesinlikle Esosh Tasarım'ı tavsiye etti. Ben de hem web sitesindeki aranjmanları incelediğimde hem de referans veren arkadaşımın zevkine güvenerek sizlere Esosh'u tanıtmak istedim. Benim en çok hoşuma giden aranjmanlar Kır Çiçekleri, Black II ve İris oldu galiba. (Ongun'a not: Dido kesin Kır Çiçekleri'ne bayılır, tam onun renkleri, haberin olsun!)
Bu arada biz Sevgililer Günü'nü pek kutlamayız. Yani şarabımızı açar, güzel de bir yemek sipariş ederiz dışarıdan, falan filan, ama bunun çeşitli versiyonlarını zaten hemen hemen her haftasonu yaptığımız için kutlamadığımızı söyleyebilirim. Gerçi bankada çalıştığım yıllarda İso'cum şubeme çok değişik çiçekler gönderirdi. Eve gittiğimde de beni bekleyen bir süpriz mutlaka olurdu. O yüzden ben ne zaman "Biz Sevgililer Günü'nü kutlamayız" desem, şubedeki arkadaşlarımdan biri bana "Sana öyle geliyor olabilir mi? İhsan'ın da aynı şekilde düşündüğüne emin misin?" derdi.
O yıllardaki favori çiçekçimi (daha doğrusu İso'nun favorisini) de burada belirtmeden geçemeyeceğim, çünkü bir keresinde bana yolladığı o çilek ve güllerden oluşan şık aranjman olay olmuştu şubede.. Gerçekten de süper bir şeydi! (Yandaki resimde de Burcum'un web sitesinden aldığım çilekli ve kırmızı güllü bir aranjman örneği görebilirsiniz, ama benimki kesinlikle daha güzeldi!) Gerçi artık birçok yerde meyveli aranjmanlar yapılıyor galiba, ama o zamanlar herkese değişik ve hoş gelen bir seçim olmuştu. Kocamın o dönemler sık sık kullandığı çiçekçisini de sizlere açıklıyorum: Burcum Çiçekçilik.
Hâlâ aynı kalitede olup olmadığını bilmiyorum, ama gerçekten zevkli aranjmanları ve zamanında teslimatıyla senelerce gönlümüzü fethettiğini söylemeliyim. Web sitesinden gördüğüm kadarıyla da aynı profesyonellikle iş yapmaya devam ediyorlar, ama uzun zamandır oradan bir çiçek almadım!! :)
Taş atmadım sana İso'cum, merak etme! Sadece doğru bilgilendirme yapmak açısından bunları yazdım. Zaten bilirsin çiçekler normal fiyatlarından çok daha pahalı olduğu için özel günlerde çiçek alınması taraftarı değilimdir. Hatta senin şevkini bile kaçırabilirim o konuda: "Amaaan, ne gerek var şimdi Sevgililer Günü'nde dışarı çıkıp, normalin iki katı fiyata yemek yemeye!!" ya da "Sakın 14 Şubat'ta çiçek almaya falan kalkma bana olur mu? 15 Şubat'tan itibaren istediğini yapabilirsin ama!" gibi örnekler çoğaltılabilir. Yani yemeye, içmeye, hediyelere, çiçeklere sözüm yok, ama göz göre göre aynı (hatta daha kötü) ürün ve hizmetlere daha fazla para ödemeye karşıyım. Bir de o gün her yeri kaplayan kırmızı kalplere, kırmızı güllere, kırmızı "I love u" yastıkları tutan ayıcıklara falan da zaten feci kıl olurum. O yüzden kanımca Sevgililer Günü'nde çiçeğe böceğe gerek yok!
Sıkı dur İso'cum, şimdi mesaj geliyor: 14 Şubat'ta çiçek istemem, ama ay sonunda da özel bir gün var biliyorsun, işte o zaman ya Esosh'u ya da Burcum'u aramana hayır demem! :)
Bu arada biz Sevgililer Günü'nü pek kutlamayız. Yani şarabımızı açar, güzel de bir yemek sipariş ederiz dışarıdan, falan filan, ama bunun çeşitli versiyonlarını zaten hemen hemen her haftasonu yaptığımız için kutlamadığımızı söyleyebilirim. Gerçi bankada çalıştığım yıllarda İso'cum şubeme çok değişik çiçekler gönderirdi. Eve gittiğimde de beni bekleyen bir süpriz mutlaka olurdu. O yüzden ben ne zaman "Biz Sevgililer Günü'nü kutlamayız" desem, şubedeki arkadaşlarımdan biri bana "Sana öyle geliyor olabilir mi? İhsan'ın da aynı şekilde düşündüğüne emin misin?" derdi.

Hâlâ aynı kalitede olup olmadığını bilmiyorum, ama gerçekten zevkli aranjmanları ve zamanında teslimatıyla senelerce gönlümüzü fethettiğini söylemeliyim. Web sitesinden gördüğüm kadarıyla da aynı profesyonellikle iş yapmaya devam ediyorlar, ama uzun zamandır oradan bir çiçek almadım!! :)
Taş atmadım sana İso'cum, merak etme! Sadece doğru bilgilendirme yapmak açısından bunları yazdım. Zaten bilirsin çiçekler normal fiyatlarından çok daha pahalı olduğu için özel günlerde çiçek alınması taraftarı değilimdir. Hatta senin şevkini bile kaçırabilirim o konuda: "Amaaan, ne gerek var şimdi Sevgililer Günü'nde dışarı çıkıp, normalin iki katı fiyata yemek yemeye!!" ya da "Sakın 14 Şubat'ta çiçek almaya falan kalkma bana olur mu? 15 Şubat'tan itibaren istediğini yapabilirsin ama!" gibi örnekler çoğaltılabilir. Yani yemeye, içmeye, hediyelere, çiçeklere sözüm yok, ama göz göre göre aynı (hatta daha kötü) ürün ve hizmetlere daha fazla para ödemeye karşıyım. Bir de o gün her yeri kaplayan kırmızı kalplere, kırmızı güllere, kırmızı "I love u" yastıkları tutan ayıcıklara falan da zaten feci kıl olurum. O yüzden kanımca Sevgililer Günü'nde çiçeğe böceğe gerek yok!
Sıkı dur İso'cum, şimdi mesaj geliyor: 14 Şubat'ta çiçek istemem, ama ay sonunda da özel bir gün var biliyorsun, işte o zaman ya Esosh'u ya da Burcum'u aramana hayır demem! :)
"Doktor Çıkan" Arkadaşım ile Anneanne Sohbeti
Önce size o arkadaşım hakkında biraz bilgi vereyim. Kolejden aynı dönemde mezun olduk ve aynı yıl üniversite için Ankara'ya yerleştik. Ben ODTÜ'yü, o ise Ankara Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Yıllar boyu ilişkimiz (ara sıra duraklama dönemleri yaşamış olsak da) hiç kopmadı. O artık bir doktor! Doktorlar genellikle soğukkanlı olurlar, bilirsiniz. O da öyledir. Hatta mecburi hizmet için gittiği Doğu illerinden birinde arka bahçesinde yetiştirdiği iki koyunu kesin dönüş yapmadan önce kes(tir)ip, yine doktor olan kocasıyla birlikte yiyebilecek kadar soğukkanlıdır!! :) Bu hikayeyi duyup da "Aaaa, Burçak aşkolsun, beslediğin hayvanı nasıl kesip yersin yaa?!" diye tepki verdiğimde ise bana "Ne yapacaktım yahu? Onu da arabanın arkasına oturtup, yanımızda mı getirseydik?" demişti!
İşte üniversite yıllarında çok daha sık görüşebildiğim bu soğukkanlı arkadaşım bile anneannemin hastalığını öğrendikten sonra Ankara'da olduğumu duyduğu her seferinde "İmge, kötü bir şey yok, değil mi?" diye panik halinde onu sorardı. Sonra rahat bir nefes alır ve konuşmamıza devam ederdik. Artık endişe etmemizi gerektirecek bir şey olmadığını söylemek ve kötü haberi vermek için Pazartesi günü Burçak'ı aradım.
Burçak, anneannemi üniversite yıllarından tanır ve çok severdi. Anneannem de onu.. Onun için Burçak'ın en saygıdeğer yönü ise "doktor çıkacak" olmasıydı. (Küçük kadın, "doktor olacak" yerine "doktor çıkacak" derdi.) İyi okullarda okumamız onun için gurur kaynağıydı ve benim kız arkadaşlarımdan birinin tıp fakültesi gibi zorlu bir okulu bitirip doktor olacak olması daha da büyük bir gururdu. Bir de konumuzla ilgisi yok ama anneanneme ne zaman içinde Burçak'ın adının geçtiği bir şey söylesem "Burçak tarlasında yar yar gelin olması..." diye bir şeyler mırıldanırdı. (Hatta Eti Burçak'ın son reklamında da bu türkünün kullanıldığını duyduğumda aklıma hemen anneannem gelmişti.)
Burçak'la telefonda konuşurken anneannemin onun da aklında kalan bazı özelliklerinden bahsettik. Hatta birkaç gün önce kocasıyla birlikte anneannemin kulaklarını çınlattıklarını söyledi. Kocası işlek bir market yerine daha az iş yapan bir bakkala acıyıp ondan alışveriş yapmaya kalkınca "İmge'nin anneannesi gibi oldun" diyerek onunla dalga geçmiş. "Hatırlar mısın, büyük kurumsal marketler zaten kazanıyorlar diye daha küçük olanlara giderdi?" dedi bana. Aklımdan çıkmıştı onun bu özelliği. Bu arada düşündüm de bende de biraz vardır bu huy. En çok da Bebek'te waffle satan Abbas'ta ortaya çıkar! Abbas'ın önünde kuyruk varken, yanındaki waffle dükkanı bomboştur ve ben bu duruma sinir olduğum için yanındaki dükkana giderim!
Ama Burçak ve anneannem arasındaki ilişkiyi daha özel kılan başka bir şeyler vardı. Aile dışında anneannemin duasını en çok alan kişinin Burçak olduğunu söyleyebilirim. Çünkü o çok zor bir bölümde okuyan bir tıp öğrencisiydi ve tıp fakültesini bitirmenin ne demek olduğunu kendi damadından dolayı çok iyi bilen anneannem de ona seve seve dua ederdi. Artık aralarında sipariş usulü dua sistemi kurmuşlardı. Burçak gün, saat ve ders adını söyleyerek anneannemin ilgili sınavda kendisine dua etmesini isterdi. Anneannem de asla unutmaz ve duasını yollardı doktor adayı arkadaşıma. Burçak'ın sık sık hatırladığı ve yaptığımız telefon konuşmamızda da bir kez daha tekrarladığı bir özelliği daha vardı anneannemin. İyi geçmesi için dua gönderdiği sınavın sonuçlarını mutlaka telefonda ya da görüştüklerinde sorardı. Burçak hâlâ anneannen kadar müşteri memnuniyetine önem veren birini görmedim der. :)
Yıllarca sınavlarımızda, yolculuklara çıktığımızda, iyi haberler beklerken bizler için dua eden bu küçük kadının ruhu için dua etme sırası artık bizde. Anneannem, "beynamazlar!" diyerek bizimle dalga geçerdin. Gidişine çok üzülen bu beynamazlar senin huzurlu uyuman için hep dua edecekler. Nasılsa sen sevgiyle ve içten yapılan her duaya kucak açarsın. Bizden sana giden ve daima gidecek olan bu duaları da aynı şevkle kabul edeceğinden eminim. Huzurlu uykular, Küçük Melek...
İşte üniversite yıllarında çok daha sık görüşebildiğim bu soğukkanlı arkadaşım bile anneannemin hastalığını öğrendikten sonra Ankara'da olduğumu duyduğu her seferinde "İmge, kötü bir şey yok, değil mi?" diye panik halinde onu sorardı. Sonra rahat bir nefes alır ve konuşmamıza devam ederdik. Artık endişe etmemizi gerektirecek bir şey olmadığını söylemek ve kötü haberi vermek için Pazartesi günü Burçak'ı aradım.
Burçak'la telefonda konuşurken anneannemin onun da aklında kalan bazı özelliklerinden bahsettik. Hatta birkaç gün önce kocasıyla birlikte anneannemin kulaklarını çınlattıklarını söyledi. Kocası işlek bir market yerine daha az iş yapan bir bakkala acıyıp ondan alışveriş yapmaya kalkınca "İmge'nin anneannesi gibi oldun" diyerek onunla dalga geçmiş. "Hatırlar mısın, büyük kurumsal marketler zaten kazanıyorlar diye daha küçük olanlara giderdi?" dedi bana. Aklımdan çıkmıştı onun bu özelliği. Bu arada düşündüm de bende de biraz vardır bu huy. En çok da Bebek'te waffle satan Abbas'ta ortaya çıkar! Abbas'ın önünde kuyruk varken, yanındaki waffle dükkanı bomboştur ve ben bu duruma sinir olduğum için yanındaki dükkana giderim!
Ama Burçak ve anneannem arasındaki ilişkiyi daha özel kılan başka bir şeyler vardı. Aile dışında anneannemin duasını en çok alan kişinin Burçak olduğunu söyleyebilirim. Çünkü o çok zor bir bölümde okuyan bir tıp öğrencisiydi ve tıp fakültesini bitirmenin ne demek olduğunu kendi damadından dolayı çok iyi bilen anneannem de ona seve seve dua ederdi. Artık aralarında sipariş usulü dua sistemi kurmuşlardı. Burçak gün, saat ve ders adını söyleyerek anneannemin ilgili sınavda kendisine dua etmesini isterdi. Anneannem de asla unutmaz ve duasını yollardı doktor adayı arkadaşıma. Burçak'ın sık sık hatırladığı ve yaptığımız telefon konuşmamızda da bir kez daha tekrarladığı bir özelliği daha vardı anneannemin. İyi geçmesi için dua gönderdiği sınavın sonuçlarını mutlaka telefonda ya da görüştüklerinde sorardı. Burçak hâlâ anneannen kadar müşteri memnuniyetine önem veren birini görmedim der. :)
Yıllarca sınavlarımızda, yolculuklara çıktığımızda, iyi haberler beklerken bizler için dua eden bu küçük kadının ruhu için dua etme sırası artık bizde. Anneannem, "beynamazlar!" diyerek bizimle dalga geçerdin. Gidişine çok üzülen bu beynamazlar senin huzurlu uyuman için hep dua edecekler. Nasılsa sen sevgiyle ve içten yapılan her duaya kucak açarsın. Bizden sana giden ve daima gidecek olan bu duaları da aynı şevkle kabul edeceğinden eminim. Huzurlu uykular, Küçük Melek...
Güle Güle Küçük Kadın…
Geçen Perşembe günü… 5 Şubat.. Yaklaşık on gündür içim sıkılmasına rağmen bugün keyfim gayet yerinde… Öğleden sonra bir yayıneviyle görüştüm. Öncesinde Ankara’dan iş görüşmesi için İstanbul’a geldiğini öğrendiğim bir arkadaşım aradı ve onunla bir kahve programı ayarladık ve sohbet ettik. Yayıneviyle görüştükten sonra Beşiktaş’a geldiğimde bir önceki yazımda bahsettiğim şu güzel İstanbul fotoğraflarından oluşan sergiyi gezdim. Eve gidip biraz oyalandıktan sonra akşam spora gittim. Sonra duş almak üzere soyunma odasına girdiğimde sessiz konumda duran cep telefonuma bakacağım tuttu. Genelde bakmam, çünkü zaten konuştuğum çoğu kişi Salı ve Perşembe akşamları sporda olduğumu bilirler ve o saatlerde telefonum çalmaz. Ama bu kez durum farklı! Ankara’da olan annem üç defa, yine orada yaşayan kuzenim iki defa, İzmir’de toplantıda olan babam iki defa ve kardeşim bir defa olmak üzere bir sürü cevapsız arama var! Ve bunun sadece tek bir nedeni olabilir!
Lütfen başka bir neden olsun diye annemi aradım ve son zamanlarda aklımıza getirmeye başladığımız ihtimalin gerçekleştiğini öğrendim. Anneannemi kaybetmiştik…
Daha önceki yazılarımdan hatırlayanlar olabilir. Anneannem benim için çekirdeğin dışında kalan ailemdeki en özel ve en sevdiğim büyüğümdür. (Hep de öyle kalmaya devam edecek.) Onun ölümü de benim için bir ilk oldu. İlk kez ailemden birini kaybetmenin acısı bir yana bu kadar sevdiğim birini kaybederek ölüm gerçeğinin farkına varmak zorunda da kaldım. Haberi Perşembe akşamı aldık ve sabahın köründe yola çıkarak Cuma günkü öğle namazına Ankara’ya yetiştik. Yetişemesek ve onu toprağa verilmeden önce son bir kez göremesem herhalde kat kat fazla acı çekerdim diye düşünüyorum.
Çünkü içimden geçirmenin yetmediği, ona yüz yüze söylemem gereken şeyler vardı. Onun elini tutarak, yüzünü ve saçlarını okşayarak üzerimdeki emeği için binlerce kez teşekkür etmem gerekiyordu. Onun annemle bana miras bıraktığı “şemikli” küçük ayaklarını bir kez daha görmem gerekiyordu. Yüzünün huzurlu olup olmadığını görmeliydim. Eskiden gülerken hoplattığı, ama artık iyice küçülmüş olan göbişini bir kez daha görmeliydim. Sonra mesela o bizim duş alıp çıkmamızı hiç yeterli bulmazdı, çünkü duşun mantığını anlamazdı. Ona göre keseli, lifli, birkaç şampuanlı ve uzun banyolar yapılmalıydı. Duş da neymiş! “Yıkansaydın ya şöyle güzelce.. Ne o öyle, ıslanıp çıkıyorsunuz beş dakkada!” derdi. “Anneanne duş alıp, çıktık… Banyo yapmadık ki,” dediğimizde de bu cevaptan pek tatmin olmazdı. Bu kez kendi banyosunu kendi yapamayacağına göre ona son kez banyosunu yaptıranları da görmeliydim. Onu içine sinecek şekilde tertemiz yıkayıp, beyazlarını giydirdiklerini görmeliydim. Yanına oturduğumda elimi tutardı hep… Onun elleri sıcacık olurdu, benimkilerse genelde tam tersi. Elimi tutup, “Uuuuu, buz gibiler!” der ve ısıtmak için kendi ellerinin arasına alırdı. Ben de ona “Sen de pek ateşlisin hatun, bunlar ne böyle fırın gibi?” derdim. Bu kez durum farklıydı. Onun elleri ne yazık ki gerçekten de buz gibiydi! Ne olursa olsun, onu son bir kez gördüğüme çok mutlu oldum…
Cenaze namazı, dualar, toprağa kendi anneciğinin mezarına gömülmesi ve eve dönüş… İşte en hüzünlü anlardan biri daha… Çünkü üç sene onunla birlikte yaşadığımız o ev benim için sonsuza kadar anneannemin evi olarak kalacak! Ama artık başrol oyuncusu orada yaşamıyor. Bu da çok acı veren manzaralardan biriydi. Onun boş yatağı, dikiş makinesinin üzerinde ve yatağının başucunda duran onlarca ilacı, işitme cihazı, tespihi, üzerinden hâlâ anneanne kokusunun yayıldığı baş örtüleri ve pijamaları, klasik yeleği, ayağına giydiği mesleri, onun mutfağı, onun salonu, yıllardır değişmeyen ama uzunca bir süredir bizzat kendi ilgilenemediği o ev düzeni… Evlenirken onun elini öperek kapısından çıktığım, ama artık onsuz olan o ev...

Karşılıksız ve sonsuz sevgi, hoşgörü ve affedicilik gibi kavramları anneannemden öğrendim. Bunları öğrenmenin değil, uygulamanın önemli olduğunu ve bunun da aslında ne kadar zor olduğunu da… Kaprissiz, kimseyi yormayan, üzmeyen, şikayet etmeyen bir insan örneğiydi önümüzde.. İnançlı bir insan olmanın tamamen kişiye özel olduğunu, inancın zorlamaya değil isteğe, korkuya değil sevgiye dayalı bir kavram olduğunu ve şekilsel olandan ziyade içsel olanın önemli olduğu ondan öğrendim. İyi insan modelim her zaman anneannem olmuştur (ki her zaman günümüz dünyasında bu kadar iyi olmaması gerektiğini düşünmüşümdür). Açık fikirli, yenilikçi ve modern düşünceli olmanın yaşla başla ya da eğitimle ilgisi olmadığını anneannemden öğrendim. Özel hayata saygıyı kesinlikle anneannemden öğrendim. Üniversite hayatımın ilk üç senesinde onun evinde kaldım ve bir kez olsun kapımı tıklamadan içeri girdiğine şahit olmadım. Uyurken ya da çalışırken ev halkının gürültü yapmasına izin vermeyen, sigara küllüklerimi ben okuldayken temizleyip yerine koyan ve bana asla içip içmediğimi sormayan, telefonlarıma, odamda dinlediğim müziğe, eve geliş-gidiş saatlerime asla karışmayan bir anneanne ile üç sene ev arkadaşlığı yaptım ben… O zaman farkında değildim belki, ama çok şanslıymışım.

Anneannemin vedası da kendi tarzında oldu. Herkesin orada bulunabileceği bir zamanlama, uygun yol ve hava koşulları, ağrısız, acısız bir son nefes ve tüm sevdiklerinin bir arada olduğu bir ortam. Kimseyi yormadan, daha fazla üzmeden, eziyetsiz… Ne kadar acı olsa da bir yandan da onun için en iyisi olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Böyle bir hastalığın en son ve en eziyetli bölümünü yaşamadan gitmiş olmasının ve hastalığı enerjisini son damlasına kadar tüketmesine rağmen son ana kadar bilincinin hep açık olmasının en başta onun için büyük bir şans olduğunu düşünmek istiyorum. Hatta son dönemlerde gördüğüm sıkıntılı rüyalar ve keyifsiz ruh halimin sona erdiği ve kendimi huzurlu ve mutlu hissettiğim bir günün akşamında onun aramızdan ayrıldığı haberini almamı bile olumlu bir mesaj olarak algılamaya çalışıyorum. Onun annesiyle ve babasıyla buluştuğu yeni yerinde bundan sonra burada olacağından çok daha huzurlu olacağına çok eminim.
Artık bir telefon uzağımda değilsin. O yüzden sana “Anneanne bana dua et, keyifle tatile gidip gelelim” ya da “şekerim yarınki iş görüşmesi için bana dua yolla oradan,” diyemem belki... Ama sağlıklı ve keyifli bir yaşam sürerken cennetteki koruyucu meleğim olarak yukarıda bir yerlerden beni kollamaya devam edesin diye hatıran olarak aldığım tespihini hayal panoma astım. O yüzden beni tamamen bırakıp gitmen öyle kolay değil, ona göre.. Bana sunduğun sonsuz sevgin ve öğrettiğin her şey için çok teşekkürler küçük kadın.. İyi ki senin sevgili torunlarından biri olmuşum. Hayatımın sonuna kadar en sevdiğim ve en değer verdiğim aile büyüğüm olarak kalmaya devam edeceksin. Nur içinde yat…
Lütfen başka bir neden olsun diye annemi aradım ve son zamanlarda aklımıza getirmeye başladığımız ihtimalin gerçekleştiğini öğrendim. Anneannemi kaybetmiştik…
Daha önceki yazılarımdan hatırlayanlar olabilir. Anneannem benim için çekirdeğin dışında kalan ailemdeki en özel ve en sevdiğim büyüğümdür. (Hep de öyle kalmaya devam edecek.) Onun ölümü de benim için bir ilk oldu. İlk kez ailemden birini kaybetmenin acısı bir yana bu kadar sevdiğim birini kaybederek ölüm gerçeğinin farkına varmak zorunda da kaldım. Haberi Perşembe akşamı aldık ve sabahın köründe yola çıkarak Cuma günkü öğle namazına Ankara’ya yetiştik. Yetişemesek ve onu toprağa verilmeden önce son bir kez göremesem herhalde kat kat fazla acı çekerdim diye düşünüyorum.
Çünkü içimden geçirmenin yetmediği, ona yüz yüze söylemem gereken şeyler vardı. Onun elini tutarak, yüzünü ve saçlarını okşayarak üzerimdeki emeği için binlerce kez teşekkür etmem gerekiyordu. Onun annemle bana miras bıraktığı “şemikli” küçük ayaklarını bir kez daha görmem gerekiyordu. Yüzünün huzurlu olup olmadığını görmeliydim. Eskiden gülerken hoplattığı, ama artık iyice küçülmüş olan göbişini bir kez daha görmeliydim. Sonra mesela o bizim duş alıp çıkmamızı hiç yeterli bulmazdı, çünkü duşun mantığını anlamazdı. Ona göre keseli, lifli, birkaç şampuanlı ve uzun banyolar yapılmalıydı. Duş da neymiş! “Yıkansaydın ya şöyle güzelce.. Ne o öyle, ıslanıp çıkıyorsunuz beş dakkada!” derdi. “Anneanne duş alıp, çıktık… Banyo yapmadık ki,” dediğimizde de bu cevaptan pek tatmin olmazdı. Bu kez kendi banyosunu kendi yapamayacağına göre ona son kez banyosunu yaptıranları da görmeliydim. Onu içine sinecek şekilde tertemiz yıkayıp, beyazlarını giydirdiklerini görmeliydim. Yanına oturduğumda elimi tutardı hep… Onun elleri sıcacık olurdu, benimkilerse genelde tam tersi. Elimi tutup, “Uuuuu, buz gibiler!” der ve ısıtmak için kendi ellerinin arasına alırdı. Ben de ona “Sen de pek ateşlisin hatun, bunlar ne böyle fırın gibi?” derdim. Bu kez durum farklıydı. Onun elleri ne yazık ki gerçekten de buz gibiydi! Ne olursa olsun, onu son bir kez gördüğüme çok mutlu oldum…
Cenaze namazı, dualar, toprağa kendi anneciğinin mezarına gömülmesi ve eve dönüş… İşte en hüzünlü anlardan biri daha… Çünkü üç sene onunla birlikte yaşadığımız o ev benim için sonsuza kadar anneannemin evi olarak kalacak! Ama artık başrol oyuncusu orada yaşamıyor. Bu da çok acı veren manzaralardan biriydi. Onun boş yatağı, dikiş makinesinin üzerinde ve yatağının başucunda duran onlarca ilacı, işitme cihazı, tespihi, üzerinden hâlâ anneanne kokusunun yayıldığı baş örtüleri ve pijamaları, klasik yeleği, ayağına giydiği mesleri, onun mutfağı, onun salonu, yıllardır değişmeyen ama uzunca bir süredir bizzat kendi ilgilenemediği o ev düzeni… Evlenirken onun elini öperek kapısından çıktığım, ama artık onsuz olan o ev...

Karşılıksız ve sonsuz sevgi, hoşgörü ve affedicilik gibi kavramları anneannemden öğrendim. Bunları öğrenmenin değil, uygulamanın önemli olduğunu ve bunun da aslında ne kadar zor olduğunu da… Kaprissiz, kimseyi yormayan, üzmeyen, şikayet etmeyen bir insan örneğiydi önümüzde.. İnançlı bir insan olmanın tamamen kişiye özel olduğunu, inancın zorlamaya değil isteğe, korkuya değil sevgiye dayalı bir kavram olduğunu ve şekilsel olandan ziyade içsel olanın önemli olduğu ondan öğrendim. İyi insan modelim her zaman anneannem olmuştur (ki her zaman günümüz dünyasında bu kadar iyi olmaması gerektiğini düşünmüşümdür). Açık fikirli, yenilikçi ve modern düşünceli olmanın yaşla başla ya da eğitimle ilgisi olmadığını anneannemden öğrendim. Özel hayata saygıyı kesinlikle anneannemden öğrendim. Üniversite hayatımın ilk üç senesinde onun evinde kaldım ve bir kez olsun kapımı tıklamadan içeri girdiğine şahit olmadım. Uyurken ya da çalışırken ev halkının gürültü yapmasına izin vermeyen, sigara küllüklerimi ben okuldayken temizleyip yerine koyan ve bana asla içip içmediğimi sormayan, telefonlarıma, odamda dinlediğim müziğe, eve geliş-gidiş saatlerime asla karışmayan bir anneanne ile üç sene ev arkadaşlığı yaptım ben… O zaman farkında değildim belki, ama çok şanslıymışım.

Anneannemin vedası da kendi tarzında oldu. Herkesin orada bulunabileceği bir zamanlama, uygun yol ve hava koşulları, ağrısız, acısız bir son nefes ve tüm sevdiklerinin bir arada olduğu bir ortam. Kimseyi yormadan, daha fazla üzmeden, eziyetsiz… Ne kadar acı olsa da bir yandan da onun için en iyisi olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Böyle bir hastalığın en son ve en eziyetli bölümünü yaşamadan gitmiş olmasının ve hastalığı enerjisini son damlasına kadar tüketmesine rağmen son ana kadar bilincinin hep açık olmasının en başta onun için büyük bir şans olduğunu düşünmek istiyorum. Hatta son dönemlerde gördüğüm sıkıntılı rüyalar ve keyifsiz ruh halimin sona erdiği ve kendimi huzurlu ve mutlu hissettiğim bir günün akşamında onun aramızdan ayrıldığı haberini almamı bile olumlu bir mesaj olarak algılamaya çalışıyorum. Onun annesiyle ve babasıyla buluştuğu yeni yerinde bundan sonra burada olacağından çok daha huzurlu olacağına çok eminim.
Artık bir telefon uzağımda değilsin. O yüzden sana “Anneanne bana dua et, keyifle tatile gidip gelelim” ya da “şekerim yarınki iş görüşmesi için bana dua yolla oradan,” diyemem belki... Ama sağlıklı ve keyifli bir yaşam sürerken cennetteki koruyucu meleğim olarak yukarıda bir yerlerden beni kollamaya devam edesin diye hatıran olarak aldığım tespihini hayal panoma astım. O yüzden beni tamamen bırakıp gitmen öyle kolay değil, ona göre.. Bana sunduğun sonsuz sevgin ve öğrettiğin her şey için çok teşekkürler küçük kadın.. İyi ki senin sevgili torunlarından biri olmuşum. Hayatımın sonuna kadar en sevdiğim ve en değer verdiğim aile büyüğüm olarak kalmaya devam edeceksin. Nur içinde yat…
Dudu Tresca'nın Gözüyle Panoramik İstanbul
Works reklam ajansından Sinan Aksoy aramış, Dudu Tresca da taa Brezilyalardan kalkıp gelmiş İstanbul'a...İyi ki de gelmiş! Çünkü o 360° (panorama) fotoğrafçılığının en ünlü isimlerinden ve öncülerinden biri! Aslında daha önce gelmiş, forotoğrafları da Veliefendi Hipodromu'nda sergilenmiş ve ben duymamışım. Şimdi ise yoğun istek üzerine tekrar sergilenen panoramik İstanbul fotoğrafları bu kez Beşiktaş İskelesi'ne çok yakın olan Dolmabahçe Sanat Galerisi'nde.
(Hiza olarak "tam Beşiktaş'taki Şampiyon Kokoreç'in karşısında" diye tarif edeyim de daha anlaşılır olsun... :) Peki "kokoreç" ve "sanat" aynı yazıda olur mu? Olur, hem de bal gibi olur! Çıkışta çeyrek ekmek kokoreç ve birkaç midye dolma götürebilirsiniz mesela.. Tüh ya, ben neden yapmadım ki?! Neyse, konumuza dönüyorum.)

Türkiye Jokey Kulübü'nün İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesine destek olmak amacıyla sponsor olduğu "İstanbul 360°" sergisinde ne gibi çalışmalar göreceğiniz hakkında bir bilginiz olsun istiyorsanız buraya bir göz atabilirsiniz. Sergide gerçekten de çok güzel İstanbul fotoğrafları bulunuyor. Yolunuz Beşiktaş'a düşerse bu güzel sergiye de uğramadan geçmeyin. Unutmayın, 15 Şubat'a kadar zamanınız var!
Bu güzel görüntüler sayesinde gözünüzün ve gönlünüzün açılması dileğiyle...
(Resim Binrota'dan alınmıştır.)
(Hiza olarak "tam Beşiktaş'taki Şampiyon Kokoreç'in karşısında" diye tarif edeyim de daha anlaşılır olsun... :) Peki "kokoreç" ve "sanat" aynı yazıda olur mu? Olur, hem de bal gibi olur! Çıkışta çeyrek ekmek kokoreç ve birkaç midye dolma götürebilirsiniz mesela.. Tüh ya, ben neden yapmadım ki?! Neyse, konumuza dönüyorum.)

Türkiye Jokey Kulübü'nün İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesine destek olmak amacıyla sponsor olduğu "İstanbul 360°" sergisinde ne gibi çalışmalar göreceğiniz hakkında bir bilginiz olsun istiyorsanız buraya bir göz atabilirsiniz. Sergide gerçekten de çok güzel İstanbul fotoğrafları bulunuyor. Yolunuz Beşiktaş'a düşerse bu güzel sergiye de uğramadan geçmeyin. Unutmayın, 15 Şubat'a kadar zamanınız var!
Bu güzel görüntüler sayesinde gözünüzün ve gönlünüzün açılması dileğiyle...
(Resim Binrota'dan alınmıştır.)
Gıcık Olduklarım #2
Haftanın gıcıklarını açıklıyorum:
1) Yan tarafımızdaki hastanenin bir yerlerini tamir eden, ama yeni bir bina inşa ediyorlarmışçasına gürültü yapan işçiler!! Bir de bu gürültüyü özellikle sabah 8:30 ile 9:30 arasında yapıyorlar. Nedense önce şu yol çalışmalarında falan asfaltı kırmak/delmek için kullanılan alete benzer sesler çıkaran bir aletle uyandırma servisi görevlerini tamamlayıp, sonra sessiz ve sakin işlerine devam ediyorlar. İso'cum zaten kalkmış olduğu için hem çalışmanın başladığı hem de benim çıldırmaya başladığım anı yakalayabiliyor!
Ama bu duruma bir çözüm bulacağım elbet!! Karanlık misafir odamızı Hostel filmindeki odalardan birine çevirmeyi planlıyorum. Birazdan çarşıya çıkıp, bir dişçi koltuğu, bir kerpeten, bir elektrikli testere, çeşitli ebatlarda çiviler, neşter, makas falan alacağım! Sonra da balkona çıkıp mahallenin İmge Teyzesi olarak işçilere sesleneceğim: "Huu, çocuklaaarr, çok yoruldunuz ayol kaç gündür! Biraz mola verin. Gelin bak, size elceğizlerimle sıcacık kekler, börekler yaptım. Çay da demledim tavşan kanı." Eve geldiklerinde de onları masaj koltuğu diye kandırarak dişçi koltuklarına bağlayacağım. Sonra da "Bekleyin, eldivenlerimi takıp, hemen geliyorum" diyeceğim. Eee, hijyen çok önemli!!

2) İlk gıcığıma çözüm buldum, gelelim ikinci gıcık olduğum şeye! Açıklıyorum: Essporto! Şaşırdınız değil mi? Hani çok memnundum, çok seviyordum spor kulübümü?! Şimdi ne oldu da aramıza kara kedi girdi böyle!
Hemen durumu açıklayayım. Essporto'dan bir spor kulübü olarak hâlâ genel anlamda memnunum. Ama bir buçuk aydır Tae-Bo dersinin yapılmamasına gıcık oluyorum! Sebep ise hocamızın parmağını sakatlamış olması. Tamam, geçmiş olsun, bir sporcunun sakatlanması normaldir. Normal olmayan, komple Tae-Bo derslerinin iptal edilmiş olmasıdır! Valla bunca zaman Tae-Bo yaptıktan sonra aynı anda hem zıplamayı hem de "Hop, ki, üç..." diye saymayı becerebilsem ben bile ders verebilirim diye düşünüyorum. Ama koca spor tesisinde Tae-Bo hocamız dışında Tae-Bo dersi verebilecek bir tane bile hoca olmadığı için bir buçuk aydır gözümüz parmakta (!) öylece bekliyoruz!
Neyse, bundan da şükredecek bir şeyler çıkarabiliriz. En azından Essporto'nun bir eğitim kurumu olmadığına şükredebiliriz mesela! Düşünsenize çocukları sınava hazırlayan Essporto adında bir dersane var ve matematikçi hasta oluyor! Ya da ne bileyim Özel Essporto Hastanesi'ne ülser tedavisi olmak için gidiyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz gastroenteroloji uzmanı hasta olduğu için bölümün kapısına kilit vurup gitmiş. Kasap izinde olduğu için et reyonu kapalı olan bir Essporto Market düşünebiliyor musunuz? "Kasabımız iyileşene kadar siz de tavuk yiyiverin canım!!" falan deseler ne tepki verirdiniz? Demek ki neymiş? Profesyonellik ilkesini ön planda tutarak faaliyetlerini sürdüren kurumsal bir firmada işler kişilere bağlı olmadan tıkır tıkır yürümeliymiş! Yani Essporto da göründüğü kadar kurumsal, profesyonel ve sistemli çalışan bir kurum değilmiş!
Peki, ilk maddeye çözüm bulduk, ikinci konuda neler yapabilirim acaba diye düşünüyorum. Tabi 2010'a kadar üyeliğimizin devam ettiği gerçeğini de göz önüne alınca seçeneklerim biraz kısıtlanıyor! Aklınıza gelen bir şeyler olursa benimle paylaşın lütfen. Ya da bu kez pas hakkımı kullanıp, "bir buçuk ay bekledik, bir hafta daha bekleriz artık, n'apalım" diyerek haftaya derslerin başlamasını bekleyeceğim. (Pas hakkımı kullanmayı da yakıştıramıyorum kendime ya neyse!)
1) Yan tarafımızdaki hastanenin bir yerlerini tamir eden, ama yeni bir bina inşa ediyorlarmışçasına gürültü yapan işçiler!! Bir de bu gürültüyü özellikle sabah 8:30 ile 9:30 arasında yapıyorlar. Nedense önce şu yol çalışmalarında falan asfaltı kırmak/delmek için kullanılan alete benzer sesler çıkaran bir aletle uyandırma servisi görevlerini tamamlayıp, sonra sessiz ve sakin işlerine devam ediyorlar. İso'cum zaten kalkmış olduğu için hem çalışmanın başladığı hem de benim çıldırmaya başladığım anı yakalayabiliyor!
Ama bu duruma bir çözüm bulacağım elbet!! Karanlık misafir odamızı Hostel filmindeki odalardan birine çevirmeyi planlıyorum. Birazdan çarşıya çıkıp, bir dişçi koltuğu, bir kerpeten, bir elektrikli testere, çeşitli ebatlarda çiviler, neşter, makas falan alacağım! Sonra da balkona çıkıp mahallenin İmge Teyzesi olarak işçilere sesleneceğim: "Huu, çocuklaaarr, çok yoruldunuz ayol kaç gündür! Biraz mola verin. Gelin bak, size elceğizlerimle sıcacık kekler, börekler yaptım. Çay da demledim tavşan kanı." Eve geldiklerinde de onları masaj koltuğu diye kandırarak dişçi koltuklarına bağlayacağım. Sonra da "Bekleyin, eldivenlerimi takıp, hemen geliyorum" diyeceğim. Eee, hijyen çok önemli!!

2) İlk gıcığıma çözüm buldum, gelelim ikinci gıcık olduğum şeye! Açıklıyorum: Essporto! Şaşırdınız değil mi? Hani çok memnundum, çok seviyordum spor kulübümü?! Şimdi ne oldu da aramıza kara kedi girdi böyle!
Hemen durumu açıklayayım. Essporto'dan bir spor kulübü olarak hâlâ genel anlamda memnunum. Ama bir buçuk aydır Tae-Bo dersinin yapılmamasına gıcık oluyorum! Sebep ise hocamızın parmağını sakatlamış olması. Tamam, geçmiş olsun, bir sporcunun sakatlanması normaldir. Normal olmayan, komple Tae-Bo derslerinin iptal edilmiş olmasıdır! Valla bunca zaman Tae-Bo yaptıktan sonra aynı anda hem zıplamayı hem de "Hop, ki, üç..." diye saymayı becerebilsem ben bile ders verebilirim diye düşünüyorum. Ama koca spor tesisinde Tae-Bo hocamız dışında Tae-Bo dersi verebilecek bir tane bile hoca olmadığı için bir buçuk aydır gözümüz parmakta (!) öylece bekliyoruz!
Neyse, bundan da şükredecek bir şeyler çıkarabiliriz. En azından Essporto'nun bir eğitim kurumu olmadığına şükredebiliriz mesela! Düşünsenize çocukları sınava hazırlayan Essporto adında bir dersane var ve matematikçi hasta oluyor! Ya da ne bileyim Özel Essporto Hastanesi'ne ülser tedavisi olmak için gidiyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz gastroenteroloji uzmanı hasta olduğu için bölümün kapısına kilit vurup gitmiş. Kasap izinde olduğu için et reyonu kapalı olan bir Essporto Market düşünebiliyor musunuz? "Kasabımız iyileşene kadar siz de tavuk yiyiverin canım!!" falan deseler ne tepki verirdiniz? Demek ki neymiş? Profesyonellik ilkesini ön planda tutarak faaliyetlerini sürdüren kurumsal bir firmada işler kişilere bağlı olmadan tıkır tıkır yürümeliymiş! Yani Essporto da göründüğü kadar kurumsal, profesyonel ve sistemli çalışan bir kurum değilmiş!
Peki, ilk maddeye çözüm bulduk, ikinci konuda neler yapabilirim acaba diye düşünüyorum. Tabi 2010'a kadar üyeliğimizin devam ettiği gerçeğini de göz önüne alınca seçeneklerim biraz kısıtlanıyor! Aklınıza gelen bir şeyler olursa benimle paylaşın lütfen. Ya da bu kez pas hakkımı kullanıp, "bir buçuk ay bekledik, bir hafta daha bekleriz artık, n'apalım" diyerek haftaya derslerin başlamasını bekleyeceğim. (Pas hakkımı kullanmayı da yakıştıramıyorum kendime ya neyse!)
120 - Çocuk Kahramanların Destanı
Sanki moralimiz en üst seviyelerde, keyfimiz yerinde, her şey güllük gülistanlıkmış gibi Pazar günü bir de 120 filmini seçtik izlemek için... Sonuç: Dağıldık! Hatta darmaduman olduk! Ama sakın ola ki dağılmaktan korkmayın. Siz de izleyin, bayılacaksınız!
Özge Özberk, Burak Sergen, Cansel Elçin gibi çok başarılı ve her birini çok sevdiğim oyunculardan oluşan kadrosuyla 2008'de sinemada gösterilen ve kaçırmış olduğumuz 120 filmini yeni izleyebildik. 1. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Van'da yaşanmış gerçek bir kahramanlık hikayesinden yola çıkılarak çekilen bu filmi herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Konu muhteşem, oyunculuklar süper, müzik ve görüntüler çok başarılı...
Kısaca filmin konusundan bahsedeyim: Balkan Savaşı'ndan yeni çıkan halk, savaşın yaralarını sarmayı henüz başaramamışken 1. Dünya Savaşı patlak verir. Ruslar, Erzurum'dan başlayarak Türk topraklarına saldırıya geçerler. Van'daki jandarma tümeni de destek için yola çıkar, ama yoğunlaşan ve uzayan çatışmalar cephedeki cephanenin tükenmesine neden olur. Van'daki cephanenin Erzurum'a taşınması gerekmektedir, ama zaten yetişkinlerin hepsi askerdedir. Yaşı geçkin ama eli silah tutan diğer erkeklerin de şehirde kalarak evlerini ve kadınlarını işi iyice azıtmış olan Taşnak çetelerine karşı korumaları gerekmektedir. Peki o zaman cephaneyi Erzurum'a kim taşıyacaktır? 12 ilâ 17 yaşları arasında 120 çocuk, cephanenin taşınması için gönüllü olurlar. İşte filmin adı da buradan geliyor.

Tüylerim diken diken olarak filmi izlerken "okullarda çocukları toplayıp Mustafa'ya götüreceklerine bu filme götürselermiş keşke" diye düşündüm. Belki de birçoğunuz çoktan izlemişsinizdir, çünkü filmi bir milyondan fazla kişi izlemiş. Ama izlemeyenleriniz varsa, kesinlikle DVD'sini almanızı tavsiye ediyorum. Hatta mümkünse çocuklarınızla birlikte izleyin.
Bu 120 kahraman çocuğun inanılmaz zor şartlarda, imkansızlıklar içinde, karlı dağlarda, ellerinde cephane sandıklarıyla günlerce süren mücadelelerini ağlamadan izlemeniz mümkün değil. Yediden yetmişe, kadınıyla erkeğiyle gösterilen bu sonsuz özverinin, vatan sevgisinin, birlik ve dayanışma ruhunun içinize işlememesi mümkün değil. Tarihimize ait gerçek bir destanı daha öğrenmek, bu vatanın ne şartlarda savunulduğunu ve gerçek fedakarlığı bir kez daha görmek ve anlamak için bu filmi izleyin.
Ağlamaktan çizgi haline gelen gözlerime rağmen, Devrim Arabaları gibi 120 sayesinde de kendi tarihimize ait muhteşem bir hikayeyi öğrenmiş olduğum için çok mutlu oldum. Yazan, yöneten, oynatan ve az ya da çok emeği geçen herkesin ellerine sağlık! Süpersiniz!
Not: Resimleri buradan aldım.
Özge Özberk, Burak Sergen, Cansel Elçin gibi çok başarılı ve her birini çok sevdiğim oyunculardan oluşan kadrosuyla 2008'de sinemada gösterilen ve kaçırmış olduğumuz 120 filmini yeni izleyebildik. 1. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Van'da yaşanmış gerçek bir kahramanlık hikayesinden yola çıkılarak çekilen bu filmi herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Konu muhteşem, oyunculuklar süper, müzik ve görüntüler çok başarılı...
Kısaca filmin konusundan bahsedeyim: Balkan Savaşı'ndan yeni çıkan halk, savaşın yaralarını sarmayı henüz başaramamışken 1. Dünya Savaşı patlak verir. Ruslar, Erzurum'dan başlayarak Türk topraklarına saldırıya geçerler. Van'daki jandarma tümeni de destek için yola çıkar, ama yoğunlaşan ve uzayan çatışmalar cephedeki cephanenin tükenmesine neden olur. Van'daki cephanenin Erzurum'a taşınması gerekmektedir, ama zaten yetişkinlerin hepsi askerdedir. Yaşı geçkin ama eli silah tutan diğer erkeklerin de şehirde kalarak evlerini ve kadınlarını işi iyice azıtmış olan Taşnak çetelerine karşı korumaları gerekmektedir. Peki o zaman cephaneyi Erzurum'a kim taşıyacaktır? 12 ilâ 17 yaşları arasında 120 çocuk, cephanenin taşınması için gönüllü olurlar. İşte filmin adı da buradan geliyor.
Tüylerim diken diken olarak filmi izlerken "okullarda çocukları toplayıp Mustafa'ya götüreceklerine bu filme götürselermiş keşke" diye düşündüm. Belki de birçoğunuz çoktan izlemişsinizdir, çünkü filmi bir milyondan fazla kişi izlemiş. Ama izlemeyenleriniz varsa, kesinlikle DVD'sini almanızı tavsiye ediyorum. Hatta mümkünse çocuklarınızla birlikte izleyin.
Bu 120 kahraman çocuğun inanılmaz zor şartlarda, imkansızlıklar içinde, karlı dağlarda, ellerinde cephane sandıklarıyla günlerce süren mücadelelerini ağlamadan izlemeniz mümkün değil. Yediden yetmişe, kadınıyla erkeğiyle gösterilen bu sonsuz özverinin, vatan sevgisinin, birlik ve dayanışma ruhunun içinize işlememesi mümkün değil. Tarihimize ait gerçek bir destanı daha öğrenmek, bu vatanın ne şartlarda savunulduğunu ve gerçek fedakarlığı bir kez daha görmek ve anlamak için bu filmi izleyin.
Ağlamaktan çizgi haline gelen gözlerime rağmen, Devrim Arabaları gibi 120 sayesinde de kendi tarihimize ait muhteşem bir hikayeyi öğrenmiş olduğum için çok mutlu oldum. Yazan, yöneten, oynatan ve az ya da çok emeği geçen herkesin ellerine sağlık! Süpersiniz!
Not: Resimleri buradan aldım.
Rüya Sahneleri: Bedri Baykam’ın 4-D'leri
Pazar günü İso'cumu da ikna ettim ve Piramid Sanat'ın yolunu tuttuk. Doğru tahmin! Bedri Baykam'ın 4-D'lerini görmeye gidiyoruz. Gitmeden önce Piramid Sanat'ı aradım ve Pazar günü açık olup olmadıklarını sordum. Telefondaki ses ise "Açığız, akşam 19:00'a kadar gezebilirsiniz," dedi. Oysa kapıda bizi karşılayan ses tam aksini söylüyordu! "Pazar günleri kapalıyız, ama madem gelmişsiniz üst kata çıkıp gezin bari" dedi gönülsüzce. Biz de içeri girdiğimiz andan itibaren hayal kırıklığı yaratan bu binanın birinci katına çıkarak ruhsuz ve soğuk galeride sergilenen eserleri gördük.
Bedri Baykam siyasi duruşuyla, sivil toplum örgütlerindeki aktif çalışmalarıyla ve sanatındaki cesur ve yenilikçi yaklaşımlarıyla son derece takdir ettiğim ve aydın ve sanatçı tanımlamalarını kesinlikle hak ettiğini düşündüğüm bir isimdir. Fikirlerine ve yazılarına genellikle katılıp, sanatından ise çoğu zaman bir şey anlamamama rağmen! :) Zaten bence özgür bir sanatçı, anlaşılma kaygısı ve sınırları olmadan uçabildiği kadar uçmalıdır. Yakalayabildiğimiz kısmı bizi zenginleştirir, yakalayamadığımız kısmı ise önümüzde varlığının farkında bile olmadığımız, aklımıza hayalimize gelmeyen yeni pencereler açar. Bizi zorlar, başka gözlüklerden bakmaya çalışmamıza neden olur, sonuçta her durumda bizi zenginleştirir.
Bedri Baykam'ın bu son sergisi de Monaco'dan sonra İstanbul'da sergilenmeye başladı ve 1 Mart'a kadar da Piramid Sanat da gezilebilecek. 9-10 katmanın üst üste oturtularak hologram gibi bir görünüm elde edilen bu eserler kesinlikle "değişik." Aşağıda Haliç ve Haremin Bugünü ve Dünü temalı iki tanesini görebilirsiniz:

Serginin tanıtımı için yayınlanan Fransızca, İngilizce ve Türkçe katalogun önsözünü ünyaca ünlü İngiliz eleştirmen Edward Lucie Smith ve genç Türk sanat tarihçisi Ümit Gezgin yazmışlar. Ümit Gezgin, “Özellikle bu dördüncü katman serisi, özgün evrenselliğinin somut ve gerçek açılım gerçekleştirecek postmodern örnekleri olarak karşımızda durmaktadır,” yorumunda bulunmuş.
Sırada Yeşilçam ve New York İkonları eserleri bulunuyor:

Edward Lucie Smith, ise Bedri Baykam'ın çalışmalarını şöyle değerlendirmiş: “Bedri’nin bu son işleri, kelimenin her anlamıyla ‘yeni’dir… Bu yapıtlar karşısında ‘şaşırma’ konusunda hiçbir sıkıntımız olmayacak!"
Valla bu eserlerin bende hayretler ve rüya etkisi uyandırdığını söyleyemeyeceğim, ama değişik oldukları kesinde ve görmesi keyifliydi. Az sayıda eser olduğu için fazla zamanınızı almayacak bu sergiye zaman ayırabilirsiniz.
Kapanışı da Bedri Baykam'ın Atatürk'ün Türkiye'ye ettiği Teşekkürü (!) tasvir ettiği eseriyle yapayım. Umarım arkadaki figürler fotoğrafta yeterince çıkmıştır. Gerçi çıkmasalar da olur, ama anlam kaybı olmasın!! İşte "içinden Atatürk geçen" ve bu konuda kesinlikle samimi bulduğum Bedri Baykam'ın bu duruşuna bayılıyorum. Duruşunun da eserlerine yansımaması mümkün değil elbette...
Sanatçının ellerine sağlık diyor ve bir sonraki sıradışı deneyimi de sabırsızlıkla beklediğimizi belirterek yazımızı noktalıyoruz.
Bedri Baykam siyasi duruşuyla, sivil toplum örgütlerindeki aktif çalışmalarıyla ve sanatındaki cesur ve yenilikçi yaklaşımlarıyla son derece takdir ettiğim ve aydın ve sanatçı tanımlamalarını kesinlikle hak ettiğini düşündüğüm bir isimdir. Fikirlerine ve yazılarına genellikle katılıp, sanatından ise çoğu zaman bir şey anlamamama rağmen! :) Zaten bence özgür bir sanatçı, anlaşılma kaygısı ve sınırları olmadan uçabildiği kadar uçmalıdır. Yakalayabildiğimiz kısmı bizi zenginleştirir, yakalayamadığımız kısmı ise önümüzde varlığının farkında bile olmadığımız, aklımıza hayalimize gelmeyen yeni pencereler açar. Bizi zorlar, başka gözlüklerden bakmaya çalışmamıza neden olur, sonuçta her durumda bizi zenginleştirir.
Bedri Baykam'ın bu son sergisi de Monaco'dan sonra İstanbul'da sergilenmeye başladı ve 1 Mart'a kadar da Piramid Sanat da gezilebilecek. 9-10 katmanın üst üste oturtularak hologram gibi bir görünüm elde edilen bu eserler kesinlikle "değişik." Aşağıda Haliç ve Haremin Bugünü ve Dünü temalı iki tanesini görebilirsiniz:
Serginin tanıtımı için yayınlanan Fransızca, İngilizce ve Türkçe katalogun önsözünü ünyaca ünlü İngiliz eleştirmen Edward Lucie Smith ve genç Türk sanat tarihçisi Ümit Gezgin yazmışlar. Ümit Gezgin, “Özellikle bu dördüncü katman serisi, özgün evrenselliğinin somut ve gerçek açılım gerçekleştirecek postmodern örnekleri olarak karşımızda durmaktadır,” yorumunda bulunmuş.
Sırada Yeşilçam ve New York İkonları eserleri bulunuyor:
Edward Lucie Smith, ise Bedri Baykam'ın çalışmalarını şöyle değerlendirmiş: “Bedri’nin bu son işleri, kelimenin her anlamıyla ‘yeni’dir… Bu yapıtlar karşısında ‘şaşırma’ konusunda hiçbir sıkıntımız olmayacak!"
Valla bu eserlerin bende hayretler ve rüya etkisi uyandırdığını söyleyemeyeceğim, ama değişik oldukları kesinde ve görmesi keyifliydi. Az sayıda eser olduğu için fazla zamanınızı almayacak bu sergiye zaman ayırabilirsiniz.
Sanatçının ellerine sağlık diyor ve bir sonraki sıradışı deneyimi de sabırsızlıkla beklediğimizi belirterek yazımızı noktalıyoruz.
Sine-i Millet Sergisi!!
Bedri Baykam sergisinde az eser olduğu için planladığımız kadar uzun sürmedi. Biz de Essporto'da akşam 18:30 dersine kadar biraz daha zamanımız olduğuna karar verip Beyoğlu'nda bir tur atalım dedik. Ama daha girişte kaldık! Meğer İBB Beyoğlu'nun hemen girişinde yer alan ve ne olduğunu daha önce bilmediğimiz tarihi yapıyı restore ederek Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi olarak ziyarete açmış! Şu an da gündeme uygun bir sergi bulunuyor: Sine-i Millet Sergisi. (Merak edip, içeri daldık tabi ki! Bakalım belediyenin "cumhuriyet" sanat galerisinde neler sergileniyormuş!! Az sonra!!)
Öncelikle şu an sanat galerisi olan bu binanın önceleri ne olarak kullanıldığı hakkında biraz bilgi vereyim. Önünden yüzlerce kez geçtiğimiz bu bina Taksim Maksemi'ymiş. 1732 yılında Padişah 1. Mahmut tarafından Pera bölgesinin su ihtiyacını karşılamak ve depoda toplanan suyun taksimi için yaptırılan bu yapı 50 yıldan uzun bir süredir kullanılmıyormuş. İBB burayı restore ederek bir sanat galerisine dönüştürmüş ki buna "çok güzel hareket" diyebiliriz bence..
Evet, şimdi önyargılarımdan arınarak galeriden içeriye adımımı atıyorum. (Arınamadığım bölümleri noktamdan, virgülümden ve ünlemlerimden anlarsınız zaten.. Onun dışında bu yazı yorumsuzdur.) Serginin teması Tanzimat'tan Meşrutiyet'e ve (daha az da olsa) Cumhuriyet döneminde yapılan seçimler. "1840'dan 1950'ye seçimin serüveni" adlı bölüm serginin en geniş bölümü... Aşağıda gördüğünüz ilk resim Meşrutiyet döneminde kullanılan seçim sandığıdır. İkinci resim ise 1876'da kurulan ilk Meclis-i Mebusan'ın üyeleri..


Resimlerin çoğu yabancı basın ve yayınlardan derlenmiş ve İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi'nde yer alan resimlerdi ve bence ilgili dönemlere ait çok güzel görüntüler vardı. Aşağıda Dolmabahçe Sarayı'nda Meclis-i Mebusan'ın açılışını görüyorsunuz.

Bir bölümde ise aşağıdakine benzer illüstrasyonlar bulunuyordu. Burada Türk Bayrağı'nda sarılı Hürriyet Gelini Yeni Türkiye'yi simgeliyor. II. Abdülhamid Yeni Türkiye ağacını suluyor. Niyazi ve Enver Paşalar da Hainler Ağacı'nı kesiyorlar!! (Bu arada hemen not ediyorum Türk Bayrağı konusu araştırılacak! Bayrağımız o yıllarda da şimdiki haliyle mi vardı? Bazen aslında ne kadar az şey bildiğimizi fark ederek şaşırıyorum ne yazık ki..Ama fena bir his de sayılmaz bu; insanı tetikliyor.)

Gelelim Cumhuriyet Dönemi'ne.. Aşağıda Uğur Yeğin Koleksiyonu'ndan Atatürk ve Kabine Arkadaşlarının resmini görüyorsunuz. Onun dışında da pek bir Atatürk resmi görmüyorsunuz zaten! Ancak bazı ufak resimlerde, kıyılarda köşelerde falan var.. Yeterli olduğunu düşünmüşler herhalde!

Türk kadınının seçen ve seçilen olarak portresi bölümünde de aşağıdakine benzer resimler ve belgeler yer alıyordu. Sol üst köşedeki suratsız kadını tanıdınız mı? 50 TL'lik banknotların üzerinde de yer alan tartışmalı Fatma Aliye Hanım burada da baş köşede! (Bu arada söylemiş miydim? Ben yeni paraları hiç sevmedim! Üzerinde Boğaziçi Köprüsü resmi olan 50 kuruş hariç..) Ata'mızın "Dünyada Her Şey Kadının Eseridir" sözünün isminin hemen altında yer aldığı Türk Kadını adlı derginin kapağındaki resim ilk kadın milletvekilimiz Esma Nayman'a ait. En altta ise kendisine tanınan seçme hakkını kullanan bir kadını görüyoruz. Sonraki bölümde seçimlerle ilgili karikatürlerin olduğu odacıklar bulunuyor. Buralarda genelde CHP ve Demokrat Parti ile dalga geçen zamanın karikatürleri var. Sonra günümüz Türkiye'sinin baş mimarlarından birini görüyoruz ve rüyalarımıza falan girmesin diye desteğimizi isteyen o parmağa fazla bakmıyoruz!!

En tarafsız şekliyle bu kadar anlatabileceğim bu sergiden sonra biraz endorfine ihtiyacımız olduğunu düşünerek kendimizi spor salonuna atıyoruz. Akşam evde muhteşem bir film izliyor (bkz. sağ üstteki Öneri köşesi) ve kendimize geliyoruz.
Öncelikle şu an sanat galerisi olan bu binanın önceleri ne olarak kullanıldığı hakkında biraz bilgi vereyim. Önünden yüzlerce kez geçtiğimiz bu bina Taksim Maksemi'ymiş. 1732 yılında Padişah 1. Mahmut tarafından Pera bölgesinin su ihtiyacını karşılamak ve depoda toplanan suyun taksimi için yaptırılan bu yapı 50 yıldan uzun bir süredir kullanılmıyormuş. İBB burayı restore ederek bir sanat galerisine dönüştürmüş ki buna "çok güzel hareket" diyebiliriz bence..
Evet, şimdi önyargılarımdan arınarak galeriden içeriye adımımı atıyorum. (Arınamadığım bölümleri noktamdan, virgülümden ve ünlemlerimden anlarsınız zaten.. Onun dışında bu yazı yorumsuzdur.) Serginin teması Tanzimat'tan Meşrutiyet'e ve (daha az da olsa) Cumhuriyet döneminde yapılan seçimler. "1840'dan 1950'ye seçimin serüveni" adlı bölüm serginin en geniş bölümü... Aşağıda gördüğünüz ilk resim Meşrutiyet döneminde kullanılan seçim sandığıdır. İkinci resim ise 1876'da kurulan ilk Meclis-i Mebusan'ın üyeleri..
Resimlerin çoğu yabancı basın ve yayınlardan derlenmiş ve İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi'nde yer alan resimlerdi ve bence ilgili dönemlere ait çok güzel görüntüler vardı. Aşağıda Dolmabahçe Sarayı'nda Meclis-i Mebusan'ın açılışını görüyorsunuz.
Bir bölümde ise aşağıdakine benzer illüstrasyonlar bulunuyordu. Burada Türk Bayrağı'nda sarılı Hürriyet Gelini Yeni Türkiye'yi simgeliyor. II. Abdülhamid Yeni Türkiye ağacını suluyor. Niyazi ve Enver Paşalar da Hainler Ağacı'nı kesiyorlar!! (Bu arada hemen not ediyorum Türk Bayrağı konusu araştırılacak! Bayrağımız o yıllarda da şimdiki haliyle mi vardı? Bazen aslında ne kadar az şey bildiğimizi fark ederek şaşırıyorum ne yazık ki..Ama fena bir his de sayılmaz bu; insanı tetikliyor.)
Gelelim Cumhuriyet Dönemi'ne.. Aşağıda Uğur Yeğin Koleksiyonu'ndan Atatürk ve Kabine Arkadaşlarının resmini görüyorsunuz. Onun dışında da pek bir Atatürk resmi görmüyorsunuz zaten! Ancak bazı ufak resimlerde, kıyılarda köşelerde falan var.. Yeterli olduğunu düşünmüşler herhalde!
En tarafsız şekliyle bu kadar anlatabileceğim bu sergiden sonra biraz endorfine ihtiyacımız olduğunu düşünerek kendimizi spor salonuna atıyoruz. Akşam evde muhteşem bir film izliyor (bkz. sağ üstteki Öneri köşesi) ve kendimize geliyoruz.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Osmanlı İmparatorluğu tebası olmaktan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaya geçiş yapan Türk insanının doğu ve batı arasındaki bölünmüşlüğünü anlatan meşhur romanından uyarlanmış Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı oyunu izledik Cuma akşamı. Önceki yazımda da bahsettiğim üzere (acilen yenilenmesi gerektiğini düşündüğüm!) Kenter Tiyatrosu'ndaydık.
İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği çok keyifli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Romanı okumadığım için uyarlamanın başarısı konusunda bir yorum yapamayacağım, ama sadece oyun olarak baktığımda kesinlikle beğendim diyebilirim. Usta oyuncuların canlandırdığı değişik tiplemeler, günümüzde bile hâlâ geçerliliğini koruyan bir konunun esprili bir dille anlatımı, zekice yapılmış göndermeler, kostümler ve her şeyiyle izlenmesini önerebileceğim bir oyundu. Yalnız biraz erken ara verildi galiba, çünkü oyunun ikinci yarısı ilk yarıya göre çok daha uzun sürdü. Sıkıldığımızdan değil, ama rahatsız koltuklardan ve önümüzdeki kokarcadan dolayı malesef ikinci yarının her dakikasını hissettik!

Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü adlı oyunda da şahane bir performans sergilemiş olan Atilla Şendil'i (Hayri İrdal)bu oyunda da çok başarılı buldum. Hem Seyit Lütfullah hem de Halit Ayarcı karakterini canlandıran Adnan Biricik de süperdi. Bir diğer favorim ise yurtdışında psikanaliz eğitimi alıp, ülkesinde uygulamaya koymak isteyen Dr. Ramiz (İşdar Gökseven) oldu.
Modernleşme sürecindeki aksaklıklar, içi boş ve sözde ilericilik, bir arada yaşanan heves ve uyumsuzluk o kadar güzel anlatılmış ki! Mantıksız batılılaşma çabalarının ortaya çıkardığı yozlaşmış ve çıkara dayalı ilişkiler, işini bilen (!) patronlar ve devlet adamları, bürokrasinin çarkları çok güzel karakterize edilmiş. Eminim kitabı çok daha güzeldir.
Saat ustası Nuri Efendi'den bir alıntıyla kapanışı yapalım:
"...saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...
...bu da gösterir ki zaman ve mekan insanla mevcuttur.."
İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği çok keyifli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Romanı okumadığım için uyarlamanın başarısı konusunda bir yorum yapamayacağım, ama sadece oyun olarak baktığımda kesinlikle beğendim diyebilirim. Usta oyuncuların canlandırdığı değişik tiplemeler, günümüzde bile hâlâ geçerliliğini koruyan bir konunun esprili bir dille anlatımı, zekice yapılmış göndermeler, kostümler ve her şeyiyle izlenmesini önerebileceğim bir oyundu. Yalnız biraz erken ara verildi galiba, çünkü oyunun ikinci yarısı ilk yarıya göre çok daha uzun sürdü. Sıkıldığımızdan değil, ama rahatsız koltuklardan ve önümüzdeki kokarcadan dolayı malesef ikinci yarının her dakikasını hissettik!

Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü adlı oyunda da şahane bir performans sergilemiş olan Atilla Şendil'i (Hayri İrdal)bu oyunda da çok başarılı buldum. Hem Seyit Lütfullah hem de Halit Ayarcı karakterini canlandıran Adnan Biricik de süperdi. Bir diğer favorim ise yurtdışında psikanaliz eğitimi alıp, ülkesinde uygulamaya koymak isteyen Dr. Ramiz (İşdar Gökseven) oldu.
Modernleşme sürecindeki aksaklıklar, içi boş ve sözde ilericilik, bir arada yaşanan heves ve uyumsuzluk o kadar güzel anlatılmış ki! Mantıksız batılılaşma çabalarının ortaya çıkardığı yozlaşmış ve çıkara dayalı ilişkiler, işini bilen (!) patronlar ve devlet adamları, bürokrasinin çarkları çok güzel karakterize edilmiş. Eminim kitabı çok daha güzeldir.
Saat ustası Nuri Efendi'den bir alıntıyla kapanışı yapalım:
"...saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...
...bu da gösterir ki zaman ve mekan insanla mevcuttur.."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)